Servet Hanım o gece hiç uyuyamadı. Bağışlayamama, olanca acılığıyla zehirliyordu onu. Onu yaşatmamışlardı, onu sevmemişlerdi, onu hasta etmişlerdi, kocası ve çocukları. Hiçbirinin umurunda değildi Servet Hanım. Onlara ödetmeliydi, onları pişman etmeliydi. Onu yaşatmamanın acısını çıkartmalıydı onlardan. Ölmekten başka silahı yoktu. Oysa yaşamak istiyordu.

Kadınlar da Vardır, Erendiz Atasü’nün yayımlandığı günden beri değerini kaybetmeyen yapıtlarından biri. 1982 yılında dönemin en önemli öykü ödüllerinden Akademi Kitabevi Öykü Ödülü’nü kazanan bu eser, Türkçe edebiyatın kadını anlatışına yepyeni bir boyut kazandırıyor.

Sekiz kadın hikâyesinden yola çıkarak yazılan bu öyküler, farklı geçmişler ve farklı donanımlara sahip kadınları tek bir ortak nokta üzerinden seslendiriyor: Böyle örgütlenmiş bir dünyada her şeye rağmen ayakta kalabilmek.


Üçüncü Basıma Önsöz

Kadınlarda Vardır şanslı bir kitaptı. Henüz dosya halindeyken, 1982 yılında, yeni ve genç yazarlara yönelik Akademi Kitabevi Yarışması’nda öykü dalında birincilik ödülünü kazandı ve böylece adı duyulmamış bir yazarın yapıtı olmasına karşın, okura ulaşma şansına kavuştu. Bir yıl daha gecikseydi, yazan -yaşı geçtiğinden dolayı- yarışmaya giremeyecek, Akademi Kitabevi ödüllerini Türk edebiyatı ile buluşturduğu Feyza Hepçilingirler, Ahmet Yurdakul gibi yazarların arasına katılamayacaktı.

Kadınlar da Vardır okuruyla inanılmaz bir kaynaşma yaşadı ve çeşitli nedenlerle kitapçı vitrinlerinden uzak kaldığı on küsur yıl boyunca, okur yapıtı unutmadı.

Kitabı bu çok uzun aradan, izleyen dört öykü kitabı ve bir romandan sonra yeniden yayıma hazırlarken kimi yerleri bana pırıltılı, kimileri acemice göründü. Acemice bulduklarımı yeniden kotarabilir miydim? Düşündüm… Hayır, Kadınlar da Vardır kendi toyluğu, içtenliği ve çekiciliği içinde bir bütündü. Teline dokunmadım. (Yalnız, bir tel ekledim, “Yemen’den Bir Yel Esti” öyküsünü ve üçüncü baskının kapağını esinleyen, anneannemin 1910 yılında çekilmiş fotoğrafının arkasındaki, elyazısı ithafı.)

İstedim ki okur, diğer kitaplarımı da okumuşsa, bu yapıtlarda yazarın olgunluk çağına doğru kendi yazma yeteneğini şaşkınlıkla keşfeden henüz genç bir kadından; başlıca yaşam amacı, şenliği ve kaygısı edebiyat olan bir insana dönüşüm serüvenini izleyebilsin.

Kadınlar da Vardırın ilk okuru, o zamanlar eşim olan Dr. Ergin Atasü idi, ilk eleştirmeni Remzi İnanç, öykülerin ilk yayımcısı, “Balkon Saati’ni Edebiyat-Sanat ‘81 dergisinde yayımlayan Tanju Cılızoğlu. Onların yüreklendirmeleri olmayaydı, bu yapıt var olabilir miydi?

“Kadınlar da Vardır”ı on beş yıl sonra, okuruyla yeniden buluşmaya gönderirken, Akademi Kitabevi Yarışması’nın kurucusu, artık aramızda olmayan Hadi Olca’yı, ödül jürisinin aramızdan ayrılmış üyeleri A. Kadir’i, Asım Bezirci’yi, Emil Galip Sandalcı’yı saygıyla anıyor; jürinin diğer üyesi Vedat Türkali’ye, buradan saygılı bir “Merhaba” diyor; belleğim beni yanıltıyorsa ve jüri üyeleri arasında anmayı unuttuğum isimler varsa bağışlanmamı diliyorum.

