Konserveciliğin zirveye ulaştığı 1930’lar Amerikası’nda fabrika işçilerinin yanı sıra sanatçılar, bilim insanları, fahişeler ve serserilerin bir arada yaşadığı bir dünyadır Sardalye Sokağı. Memleketi California’daki bu küçük sokağın tüm renkliliğini, canlılığını, yaşanılan çelişkileri ve kavgaları okurla buluşturan John Steinbeck, gerçek hayattan esinlenerek unutulmaz karakterler yaratır.

Renkli tiplemelerin ve olayların süslediği hikâyede, çalışmayı, düzenli bir hayat sürmeyi, sıradanlaşmayı inatla reddeden Mack’in başını çektiği aylak takımı sistemin dışında yaşamanın, sömürü çarklarına başkaldırmanın, dayanışmanın, ihtiyaç duyulan kadarıyla yetinmenin ete kemiğe bürünmüş halidir.

Her insan gibi hata yapan, kimi zaman coşan, kimi zaman hayata küsen, planlarını her zaman istediği gibi hayata geçiremeyen tüm tanıdık karakterlerin sıradan yaşamlarından sarsıcı kesitlerle gerçek dünyayı usta yazar Steinbeck’in gözlerinden görmek isteyenler için..


Sardalye Sokağı

GİRİŞ

California’da Monterey’in Sardalye Sokağı bir şiir, bir koku, gıcırtılı bir ses, bir ışık demeti, bir renk, bir itiyat, bir özlem, bir rüyadır. Sardalye Sokağı bir araya toplanmış, darmadağın olmuştur. Teneke, demir, pas, kıymıklı tahta parçası, delik deşik kaldırım, ot bürümüş arsa, hurda yığını, oluklu saçtan yapılmış sardalye kutuları, korna sesleri, aşçı dükkânları, kerhaneler, küçücük yerlere tıkılmış bakkal dükkânları, lâboratuvarlar ve serseri yataklarıyla doludur. Buranın sakinleri de vaktiyle birinin dediği gibi, “orospular, pezevenkler, kumarbazlar ve eşşoğlu-eşşekler”den ibarettir ki; bununla bütün mahalle halkı anlatılmış olur. Ama bunu söyleyen adam bir başka delikten bakıverseydi mahalleye, onlar için “evliyalar, melekler, mazlumlar ve mübarek insanlar” diyebilirdi, o zaman da yine herkesi tanımlamış olacaktı.

Sabahları sardalye avından dönen kafileler düdüklerini çala çala salınaraktan koya gelirler. Batasıya yüklü gemiler konserve imalâthanelerinin kuyruklarını denize saldığı yerde kıyıya çekilirler. Bu benzetme özellikle yapılmıştır, çünkü imalâthaneler körfeze ağızlarını verecek olsalardı, kutulanmış sardalyelerin öteki ucundan çıkışı mecazen bile olsa pek dehşet verici bir şey olurdu. Ondan sonra fabrikaların düdükleri haykırmaya başlayınca, bütün mahalle birden ayaklanır; kadın erkek herkes alelacele sırtlarına bir şey geçirerek yallah sokağa, işe koşarlar. Daha sonra gıcır gıcır arabalar yukarı sınıfları aşağı taşımağa başlar; muhasebeciler, müdürler, patronlar yazıhanelerine girip gözden kaybolurlar. Derken İtalyanlar, Çinliler, Polaklar; pantalon ve lâstik çizme giyinmiş, muşamba önlüklerine bürünmüş kadınlı erkekli bir alay insandır sökün eder. Yakalanan balıkları temizleyip, pişirip kutulara yerleştirmek için koşarak gelirler: gümüşî balık nehirleri gemilerden fabrikaya aktığı sürece ve tekneler suyun üstünde biraz daha yükselerek bomboş kalıncaya kadar bütün sokak bir bağırtı, bir çağırtı, çığlıklar içinde çalkalanır durur. En son balık da temizlenip pişirilerek kutulanıncaya kadar sardalye imalâthaneleri gürültü, patırdı, bağırış çağırışla inilder; sonra düdüklerin sesleri yeniden duyulur, üstünden sular sızaraktan balık kokan yorgun İtalyanlar, Çinliler, Polaklar kadınlı erkekli sokağa dökülür, evlerine doğru yavaş yavaş tepeyi tırmanmaya başlayınca, Sardalye Sokağı yeniden kendini bulur, sessiz ve sihirli haline bürünür. Normal hayat geri dönmüştür. Can sıkıntısıyla selvi ağaçlarının gölgesine sığınmış serseriler ortaya çıkar, boş arsalara bırakılmış paslı borular üzerinde toplanırlar. Dora’nın evindeki kızlar eğer güneş varsa sırtlarını ısıtmak için dışarı fırlarlar. Doktor -herkes onu sadece Doc diye bilir- Batı Biyoloji Lâboratuvarından karşı yana geçerek Lee Chong’un dükkânından yarım galon bira almaya gider. Ressam Henri burnunu cins bir airdale gibi bir arsaya yığılmış hurda yığınına daldırarak yapmakta olduğu kayık için işe yarar bir demir ya da tahta parçası arar. Derken akşam karanlığıdır çöker mahalleye. Dora’nın evinin önünde Sardalye Sokağı’na yapma bir mehtap getiren lâmba yanar. Doc’un ziyaretine gelen dostları Batı Biyoloji Lâboratuyarı’nın kapısını çalarlar, o da bira almak için yeniden sokağı geçip Lee Chong’un dükkânını boylar.

