Fenomen romanlar Olasılıksız ve Empati’nin yazarı Adam Fawer’dan OZ!
Dorothy ilk defa öldüğünde on iki yaşındaydı. En azından bana söylediği buydu. Delirdiğini düşünmüştüm ama şimdi ona inandığım için esas deli ben miyim diye merak ediyorum.
Öyleysem bunların hiçbirinin önemi yok demektir. Ama değilsem…
Eh, o zaman dünya benim düşündüğüm gibi bir şey değil demektir. Üstelik tek bir dünya yok.
Kafanız karıştıysa canınız sıkılmasın. Benimki de karışmıştı. Okuyun, anlayacaksınız. Sonra karar verirsiniz: Ben mi delirdim yoksa siz mi?
Hortum seni sürükledi. Şimdi hikâyeye baştan başlayacaksın. 
Aklını, kalbini, duyularını karıştıracak bir dünyayla karşı karşıyasın. Bu diyarda gündüzler karanlık turuncu, güneş siyah, geceler bembeyaz. Büyünün yerini bilim aldı. Hatırladığın herkes, her şey artık çok daha güzel, korkunç, acımasız. 
Yeniden keşfetmeye hazırlan: OZ’u ya da kendini!

OZ

İki oğlum var.
Büyüğüne babam Philip’ten esinle Phineas adını verdim. Küçüğüne tek gözlü tanrıdan esinle Odin adını verdim.
Bu kitap onlara.

TEŞEKKÜR
Teşekkür faslını bu kitabın baskıya girişinden hemen önce yazıyorum, bu yüzden hızlı olacağım.
Türkiye halkı olmasaydı bu kitabı yazamazdım.
İlk kitabım Olasılıksız, ABD’de çarçabuk yayıncı buldu ve ardından on sekiz dile çevrildi. Başardığımı, hayatımın kalanını romancı olarak geçirebileceğimi zannettim. Ama yanılmışım. Maalesef kitabım dünyanın hemen her köşesinde iyi satış yaparken ABD o köşelerden biri olmadı. Bu, romancılıkla ailemi geçindiremeyeceğini, dolayısıyla sadece yazarak idare edemeyeceğim anlamına geliyordu.
Haliyle ikinci kitabım Empati’yi sadece Olasılıksız’ın en iyi satıldığı ülkelere, Almanya, Japonya ve evet, Türkiye’ye satabildim.
Türkiye’de popüler olduğumu Twitter ve Facebook’tan biliyordum ama ne kadar popüler olduğumu, bir numaralı hayranım, Türkiye editörüm ve arkadaşım Kemal Egemen İpek sayesinde 2009’da İstanbul ve Ankara’ya geldiğimde anladım. O seyahat, hayatımın en güzel haftasıydı.
Ama eve döndüğümde coşku, pırıltı söndü ve günlük hayatıma döndüm. Yazmaya devam ettim ama hem çalıştığım iş, hem iki çocuk derken zaman azlığından, daha seyrek yazmaya başladım. Aklımda bir kitap daha vardı, hatta taslağını çıkarmıştım ama üzerinde çok çalışılması gerekiyordu ve asla bitiremeyeceğimi içten içe biliyordum.
Derken 2010 başlarında Brooklyn’e sürpriz bir ziyaretçi geldi: Egemen. Bizim evin hemen yanındaki Avustralya barında Egemen bana üçüncü kitabımı bitireceğime dair söz verdirdi. Becerebileceğimi sanmadığımdan söz vermek istemedim ama Egemen kolayca reddedilecek biri değildir ve birkaç biranın ardından boyun eğdim.
Egemen ertesi gün Türkiye’ye döndü, bense işime döndüm. Galiba bir ay sonraydı, gmail üzerinden konuştuk.
“Selam şampiyon, nasıl gidiyor kitap?”
“Gitmiyor,” dedim. ”Ama çabalayacağım.”
Bir ay daha yazmadım, Egemen yine aradı: “Biraderim, Türkiye’deki hayranların bekliyor.”
“Tamam, bu hafta yazacağım bir şeyler, söz.”
Tüm mesajlaşmalarımızı sıralayarak canınızı sıkmayayım Sonuçta Egemen’in mesajları ve e—postaları geçtiğimiz altı yıl boyunca neredeyse her ay böyle devam etti. Elinizdeki bu kitap, Egemen’in tüm cesaretlendirmelerinin doğrudan sonucudur. Ve elbette, hikâyelerimin Türkiye’de okurları olduğunu bilmenin…
Kısacası, diyebileceğim tek şey: teşekkür ederim. Kitaplarımı okuduğunuz için teşekkür ederim. Egemene, bu hikâyeyi içimden bin bir çabayla çıkardığı için müteşekkirim. Bir de galiba bitmedi çünkü bu kitabı bitirip devamına başladığımdan beri Egemen mesajlara yeniden başladı: “Birader, nasıl gidiyor kitap?”
“Yavaş,” diyorum artık. “Ama bitireceğim. Söz.”
Adam Fawer 12 Haziran 2016

