“Beni bir yazar olarak değiştiren bazı kitaplar var ama bu kitap beni bir insan olarak değiştirdi.”

– Emily Schultz

Hep mi biliriz farklı olduğumuzu, yoksa sonradan mı öğreniriz? Hep mi umutsuzuzdur, yoksa her bir denemeden sonra yeniden mi kırılır umudumuz? Ait olmak çağımızın ilacı olmasına rağmen neden bizim üzerimizde etkisini göstermez? Bir biz miyiz sınırlardan bıkan, beklentilerden usanan, yarışlardan hazzetmeyen? Neden hep tüketmeliyiz, neden hep daha çok tüketmeliyiz? Neden marka koleksiyonumuzun her harfi tastamam olmalı?

Ya biz her şeyden, hepsinden daha uzaktaysak bunların? Bir tepenin üzerinde, oturduğumuz kayadan sarkıttığımız ayaklarımızın altındaki manzarayı seyrediyor; mevsimlerden en soğuğunda ıssız denizin beyaz köpüklerini çiğniyor, dalgalarını dinliyor, kendi yaktığımız ateşte ısınıyorsak; derin bir ormanda, biz ormanın içinden geçerken, orman da bizim içimizden geçiyorsa ve bunların hepsi son model bir arabaya binmekten daha çok keyif veriyorsa bize, var mıdır bize de yaşamak için bir yer, bu yeryüzü kabuğu üzerinde?


YÜCE DAĞ BAŞINDA, BİR ARKADAŞLA
Önceden de oldu yüce anlarım.
Bir kez geceleyin parkta yürürken,
yağmur altında, güzün.
Bir kez çöl ortasında, yıldızlar altında,
ekseni üzerinde dönen
yeryuvarına döndüğüm gün.
Kimileyin düşünürken,
sadece düşünüp tartarken olan biteni.
Ama hep yalnız.
Kendi başıma.
Bu kez yalnız değildim.
Yüce dağ başında bir arkadaş vardı
yanımda.
Natalie.
Birşey yok hiçbir şey yok bundan üstün.
Ömrümce görmezsem de bir daha,
eh diyebilirim yine de,
Bir kez orada bulundum.
Dahası da var elbet, ama bu konuda
anlatmak istediklerimin hepsi bu kadar
sanırım. “Dahası” dediğim, bundan
sonra olup bitenler, olup duranlar…

Basketbol başarı belgesini alıp ün, aşk ve servete ulaşmayı nasıl başardığımı konu eden bir hikaye bekliyorsanız, boşuna bu yazılanları okumayın. Az sonra anlatacağım şu altı ay içinde neyi başardığımı bile bilmiyorum. Evet, bir şeyi başardım ama bunun ne olduğunu ortaya çıkarmak galiba bütün ömrümü alacak.

Daha önce hiç böyle bir başarı belgem olmamıştı. Amerikan futbolu, bu oyunun stratejisi çocukken gerçekten hoşuma giderdi; kurnazlık gerektiren taktiklerde bayağı becerikliydim, ama hep bir parça ağır kalıyordum. Daha sonra, liseye başladığımızda her şey belli bir düzen içinde yapılmaya başladı; üzerimize formaları geçirmiş, kendi takımlarımızı oluşturmuştuk. Herkes durmadan bundan sözediyordu. Spor, yapılırken iyi de, sözü edilince epey sıkıcı bir şey. Her neyse, zaten anlatacaklarım pek fazla sporla ilgili değil.

Anlattıklarımı bir teybe kaydediyor, daha sonra daktiloya çekiyorum. Önce doğrudan kağıda geçirmeyi denedim, ama sonunda kargacık burgacık bir sözcük yığını çıktı ortaya. Neyse, bakalım böylesi nasıl olacak. Adım Owen Thomas Griffiths. Kasımda on yedi yaşıma bastım. Yaşıma göre boyum epey kısa sayılır – 1.67. Herhalde kırkbeşime bastığımda da yaşıma göre boyum kısa kalacak. Ama ne fark eder ki? On iki – on üç yaşındayken beni bir hayli rahatsız etmişti; o zamanlar öteki çocuklara nazaran boyum bayağı kısaydı, gerçek bir yer-cücesiydim. On beş yaşımda, sekiz ay içinde boyumu on beş santim uzatmayı başardım. Bu işi yaparken kendimi berbat hissediyordum, dizlerim insanı iki yandan geren bir işkence aletinden çıkmış gibi ağrıyordu. Ama bütün bu çalışmaların sonunda, eski halime kıyasla, daha uzun boylu olamadığım için pişmanlık duyamayacağım kadar uzun boylu biri olup çıkmıştım. Vücut yapım vasat sayılır, gözlerim siyaha çalar, gür saçlarım var. Saçlarım kıvırcık, kısacık kestirsem de, upuzun bıraksam da kafamın her noktasından fışkırıyorlar. Her sabah saç fırçasıyla boğuşuyoruz ve kaybeden ben oluyorum. Saçımı beğeniyorum. Çelik gibi bir iradesi var. Ne var ki, bu hikayenin konusu saçlarım da değil.