Erendiz Atasü 12 Ağustos 1997

BİR TREN YOLCULUĞU

Paris’ten Lyon’a giden trenin ikinci sınıf on bir numaralı kompartımanına önce Madam Duval geldi. Tedbirli kadındı Madam Duval, gecikmekten hiç hoşlanmazdı. Ayla Akman ve Gülseren Dede, yabancı ortamın verdiği ürkeklikle telaşlı telaşlı trene bindikleri zaman, Madam Duval, yolculuk boyu kendisine eşlik edecek kadın dergisi ve bisküvileriyle pencere kenarındaki köşesine çoktan yerleşmişti.

“Karşılıklı oturalım, bacaklarımızı birbirimize doğru uzatır, rahat ederiz.”

“İyi, hey bana bak. Doğru trendeyiz, değil mi?”’

“Canım, elbet doğru trendeyiz. Amma da vesveselisin.”

Madam Duval konuşulan dili bir şeye benzetememişti. Gözlüklerinin üstünden iki genç kıza bir bakış fırlattı. (Nece konuşuyorlar acaba? Şu esmeri İspanyol olabilir. Ya da GüneyAmerikalı. İspanyolca bu galiba? Güney Amerikalıların dili İspanyolcadır, değil mi. Yok canım, Portekizce konuşmazlar mı? Portekizce… Amaan her neyse, canım…) Madam Duval bakışlarını gözlüklerinin içine çekti. Oldum bittim yabancılardan pek hoşlanmazdı zaten.

Trenin kalkmasına beş dakika kala, kompartımanın

kapısında, Lyon’da manifatura mağazası sahibi Mösyö Tot’un önce kafası sonra kendisi belirdi. Mösyö Tot, “Epey boş yer var,” diye düşünerek içeri girip oturdu. Saatine bakıp kalkışa kaç dakika kaldığını saptadı ve cebinden çıkardığı gazetenin bulmacasını çözmeye koyuldu.

Matmazel İvon Dölarö, tren kalkarken bindi. Ancak yetişmişti. On bir numaralı kompartımanın kapı kenarına oturuverdi. Lyon’a ailesinin yanına birkaç gün dinlenmeye gidiyordu. Yorgundu, tükenmişti İvon. Duygusal bir ilişkiyi bitirmişti bir gün önce, daha doğrusu sevdiği adam bırakıp gitmişti onu. Böyle olacağı belliydi epeydir ya… İvon, kollarını kavuşturdu, bacak bacak üstüne attı, gözlerini boşlukta bir noktaya dikti, içinde bulunduğu yerden ve yaşadığı zamandan soyutlanmışçasına köşesine büzüldü kaldı.

Ayla, İvon’un güzelliğine dikkat etti önce. (Zeytin yeşili dedikleri göz böyle olsa gerek.) Sonra da kadınca sezisiyle az çok anlayıverdi İvon’un durumunu. Anladı; çünkü hastanın halinden en iyi o hastalığı çeken bilirdi. Kendisi de bu yolculuğa biraz da bir gönül kırıklığını unutmak için çıkmamış mıydı? Ayla’nın köşesinden, ezikliği içinde kırık dökük bir oyuncak gibi oturan İvon’un köşesine sevgi dolu bir bakış gitti. (Ya kardeşim, dünyada erkek olmak varmış, zor iş kadınlık, Fransa’da ve her yerde…) Ayla’nın düşünce kanalıyla uzattığı el havada kaldı. İvon bu eli sezemedi. Hiçbir şey sezinleyemeyecek denli hastaydı. Yol arkadaşlarıyla ilgilenmek aklına en son gelecek işti.

Gülseren kocaman çantasında büyük bir gayretle bir şeyler arıyordu. Sonunda buldu aradığını… Çikolata… Yarısını Ayla’ya uzattı.

“Almaz mısın?”

“Yok, sağ ol…”

“Al, canım, hepsi çok bana.”