GİRİŞ

Dorothy ilk defa öldüğünde on iki yaşındaydı. En azından bana söylediği buydu. Delirdiğini düşünmüştüm ama şimdi ona inandığım için esas deli ben miyim diye merak ediyorum. Öyleysem bunların hiçbirinin önemi yok demektir. Ama değilsem… Eh, o zaman dünya benim düşündüğüm gibi bir şey değil demektir.
Üstelik tek bir dünya yok.
Kafanız karıştıysa canınız sıkılmasın. Benimki de karışmıştı. Okuyun, anlayacaksınız. Sonra karar verirsiniz: Ben mi delirdim yoksa siz mi?
Seymour Crowe Ağustos 2015

1 KAYIVEREN BALTA

Yalvarmayacaktı. Em Teyze dövecekse döverdi. Yalvarması dayağı daha beter kılardı. Belki günün birinde ihtiyar cadaloza diklenecek gücü bulurdu. O gün, bugün değildi ama.
Dorothy fanilasını çıkardı ve toprak zeminde ilerleyip simsiyah kırbacı paslı çividen alarak uzattı. Ardından ellerini ahırın kereste duvarlarına yaslayıp bacaklarını iki yana açtı.
Derin bir nefes alıp dişlerini sıktı.
Bir an önce başlamasını diledi içinden. Ne kadar çabuk başlarsa o kadar çabuk biterdi.
Mısır tarlalarından bir esinti geldi, Dorothy becerebildiğince kastı kendini. Baştan ayağa titriyordu.
Nihayet duydu. Sesi, beş yaşındaki bir ufaklığın mum üflemesini andıran sahici sesi duydu. Ardından yakıcı acı gelerek düşüncelerinin tümünü bir yana attı. Kırbaç sırtında şaklamıştı. Saymaya başladı.
Bir.
Kırbaç alev almış bir piyano teliydi âdeta.
İki.
İlk yara açıldı.
Üç.
(Yarısı bitti… Yarısı bitti… Altıdan fazla vurmaz hiç…)
Dört.

(…)

“Seni doğru dürüst büyütürüm sanmıştım ama tabiatla didişecek halim yok. Anan gibi serserinin tekisin sen. Yabaninin tekiydi, laf dinlemezdi. Kendini herkesten üstün zannederdi.”
“Adını ağzına alma,” diye fısıldadı Dorothy. Sesi, sivrisinek vızıltısından yüksek değildi.
“Ne oldu peki sonunda?” diye gürledi Em Teyze. “On sekizinde hamile!”
“Lütfen, sus,” diye yakardı Dorothy.
“Yirmi dördünde de toprak altına! Babansa—”
Daha fazla dayanamadı Dorothy.
“SUS ARTIK CADALOZ!”
Sert bir tekme yedi böğrüne.
Dorothy devrilince teyzesi tepesine çöküp, kudurmuş bir rakun misali pençelemeye, yumruklamaya başladı. Dorothy korunmak için ellerini kaldırdı ama saklanacak yer yoktu. Dayak sona erdiğinde soğuk toprak zeminde, ağzında bakırsı kan tadı, eli çatlak kaburgasında, iki büklüm kaldı.
“Nefret ediyorum senden,” dedi Dorothy hıçkırıklar arasında.
“Defol git o zaman,” diye tısladı Em Teyze. “Müptelalar, tecavüzcüler ve hırsızlar arasında bir hafta kal; sonra bak nasıl geri dönmek için yalvarıyorsun… Belki o zaman bana saygılı davranırsın.”
Dorothy ağız dolusu kan tükürüp şişmemiş gözüyle baktı tepesinde dikilen ihtiyara.
“Bu geceden sonra beni bir daha hiç göremeyeceksin,” diye fısıldadı.
“Anan da öyle derdi, şekerim.” Göz devirerek sırıttı Em Teyze.
“Ne oldu peki sonunda?”