Sınıfımdaki en küçük öğrenci her zaman ben oldum; tek çocuk olduğum için ailenin en küçüğü de bendim. Yaşıma göre çok zeki bir velet olduğum için okula erken vermişler beni. Her zaman yaşıma göre zeki biri oldum. Kimbilir, belki kırkbeşimde de durum değişmez. Aslında bu, kısmen anlatacağım hikayeyle ilgili. Zeki, küçük bir veledin hikayesi yani.

Son sınıfa gelene dek her şey yolundadır. Kimse zerre kadar ilgilenmez sizinle. Kolayca yontulabilecek biri olduğunuz için öğretmenler nasıl da iyi davranırlar. Hatta bazıları sırf bu yüzden sizi sever, evde okumanız için cicili bicili kitaplar verirler. Bazıları çok gücenir buna, ama zaten o öğretmenlerin de Davranış Sorunlu tiplerle uğraşmaktan başlarını kaşıyacak vakitleri olmadığından, matematik ve okuma derslerinde ötekilerden öndesiniz diye size sataşmaya fırsat bulamazlar. Sizin kadar zeki ya da sizden de zeki bir avuç çocuk, ki bunlar genellikle kızlardır, sınıf panosunu hazırlamak, öğretmene liste çıkarmak ve bunun gibi işlerle uğraşırlar. Küçük çocukların ne kadar acımasız olduklarına dair söylenenlere gelince, büyüklerinkinin yanında onların zalimlikleri solda sıfır kalır. Küçük çocukların akıllısı da kafası çalışmayanı da aptaldır işte. Aptalca şeyler yaparlar. Akıllarından geçenleri pat diye söyleyiverirler. Düşünmedikleri bir şeyi söylemeyi öğrenmemişlerdir henüz. Bunu daha sonra, yetişkinliğe geçip, yalnız olduklarım anladıkları zaman öğrenirler.

Sanırım yalnızlığınızın gerçekten farkına vardığınızda çoğu zaman paniğe kapılırsınız. Bundan kurtulmak için apar topar kaçar, gruplara -klüplere, derneklere, takımlara, kalıplara- sığınırsınız. Birdenbire tıpatıp ötekiler gibi giyinmeye başlarsınız. Aslında görünmez olmanın bir yoludur bu. Kot pantolonunuzun delik yerlerine yama koyma biçimi bile sizin için son derece önemli bir şey haline gelir. Çünkü yanlış yamadığınızda bir olamazsınız. Bir olmanız gerekir. Aslında tuhaf bir söz bu, biliyor musunuz. “Bir.” Neyle bir? Onlarla bir. Ötekilerle bir. Hep birlikte. Sayıların güvenliği. Ben, ben değilim. Ben, bir başarı belgesiyim. Popüler bir çocuğum ben. Ben, arkadaşlarımın arkadaşıyım. Honda marka bir motorun siyah derisiyim ben. Bir üyeyim ben. Bir yeniyetmeyim. Siz beni göremezsiniz. Tek gördüğünüz, biz. Biz güvenlikteyiz.

Ve eğer Biz Seni tek başına görürsek, şansın varsa, görmezlikten geliriz. Ama şansın yoksa kafana taş yağdırabiliriz. Çünkü biz kot pantolonu yanlış yamanmış, hepimizin yalnız olduğunu, güvenlikte olmadığımızı anımsatan insanlardan hoşlanmayız.