Ayla ile Gülseren çikolatalarını yiyip susuyorlardı. Bu yolculuğa çıkalı beri fazla konuşmamışlardı zaten. Gülseren tüm dikkatiyle pencereden görünen yeşil düzlükleri seyrediyordu. Ayla bir yandan kompartımandaki yolcuları izliyor, bir yandan düşünüyordu. Eski arkadaştılar Ayla ve Gülseren. Çok severlerdi birbirlerini. Fakültede birlikte okumuşlar, şimdi de birlikte çalışıyorlardı. Bu yaz tatilinde birlikte bir Avrupa gezisi yapmayı tasarlamışlar, bu amaçla maaşlarından biriktirdikleriyle, Edirnekapı Gümrüğü’nden Münih’e, oradan Paris’e, oradan da onları Lyon’daki bir arkadaşlarına götüren şu tren kompartımanına varmışlardı. Bir hafta sonra Ankara’da işlerinin başındaydılar. Geziye çıktıklarından beri pek konuşacak şeyleri kalmamıştı işte. Galiba bir an önce evlerine dönmeyi istiyordu ikisi de. Nereden esmişti akıllarına bu gezi? Avrupa görmüşlük… Avrupa görmüş olmak için mi? Yeni yerler, yeni insanlar tanıma isteği mi? Yoksa her gün birlikte olunan yüzleri görmeme isteği mi? Kafdağı’nın ardındaki güzelliği, ya da sekizinci dünya harikasını bulacaklardı belki de. Oysa buldukları neydi? Bulgaristan’da güller, Yugoslavya’da trafik kazaları, Avusturya’da yeşillikler arasında sivri damlı kiliseler ve bir otobüs dolusu, Avrupa’ya çarşı pazara giden orta yaşlı, orta halli, kentsoylu Türk gezgincisi. Sonra Münih, sosis, caddelerde Türkçe ve Türk işçileri, Olimpiyat Stadı. Sonra Paris, anlaşılmayan bir dil, el kol işaretleri, metroda önce yolu, dolayısıyla da yarım günü yitirmek ve bu konuda birbirlerine söyledikleri tatsız sözler, parasız kalma korkusuyla her öğün yenen sosisli sandviçten kabızlık ve elde bir turist rehberi, sabahın köründen akşama kadar tabanı yarılasıya koşturmak… Ve taa ortaokul çağından beri Paris’te Aşk, Paris’te Yağmur, Paris’te falan filan filmlerinden ezberlenen, sakızlaşmış “Paris turistik görüntüleri”… Ve bu kompartıman…

Özgür olma isteği… Neden buydu. Özgürlüklerini kanıtlamak istemişlerdi. Yükseköğrenim görmüş, hayatlarını kazanan özgür genç hanımlar… Fransa’ya kadar gitmekle çemberlerinden birini kıracaklardı. Otobüsteki o hippi kılıklı oğlan bile öyle dememiş miydi… “Vallahi bravo… Kız başınıza, kimseyi tanımadan etmeden, kalacağınız yeri önceden belirlemeden, bu ne cesaret…” Gezi özgürlüğüne ve ekonomik özgürlüğe sahip çıkmak… Oysa, Fransa saatiyle 10.18’de, Paris-Lyon yolcu treninin 2. sınıf, on bir numaralı kompartımanında, Ayla ile Gülseren kendilerini hiç de özgür duymuyorlardı. Çok az bilinen bir kentten hiç bilinmeyen bir kente doğru, bilinmeyen bir ovada delice koşturan bir trende, iyi bilinen çevrelerin zorlayıcı baskılarının hiçbiri yokken, özgür olmayabiliyordu insan da; belki, çok iyi bilinen bir çevrede, tüm zorlayıcı baskılarla, belki de bir parmaklığın ardında, daha özgürdü.

Aslında bir şeylerden kaçıp bir şeyi kovalıyorlardı. Peşinden koştuklarına “özgürlük”, “mutluluk” gibi isimler takıyorlardı. Kaçtıkları şeyin adını pek iyi bilmiyorlardı. Arada “çevre baskısı” diyorlardı ona da… Ayla, bu kompartımanda kaçtığı şeyin kendi içinde olduğunu anlıyordu. Kaynağı ister çevre baskısı olsun, ister ne olursa olsun, kaçtığı ve bir türlü kaçamadığı o şey ya da şeyler kendi içindeydi, kendisiydi… Ayla, kendi kendisinin tutsağı olmuştu. Kendini kendine bağlayan bu zinciri paralayıp yüzünü dışarıya dönmedikçe; hiçbir zaman özgür olamayacaktı. Zinciri ancak kendisi koparıp atabilirdi. Münih, Paris, Londra falan değil. Yoksa Güney Kutbu’na bile gitse boşuna. Hiçbir şey değişmemişti işte. Gönül kırıklığı bile olduğu gibi duruyordu. Yoksa, daha da mı artmıştı ne… Yer değiştirmek hiçbir şeye yaramamıştı. Hiçbir şey değişmemişti. Oysa değişmesi gereken şeyler vardı. Kendisi, kendisi değişmeliydi…

"

Kadınlar da Vardır kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Kadınlar da Vardır