Dorothy yalnızdı, sırtüstü uzandı. Yanaklarından süzülen yaşlar, kararmış, kan lekeli yüzünde incecik yollar açıyordu. Teninde temizmiş gibi gelen tek yer, ensesindeki üç kat bandaj kalan yaraydı. Geçen cumayı düşünerek parmaklarını bandajın kenarında gezdirdi. Az daha canını alacak oğlanla tanıştığı günü…

Ahırın havası basık ve sıcaktı. Sıcaklık, hani odada bir şey varmış gibi, hani fırını açtığınızda yüzünüze çarpıverir ya, öyleydi. Dorothy bir saman yığınının üzerine oturup tozlu duvara yaslandı. Toto sessizce soluyarak yanına yattı, uzun dili sarkıyordu ağzından. Dorothy hayvanın kulaklarının arasını kaşıdıktan sonra Bowie’sini aldı.
Dorothy kucağındaki eli yavaşça kesti. Taze kesikte parmağını gezdirdi. Fazla düz olmuştu, biraz kıvrım eklemesi gerekecekti. Eli. bileğinden çıkan eğri büğrü parçalarla bir tarafını çizmemeye dikkat ederek tekrar yerleştirdi.
Gölge tam o anda ahır kapısında belirip içeri girdi.
Bir oğlandı gelen.
Boyuna bakılırsa büyüktü Dorothy’den. On üç. belki on dört yaşındaydı. Beyaz tişörtü daha yeni ütülenmişçesine kırışıksız, kot pantolonuysa az evvel satın alınmışçasına temizdi. Kasabadaki diğer çocukların aksine saçları öyle düzgün ve kısa kesilmişti ki Dorothy neredeyse kafa derisini görebiliyordu oğlanın. İnce yapısına rağmen kol ve omuzlan, çiftlik işine alışkınmışçasına kaslıydı.
Toto homurdandı. Oğlan başını çevirip onlara doğru baktı. Gözleri henüz ahırın loşluğuna alışmamıştı.
“Kim var orada?” dedi oğlan.
Toto, Dorothy durduramadan atıldı, oğlanı yere yatırıp tepesine çıkarak öfkeyle havlamaya başladı. Dorothy hemen toparlandı, köpeği tasmasından yakalayıp geri çekti.
James Black tarafından, unlu Jim Bowie için 19. yüzyıl ballarında tasarlanıp yapıldı.

Oğlan, “Teşekkürler,” diye lafa başlayıp aniden, “aman!” dedi. Yüzü gömleğinin beyazına dönüverdi. “Lütfen… Öldürme beni!”
Dorothy koca bıçağı elinde tuttuğunu fark etti. Bıçağı belinden sarkan kılıfına soktu.
“Kusura bakma” dedi utanarak. elini uzattı.
Oğlan Dorothy’nin elini tutarak doğruldu Bir anlığına el ele ve yüz yüze durdular. Tuhaf gelmeliydi ama gelmedi. Oğlanda bir şeyler vardı sanki. Derken Dorothy’nin elini bırakıp geriledi. Büyülü an geçmişti.
“Ben… Adım, Jack.”
“Dorothy. Bu da Toto.”
“Selam.”
“Selam.”
Bir anlık suskunluğun ardından Jack zemini işaret etti.
“E… Nedir bu kesik el?”
Dorothy ayaklarının dibindeki kaskatı ele baktı. Eğilip aldı, pürüzsüz çam dokusu ne hoştu…
“Yontuyordum…”
Jack anlamamışçasına baktı.
“Tahta oyma falan işte.”
“Ha,” dedi Jack.
Dorothy kendisini aptal köylüler gibi hissetti.
Hafifçe öksürdü Jack. “E, niye el oyuyorsun peki?”
“Bilmem,” dedi Dorothy. “Bu sabah kalktım ve…”
İçimden tahtadan bir el oymak geldi. Önemli olduğu… Ovmam gerektiği…
“…iyi bir fikirmiş gibi geldi. Normalde sadece tahtadan bıçak oyarım.”

