Dünyanın neresinde, ne zaman doğmuşsak doğalım, annelerimiz, babalarımız, dinlerimiz, devletlerimiz bize bir geçmiş giydiriyor. Onlar giydirdikçe biz de ha babam giyiniyoruz. Çoğumuz, geçmişin elbiselerini günümüz terzilerinin dikmesini yadırgamadan kabullenmekle kalmayıp, elbiselerimizi bedenimizden ayırt bile edemiyoruz.

Tarihimize nasıl baktığımızı gözden geçirdiğim bu kitapta kendimizi yargılamamızı yargılıyorum. Tarihimize bakıp “Biz buyuz,” diye sunulanları sorguluyorum.

Asırlardır sürdürdüğümüz alışkanlıklarımızdan kurtulup, tarihten özgürleşip, kendimize farklı bakmaya başlamamızla, nereden gelip nereye gittiğimizin serüveninde, yaşadığımız tarihin de yolunu değiştirebiliriz.


Tarihi Yargılıyorum

Bu kitap Harvard Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nde 3 Mayıs 2006’da ve Sofya Üniversitesi’nde düzenlenen Kriminoloji Kongresi’nde 29 Ağustos 2006’da verdiğim konuşmaların birleştirilmiş ve genişletilmiş şeklidir. Beni bu toplantılara davet etmekle metnin oluşmasının yolunu açan Cemal Kafadar, Lenore Martin ve Paolo Giulini ile yazdıklarımın kitaplaşmasını öneren Selçuk Esenbel’e, metni okuyup düşüncelerini paylaşan Engin Akarlı, Leyla Kayhan ve Betül Tanbay’a, kapak tasarımı için Hakkı Mısırlıoğlu’na teşekkür ederim. Tabii ki hata, eksik, göze, kulağa hoş gelmeyen ne varsa sorumluluğu bana ait.

“Tarihin bizi donattığı kıt malzemeyle
insanı yargılamayı kesinlikle reddediyorum.”
Mahatma Gandhi

Önsöz

Dünyada kaç yerde kaç savaş var bilmiyoruz. Katliamlar, kırımlar sıradanlaştı.

Tarihe baktığımızda, astığım astık, kestiğim kestik, imparatorluklarla diktatörlükler, kaotik dönemlerin çaresizliği üzerine yükselmiş. Açlığın, korkunun kol gezdiği dönemlerde sığınmışız umutsuzluğumuzu seferber edip sırtımıza binen rejimlere. Zamanında kervanların geçtiği topraklarla, gemilerin yelken açtıkları denizleri denetleyenlerin küreselleşen dünyası yeni totaliter egemenliklere gebe. Nicedir içimize inim inim işlenen, işletilen, çaresizliğimiz olmuş düzen uğruna bizi özgürlüklerimizden vazgeçiren.

Eli kulağında mı yeni dünya imparatorluklarıyla diktatörler?

Ezberimizi tekrarlamakla yetinir, dünya çapında sâri bir hastalığa yakalanmış gibi “ah başımıza neler neler geldi” diye dövünmemizi, bükemediğimiz eli öpmeyi sürdürürsek, evet.

Bu kitabı bunları söylemek, hepimizin bildiklerini bir kez daha tekrarlamak için yazmadım. What is History? (Tarih Nedir?) adlı kitabında E.H. Carr, “Tarihi tanımadan tarihçiyi tanıyın” diye bizi uyarır. Tarihçiyi tanımak, geçmişimize hangi aynaların tutulduğuna bakmak demek.

Dünyanın neresinde, kim olursak olalım, tarihimize nasıl baktığımızı gözden geçirdiğim bu kitapta kendimizi yargılamamızı yargılıyorum. Yargıladığım tarihimiz değil, tarih diye ne bildiğimiz.

Tarihimize bakıp “biz buyuz” diye sunulanları sorguluyorum. Geçmişimizin nasıl tanıtıldığının, kendimizi nasıl tanıdığımızın, toplumsal evrimimizi engellediğine inanıyorum. Tarihten özgürleşerek yeniden tarihimize bakmamızı öneriyorum. Asırlardır sürdürdüğümüz alışkanlıklarımızdan kurtulup, kendimize farklı bakmaya başlamamızla, nereden gelip nereye gittiğimizin serüveninde, yaşadığımız tarihin de yolunu değiştirebiliriz.

Tarihimize bakıp aramızdaki farklılıkları abartırken, bizi birleştiren insanlığımızın hayret verici gücünü, teker teker ve hep birlikte neye muktedir olduğumuzu yadsıyoruz.

Tarihin zaman tünelinde geriye doğru yolculuğumuz hepimiz için aşağı yukarı aynı. Lafı uzatmaya gerek yok.

Dünyanın neresinde, ne zaman doğmuşsak doğalım, annelerimiz, babalarımız, dinlerimiz, devletlerimiz bize bir geçmiş giydiriyor. Onlar giydirdikçe biz de ha babam giyiniyoruz. Çoğumuz, geçmişin elbiselerini günümüz terzilerinin dikmesini yadırgamadan kabullenmekle kalmayıp, elbiselerimizi bedenimizden ayırt bile edemiyoruz.