Bu şiir, bu koku, gıcırtılı ses, ışıklı huzme, renk, itiyad, bu rüya bir arada nasıl yaşarcasına canlı tutulabilir? Deniz hayvanları topladığınız zaman bilirsiniz, birtakım öyle narin, nazik sülükler vardır ki, bir türlü tutamazsınız; elinizi değdirir değdirmez parçalanır, darmadağın olur. Bunları kendi hallerine bırakmak gerekir. Kendi kendilerine gelip bir bıçağın kenarına yapışmalarını beklemelisiniz, o zaman bıçakla birlikte alıp deniz suyu dolu bir şişeye boşaltırsınız. İşte bu kitabı yazmak da onun gibi bir şey olacak; sayfayı açalım, ol hikayet kendiliğinden gelip doldursun.

Lee Chong’un bakkal dükkânı hiçbir zaman bir derli-topluluk örneği olmamakla birlikte, çeşit bakımından eşi benzeri yoktu. Yeri küçük, eşyaları tıklım tıklımdı ama; o bir tek odanın içinde elbise, taze ve konserve yiyecek, içki, tütün, balıkçılık takımları, kazıklar, ipler, kasketler, do muz etleri, kısaca insan yaşamak ve mutlu olabilmek için aradığı her şeyi bulabilirdi. Lee Chong’da bir çift terlik, ipekli bir kimono, boy boy viski, puro alabilirdiniz. En zor beğenenleri bile tatmin edebilecek eşyaları uydurur, türlü şeyleri bulabilirdiniz. Lee Chong’un satmadığı tek malı da sokağın üst başında, arsanın bitişiğindeki Dora’nın evinde bulmak mümkündü.

Dükkân şafakla birlikte açılır ve son serseri metelik harcanana veya ortadan çekilene kadar da açık kalırdı.

Bu Lee Chong’un tamahkârlığından değildi; değildi ama birinin harcanacak parası varsa yolunda bulunmuş olmak isterdi. Çevrede edindiği mevkie tabiatının izin verdiği ölçüde kendi de şaşıyordu. Aradan geçen yıllarda Sardalye Sokağı’nda herkes kendisine borçlanmıştı. Ama o, müşterilerini hiç sıkıştırmazdı. Yalnız hesap belirli bir sınırı aşarsa veresiyeyi birdenbire kesiverirdi. Borçlular da yukarı tırmanıp alış-veriş için şehre gideceğine, ya borcunu öder veya hiç olmazsa ödemeye çalışırdı.

Lee yuvarlak yüzlü kibar bir adamdı. R. harfini kullanmadan, tumturaklı bir İngilizce konuşurdu. California’da Çinlilere karşı bir mücadele açıldığı zaman onun başına da bir paha biçilmişti. O zaman Lee gizlice San Francisco’ya kapağı attı, bir hastahaneye sığınıp mesele unutuluncaya kadar ortalıktan kayboldu. Kazandığı parayı ne yaptığını bilen yoktur. Belki hiç kazanmıyordur da ondan. Belki de bütün serveti bir türlü ödenmeyen faturalarda kalmıştı. Ama iyi yaşar, çevrede herkesten saygı görürdü. Daha fazlası gülünç olacak bir ölçüye kadar müşterilerine güvenirdi. Bazan, ufak tefek hatalar yaptığı da olurdu ama, bunları da başka şekilde olmasa bile iyi niyetle kendi lehine çevirmesini bilirdi. Sefalet Palas ve Lokantası sorununda da öyle olmuştu ya. Lee Chong’un yerinde kim olursa olsun bunu yüzde yüz kayıp olarak sineye çekmekten başka çare bulamazdı.