Jack, karşısında bir akıl hastası varmışçasına yavaşça onayladı. Bugün bir el oyayım dedin,” dedi. “Ama normalde bıçak oyuyorum.”
—Buralarda yapacak pek bir şey yok,” diyerek omuz silk„ Dorothy. “Bıçaklar da hoşuma gidiyor.”
“Öyledir herhalde.”
Rahatsız bir sessizlik çöktü ama Dorothy sohbeti sürdürmeye çabaladı.
“E, sen niye geldin Codell’e?”
“Ailece memleketi geziyoruz. Arabamız şu sirk kazasına karıştı. Kansas’ta çakılı kaldık birkaç günlüğüne.”
“Ya,” dedi Dorothy. Hayal kırıklığı vardı sesinde.
Ne sandın? Kasabaya yeni, kıyak bir oğlanın taşındığını, aniden yakın arkadaşın olup seni ebedi can sıkıntısından kurtaracağını mı?
(Belki.)
Oğlanın söylediğini düşünerek kaş çattı Dorothy. “Sirk kazası mı dedin?”
“Hı—hı,” dedi beriki. “Bir sirk konvoyu 99 numaralı yolda giderken en öndeki aracın lastiği patlıyor. Zincirleme. On sirk kamyonu birden. Sonra biz…”
“Yaralanan var mı?”
“Sanmıyorum,” dedi Jack. “Ama birkaç hayvanın kaçtığını duydum.”
Normalde hemen fırlar, bakmak için çevreyoluna koşardı ama Jack’in de kazaya karıştığını düşününce bunun pek hoş kaçmayacağına karar verdi.
“E, neler yapılır buralarda?” diye sordu Jack.
“Pek bir şey yok yapacak,” dedi Dorothy. “Çiftliği gösterebilirim istersen.”

Jack omuz “Olur,” dedi.
Dorothy anında kendisini pek aptal hissem. Kasaba dışından gelme bu oğlanın çiftliği görmek isteyeceğini de nereden çıkarmıştı? Ama yapacak bir şey yoktu artık.
“Gel,” dedi. “Domuzlara yem verebilirsin mesela.”
“Süper”
Samimiyetle mi söylemişti bu lafı, bilemedi Dorothy. İyi gelmişti ama. Oğlanın önüne düşüp gezdirmeye başladı. İnekleri, tavukları, keçileri ve elbette domuzları gösterdi. Arazinin ta diğer ucuna varmışlardı şimdi.
Crovve’ların arazisini onlarınkinden (gerçi Em Teyze’nin her seferinde çarçabuk vurguladığı üzere bu arazi Dorothy’nin değildi ve asla olmayacaktı) bir çıt ayırıyordu. Çit direklerinden birinin üzerindeyse Seymour, neredeyse düşüverecekmiş gibi oturuyordu.
Sarışın, zayıf oğlan her zamanki gibi iki büklümdü ve defterine hararetle bir şeyler karalıyordu.
“Ne yapıyor?” diye sordu Jack.
“Matematik,” dedi Dorothy.
“Ödev yapmak için garip bir yer,” dedi Jack. “Bir dakika… Sizde okul açık mı hâlâ?”
“Yok ya… Üç hafta önce kapandı.”
“Niye matematikle uğraşıyor peki bu?”
“Uğraşıyor işte,” diyerek omuz silkti Dorothy. “Bir defasında öğretmenden duymuştum: İngilizce sınav kâğıdını süper karmaşık, öğretmenin bile anlamadığı formüllerle doldurmuş. Dediğine göre yazdıklarının çoğu anca üniversitede öğretiliyormuş.”
“Acayipmiş.”
“Öyle,” dedi Dorothy. Seymour’un karalamalarını düşündü. Sahiden acayipti onlar.


Merhaba bu sayfayı daha önce ziyaret ettiğin için bu kitabı okumuş olabileceğini düşündük. Dilerseniz yeni kitaplara göz atabilir ya da rastgele bir kitap seçebilirsin. Aşağıdaki kutucuğu kullanarak hızlı bir arama da yapabilirsin.


"

OZ kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?