Tarih, giydiklerimizin, bize giydirilenlerin, üstümüzdekileri yenileyip, değişmemiş sandığımız eskilerimizi sandıklardan çıkarıp tekrar giyinmemizin öyküsü.

Örtünme tutkunluğumuzun telaşında kendimizi görmez, görmek istemez olduk. “Biz” diye, birbirinden farklı, birbirlerine zıt görüntülerimizi benimsedik. Görüntülerimizle çarpıştık, görüntülerimizi savaştırdık.

Soyunalım. Soyunalım ki bizi giydirenlerle yüzleşelim, kendimizi görebilelim. Tekrar giyineceksek, istediğimiz gibi giyinebilmemiz için gene de soyunmamız lazım.

Boston, Nisan 2007

Merhumu Nasıl Bilirdiniz?

Geleceğin tarihçileri bugünü nasıl yazacaklar?

Müslümanların cenaze törenlerinde cemaate sorarlar “Merhumu nasıl bilirdiniz” diye, ardından herkes hakkını helal eder.

Tarihe geçmek arzusu benzer bir şey olmalı; iyi bilinmezsek hiç olmazsa kötü şeyler söylenmesin.

Amerikalı psikiyatrist Robert Jay Lifton “Ölümsüzlüğümüze inanmamızın dört yolu vardır,” der. “Kalıtımsal ölümsüzlükte çocuklarımız, torunlarımızla gelecekte varlığımızı sürdürürüz. Dinî ölümsüzlükte, cennette yaşamanın, Nirvana’ya ulaşmanın vaadi vardır. Müzisyenler, mimarlar, matematikçiler buluşları, eserleriyle ölümsüzleşir. Devrimci ölümsüzlükte, hepimiz bir şeyi yapıp yapmamak, söyleyip söylememekle, tarihimizin tek tek belirleyicileri olduğumuzun bilincindeysek, ilelebet var olacağız demektir.”

“Geleceğin tarihçileri bugünü nasıl yazacak?” sorusunun cevabı, devlet başkanlarından intihar bombacılarına kadar bireyin, tarihe geçmek, ölümsüzlük ihtirasıyla da ilgili.

Gene de çoğumuz gündelik yaşamlarımızın girdabında anlık, geçici tepkilerle yaşamımızı sürdürürüz.

Öyle de istenir. Çoğu zaman ancak birilerinin işine geldiğinde, çıkarları tehlikeye girdiğinde, bize tarihî sorumluluğumuz hatırlatılır.

Boston’un ileri gelen tüccarlarıdır, şehrin limanında işsiz güçsüzleri, içip içip gelişigüzel başkaldıran tayfaları özgürlük ruhuyla ateşleyip İngiltere’ye karşı bağımsızlık savaşına seferber eden. ABD tarihine özgürlük için savaştı diye adı geçenler; John Hancock gibi vergi ödemek istemeyen kaçakçı tüccarların menfaatleri adına galeyana getirilip, İngilizlerin mallarını yağmalayan, gemilerdeki çayı denize dökenler, Boston limanında kol gezen çetelerdir.

Yalan, eksik ve yanlış bilgilendirme yöntemleri, Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’le tarihimizde ilk kez sistematik bir şekilde uygulandı. Günümüzde bu yöntemler, küresel ısınma olmadığını iddia eden petrol şirketlerinin halkla ilişkiler adı altında yürüttükleri kampanyalardan, ABD’li başkan adaylarının paketlenip piyasaya sürülmesine, terörizme karşı yaratılan paranoyaya kadar sıradan uygulamalar.

Olanları ne kadar eksik, yalan yanlış da bilsek, tarihimizi yaratanların, tarihe geçmek için çırpınaduranların var saydıkları bir şey var. İleride tarihçilerin günümüzü değerlendirebilmek, anlayabilmek için ellerinde yeterli derecede malzeme olacağı. Oysa bugün biz ne yaparsak yapalım, yarına izi kalmadıysa, tarihin parçası olamayacağız demektir.

Geleceğin tarihçilerinin, bıraktıklarımıza ulaşmasının önünde ne gibi engeller olabilir?

Tarihi Unutturan Devletlerle Devrimler

“Tarih yazmakta” iki deneyimim oldu. Biri Türkiye’de psikoloji tarihi, diğeri annemin hayatı. İkincisini yazmama, 12 Eylül ve YÖK’le birlikte Boğaziçi Üniversitesi’nden istifa etmeden önce Şerif Mardin’le yaptığımız bir sohbette, onun, Türkiye’de biyografi, otobiyografi yazımının yok denecek kadar az olduğunu söylemesi destek oldu. Eski Yunan’da, Roma’da otobiyografi varken ilk Türkçe otobiyografi ancak 16. yüzyılda Yeni Delhi’de yazılan Babürname. Son yıllara kadar da bu tür kitaplar yazılmazdı.