Ben denedim. Epeyce uğraştım. O kadar çok uğraştım ki artık bunu düşünmek bile içimi kaldırıyor. Tıpkı herşeyin en doğrusunu yapan Bill Ebold gibi yamadım pantolonumu. Oturup beyzbol maçlarının sonuçlarından konuştum. Bir sömestir boyunca okul gazetesinde çalıştım, çünkü içine girebileceğimi gözüme kestirdiğim tek grup oradaydı. Ama hiçbiri işe yaramadı. Neden işe yaramadı, bilmiyorum. Bazen acaba içedönük insanlar, sadece dışadönüklerin farkına varabilecekleri özel bir koku mu salgılıyorlar diye kendime soruyorum.

Bazı çocukların içindeki o Ben duygusu pek fazla gelişmemiş. Grubun gerçek anlamda birer parçası onlar. Ama birçoğu benim de denediğim şekilde davranıyorlar, yani rol yapıyorlar. Aslında içlerinden gruplara katılmak falan geçmiyor, ama gene de kaynaşıyor, idare edip gidiyorlar. Keşke ben de öyle olabilseydim. İyice ikiyüzlü olabilmeyi gerçekten çok isterdim. Kimseye zararı olmaz bunun, hayatı biraz daha kolaylaştıracağı da kesin. Ne var ki, ben hiç kimseyi kandıramam. Onların ilgilendiği şeylerle ilgilenmediğimi biliyorlardı. Bu yüzden beni hor gördüler, beni hor gördükleri için ben de onları hor görüyordum. Öte yandan onlara ayak uydurmaya çalışmayan bir kaç çocuğu da hor görüyordum. Dokuzuncu sınıfta benimle arkadaş olmak isteyen bir çocuk vardı; dişlerini hiç fırçalamaz, okula hep beyaz bir eşofmanla gelirdi. Aslında buna sevinmem lazımdı. Yani daha önce hiç kimse benimle arkadaş olmak istemiyordu. Ama bu çocuk habire bana falancanın ne kadar gıcık, filancanın nasıl hödük biri olduğunu anlatıp dururdu; söylediklerine hak veriyordum vermesine ama her zaman bundan söz etmek de içimden gelmiyordu. Bu yüzden züppenin biri diye onu hor gördüm. Derken, herkesi hor gördüğüm için kendimi de hor görmeye başladım. Ah, ne kadar hoş bir durumdu; içine düşünler neyi kastettiğimi çok iyi anlarlar.

Farklı biri olmamak için canımı dişime takmış çabalıyor, beri yandan hep A alan öğrencilerden biri olmak da istemiyordum. Fakat beden eğitimi dersi her zaman bu sorunu benim yerime çözüyordu. Beden eğitiminde öteki birçok çocuktan daha kötü sayılmazdım, ama Bay Thorpe’un, “Aklını bir an olsun Keats’le Shelley’den uzaklaştırırsan, bir köşeye geçip basketbolun nasıl oynandığını izleyebilirsin Griffiths” yollu sözlerine dayanamadığımdan bu dersi hep asar, D’ler alırdım. Hep Keats’le Shelley idi -en az iki çocuğa daha aynı lafları söylediğini duymuştum. Bu isimler gerçekten büyük bir nefretle, tıslar gibi çıkıyordu ağzından: Keytssssleşşşşelley. Asıl matematik ve fen derslerinde iyi olan birine bu sözleri söylemesi aptalcaydı tabii, ama içimdeki öfkeyle birlikte merakım uyanmış, gidip lise birinci sınıfların edebiyat kitabından Keats’in “Bülbüle Gazel” şiirini okumuştum. Derslerde bize Shelley okutmadılar, ama şehir kütüphanesinde toplu yapıtlarını bulmuş, daha sonra da elden düşme bir kopyasını satın almıştım. Sizin anlayacağınız, “Zincirlerinden Kurtulmuş Prometheus”la tanışmam basketbol öğretmenim Bay Thorpe sayesinde oldu. Kendisine minnet borçluyum. Yine de bu, üçüncü dönemde Bay Thorpe ile işleri kolaylaştırmadı.

Gene de -bakın bu çok önemli- ona hiç karşılık vermedim. Ağzımı bile açmadım. Ona, “Bakın Bay Thorpe, aklımı Keats’le Shelley’den ya da sinüslerle kosinüslerden uzak tutmak istemiyorum, onun için sen git minik topunu zıplatmaya bak, tamam mı!” diyebilirdim. Bazı çocuklar bunu yapabilirdi. Yedinci sınıftaki küçük bir zenci kızın matematik öğretmenimize, “Çek ellerini ödevimden, eğer yapış biçimimi beğenmediysen alır kıçına sokarsın” dediğine tanık olmuştum. Düpedüz kavgaydı bu. Öğretmenimiz bunu hak edecek hiçbir şey yapmamıştı, kıza biraz matematik öğretmeye çalışıyordu o kadar. Ama gene de düpedüz kavgaydı, cesaret gösterisiydi, buna hayran kalmıştım. Hayranlığım hala sürüyor. Ama ben böyle bir şey yapamam. Bende o cesaret yok. Kavgaya girmem.

Olduğum yerde durur, kaçabileceğim ana kadar herşeyi sineye çekerim. Sonra da kaçarım.

Bazen de orda durup herşeyi sineye çekmekle kalmaz, onlara gülümser, özür dilerim.

Yüzüme o gülümsemenin yayıldığını hissettiğimde suratımı koparttığım gibi ayağımın altına alıp çiğnemek gelir içimden.

Doğum günümden bu yana beş gün geçmişti. Onyedinci yaşımdan beş gün almıştım. 25 Kasım Salı. Yağmur. Okul çıkışı yağmur iyiden iyiye bastırınca, ben de otobüse atlamıştım. Durakta otobüs bekleyip Ölümün Soğuk Elini üzerimde duyarken ıslanmış olan pardösümün yakasını ensemden uzakta tutmaya çalışıyordum. Bir tek boş yer vardı. Oraya oturdum, otobüse bindiğim için kendimi suçladım.

Otobüse binme suçu. Suçum, otobüse binmek. Bakın, genç olmanın gerçekten en berbat yanı, incir çekirdeğini doldurmayan bu tür zırvalıklardır.

Otobüse bindim diye kendimi suçlamanın nedenine gelince: Doğum günümden bu yana beş gün geçti demiştim, öyle değil mi? Doğum günümde babam bana bir hediye almıştı. Ama gerçekten muhteşem bir hediyeydi. İnanılmaz bir şeydi. Çok önceden bunu aklına koymuş ve kuruş kuruş para biriktirmiş olmalıydı. Okuldan döndüğümde orada beni bekliyordu. Evin önüne park edilmişti, ama daha önce bunun farkına varmamıştım. Babam durmadan bununla ilgili imalarda bulunmuş, ama hiçbirine uyanamamıştım. Sonunda beni dışarı çıkarıp gösterdi. Anahtarları elime tutuşturduğunda yüzü, gurur ve hazdan ağlayan biri gibi çarpılmıştı.

Hediyem bir arabaydı tabii ki. Markasını söylemeyeceğim, zaten ortalıkta yeterince reklam var. Araba sıfır kilometredeydi. Saati, radyosu, her türlü aksesuarı vardı. Babamın bütün bunları bana göstermesi tam bir saatini aldı.

Araba sürmesini çoktan öğrenmiş, Ekim ayında ehliyetimi almıştım. Acil durumlarda işe yarayacak bir şey gibi görünüyordu. Hem böylece annemin bir takım işlerini görecek, hem de kendi başıma çıkıp gezebilecektim. Annemin arabası vardı, babamın arabası vardı; şimdi benim de bir arabam olmuştu. Üç kişi, üç araba. Ama bir sorun vardı. Ben araba istememiştim.

Böyle bir şey kaça malolmuştu? Sormadım, ama en az bir üç bin doları vardı. Babam muhasebeci. Bu tür gereksiz şeylere harcayacak paramız yok. Arabaya yatırdığı parayla bir öğrenim bursu alsam, MIT’de* bir yıl ya da daha uzun bir süre okuyabilirdim. O pırıl pırıl minik kapısını açmadan önce aklıma ilk gelen şey bu olmuştu. Parayı banka hesabına yatırabilirdi. Yokluğuna üzülmeme fırsat vermeden arabayı satabilirdim tabii. Daha sonra aklıma gelen şey bu olmuştu. O sırada babam anahtarları elime tutuşturup, “Artık tamamen senin evlat” diyerek, suratını yine aynı şekilde çarpıttı.

"

Her Yerden Çok Uzakta kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Her Yerden Çok Uzakta