Neden diye düşündüğümde aklıma şunlar gelmişti.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında kimin biyografisi yazılabilirdi ki?

Paşaları, padişahları yazacak olsanız, onlar vatan haini biliniyor. Kadıları, hocaları yazsanız, onlar da gerici. Geçmişini, yeni yarattığı yarı mitolojik bir sis perdesiyle örtüp süsleyen genç cumhuriyet yarına bakıyor. Tarihini sıfırdan başlatıyor. Tek tük biyografi çalışmalarının en bilinenleri Falih Rıfkı Atay, Şevket Süreyya Aydemir gibi Atatürk’ün maiyetinde çalışanların Atatürk’ü anlatmaları ki, onlar da, konuya mesafe alamadan, arşivleri araştırmadan yazılmış methiye düzeyinde.

Biyografi eksikliğinin nedenleri arasında, bu tür eserlerin cemaatten cemiyete geçmiş toplumların ürünü olduğu da düşünülebilir. Topluluğun menfaati uğruna, cemaatte var olamayan veya sindirilen birey, cemiyetin ürünü. Njal’s Saga, Mahabarata gibi İzlanda ve Hint efsaneleri, her ne kadar bir kişinin macerasını dile getiriyor olsa da, asıl anlatılan, bir cemaatin dünyası, adetleri, yaşadıkları. Her şeyin paylaşıldığı cemaatte ihtiyaç duyulmayan birey, ancak yalnızlaşmasına olanak tanınan cemiyette sivriliyor. Don Kişot’la birlikte romanın tarihsel çıkışından da bildiğimiz gibi, birey cemaatlere değil cemiyetlere özgü. Cemaatten cemiyete yeni geçmekte olan, hem de geçmişini silerek yeni bir tarih yazınına başlanan Cumhuriyet’te, biyografiye yer yoktu. Ancak şimdi, aradan neredeyse yüz yıl geçtikten sonra, Türkiye’de yeni kuşaklar Osmanlı tarihçisi olabilmekte, kitap raflarımızda biyografiye, otobiyografiye rastlanmakta.

Geçmişin yükünden kurtulmak isteyen Cumhuriyet, gücünü geçmişinden değil geleceğe inancından alarak yola çıkmak istedi. Benim gibi, anne babaları Osmanlı İmparatorluğu’nda doğup büyüdükten sonra (babamın doğumu 1898, anneminki 1904), Cumhuriyet’te yaşayan, yaşlananların çocukları bilecektir. Annem de babam da, Rumeli kökenli. İkisi de, 1948 Birleşmiş Milletler tanımına göre soykırım sayılabilecek Balkan’lardaki Müslüman-Türk katliamından söz etmezlerdi. Tıpkı Osmanlı’nın son yıllarındaki, gene aynı tanıma göre, Ermeni soykırımından söz etmedikleri gibi. Bugün, kimliklerini mazlum olmakla özdeştirenlerin yaptıklarının tersine, Cumhuriyet’in ilk kuşağı, bir tek kendi felaketlerinden söz edip, “Bizim canımız can, onlarınki patlıcan” demedi. Geçmişle uğraşmadılar. Yarına baktılar.

Türkiye Cumhuriyeti, tarihin sıfırlanmasının tek örneği değil tabii. Fransız, Sovyet devrimleri aynı şeyi yaptı. Roma İmparatorluğu, aynı topraklarda yerlerine geçtiklerinin geçmişini yok sayarak, kurdun emzirdiği Romulus ve Remus efsanesiyle başlar. Romalılar kendilerinden önce bu topraklara egemen olan Etrüskleri tarihten o denli silerler ki, hâlâ çözemediğimiz dilleri bile unutturulur.

Dünyanın ilk tarihçileri, Halikarnaslı Herodot ve Thukydides’le başlayan eski Yunan tarihi de bir bakıma öyle. Onlar da, dört bin yıllık Mısır tarihinin farkında olmalarına rağmen, kendi başlarında olup bitenler üzerine odaklandı. Zamanla hafızamızdan, tarihten silinen Mısır uygarlığı ancak Napolyon’un Osmanlı İmparatorluğu’na saldırısından sonra keşfedildi. Unutulan dilinin anlaşılması için de Champollion’un Rosetta Taşı’nın karakterlerini çözmesi gerekti.

Geçmişi, ancak kendilerine ulaşabilen malzemeyle değerlendirebilecek olan tarihçilerin bir sorunu, özellikle kırılma noktalarında, toplumların yeni egemenlerinin tarihi sil baştan yapma arzusu. Böyle dönemlerde geleceğe aktarılması engellenen tarih yakılıp, yağmalanıp, imha ediliyor. Merak edilmesi gericilik diye ayıplanıyor, araştırılması kınanıyor, araştırmacının başına dert açabiliyor. Tarih, sadece zamanın değil, baskının da altında gömülüyor. Yeni tarihçilerin geçmişe erişmesine köprüler atılıyor.

"

Tarihi Yargılıyorum kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Tarihi Yargılıyorum