Dükkânda Lee Chong’un yeri, puroların bulunduğu tezgâhın arkasıydı. Hesap makinesi solunda, küçük hesap tahtası sağında dururdu. Tezgâhın camlı kısmında esmer renkli purolar, sigaralar, Bull Durham’lar, Dük harmanı, Beşkardeşler durur; arkasında duvardaki rafta da boy boy Old Green River, Old Town House, Old Colonel ve mahallede pek rağbet edilen, dört ay dinlendirildiği garantili Old Tennessee -mahalle buna old tennis shoe (eski tenis ayakkabısı) derdi- marka viskiler sıralanmıştı. Lee Chong’un viskilerle müşterileri arasında oturması sebepsiz değildi. Bazı açıkgözlerin bir zamanlar dikkatini dükkânın başka köşelerine çekmeye çalıştıkları olmuştu. Bu yüzden Lee, tezgâhın bu köşesinden hiç ayrılmaz, diğer taraflara yeğenleri, oğulları, gelinleri bakardı. Tombul narin elini camın üstüne kor, birer sosisi andıran parmakları durmadan oynardı. Tek süsü sol elinin orta parmağındaki enlice nişan yüzüğüydü. Bu yüzüklü parmağıyla hep önünde duran, dişleri çoktan aşınmış lâstik tablaya vurur dururdu. Derli toplu, iyiliksever bir ağzı vardı ve gülümsediği zamanlar altın dişleri canayakın sıcak bir parıltıyla yanıp sönerdi. Yarım camlı bir gözlük takardı ve her şeyi ancak bu camların arkasından lâyikiyle görebildiği için, uzağa bakması gerektiğinde başını arkaya doğru eymek zorunda kalırdı. Sosisleri andıran hareketli parmakları küçük hesap tahtasının üstünde faizleri, toplamaları, çıkarmaları hesaplarken, dost bakışlı elâ gözleri dükkânın içinde dolaşan müşterilerinkiyle karşılaşacak olursa dişleri bir an için yanıp sönerdi.

Bir akşam üstü sıcak tutsun diye ayaklarının altına bir deste gazete almış otururken o gün öğleden sonra yaptığı ve aynı gün biraz sonra bir daha yenibaştan yaptığı, yeni bir şekil verdiği bir işi bütün neşesi ve hüznü ile şöyle bir aklından geçiriverirdi. Dükkândan çıkınca ot arsayı sardalye fabrikalarının attığı paslı borular arasında bir yol bulup ta çaprazlamasına geçecek olursanız otlar arasında gelip geçmekle aşınmış bir yol görürsünüz. Bunu izleyin; bir selvi ağacını geçin, demiryolunun öte yanında eski traverslerle beslenmiş “tavuk gezintisini” aşınca epey bir süre balık yemi deposu olarak kullanılan uzun basık bir binaya varırsınız. Burası Horace Abbeville adında dertli birine ait kocaman bir odadan başka bir şey değildi. İki karısı, altı çocuğu olan Horace, yıllar boyunca kâh yalvararak, kâh kandırarak Bakkala Monterey’de bir eşi daha görülmeyen yüklü bir veresiye hesabı biriktirmişti. O gün öğleden sonra Lee’nin dükkânına gelmiş ve yorgun hassas yüzü bakkalın yüzünü gölgelendiren sertliğin karşısında bir tuhaf olmuştu. Lee’nin şişman parmağı lâstik tahtanın üstünde trampet çalıyordu. Horace elini avucunu yukarı doğru açık olarak sigara tezgâhının üzerine koydu. Ve yalnız, “Sana çok borçluyum, farkındayım,” diye söylendi.

O zamana kadar duyduklarından bambaşka olan bu açık yanaşma tarzı karşısında Lee’nin dişleri bir an için yanıp söndü. Ciddî bir edayla başını sallayarak oyunun sonunu beklemeye koyuldu.

Horace dudaklarını bir uçtan öteki uca iyice bir yaladı. “Çocuklarımın üstüne böyle bir borcun kalmasını istemem,” diye devam etti. “Artık onlara veresiye bir nane şekeri bile vermeyeceğinden eminim.”

Lee Chong’un yüzündeki ifade bu son yargıyı doğrular nitelikteydi. “Pek çok,” diye karşılık verdi.

Horace, “Hattın öte yanındaki yerimi bilirsin,” diye devam etti. “Şu balık yemlerinin depo edildiği yer.”

Lee Chong başını salladı. O balık yemleri kendisine aitti.

“O yeri sana verirsem hesabı temizler misin?”

Lee başını hafifçe yukarı kaldırmış zihninde veresiye hesabını geçirirken yarım gözlüklerinin altından Horace’a bakıyordu. Sağ eli sabırsız hareketlerle lâstik tablanın üzerinde oynuyordu. Derme çatma yapısını düşürdü, ama fabrikalardan biri büyümek isterse orası epey para ederdi. “Tabii,” diye cevap verdi.

“Öyleyse hesabı çıkar, ben de o yeri sana sattığıma dair bir senet yapayım.” Acele eden bir hali vardı. “Gereği yok. Ben ödenmiştir diye yazarım, olur biter.”

Alım-satım ciddiyetle tamamlandıktan sonra Lee Chong cabadan çeyreklik bir “eski tenis ayakkabısı” vermişti. Bundan sonra Horace Abbeville dükkândan çıktı, selvi ağacının yanından, arsada yürüyerek demiryolunu geçti, “tavuk gezintisi” nin üstünden aşıp biraz öncesine kadar kendisinin olan basık binaya girdi ve balık yemlerinin üstünde kendini vurdu. Bu hikâyeyle pek ilgili olmamakla birlikte, bu olaydan sonra anası kim olursa olsun Abbeville’lerden hiçbir çocuk bir daha nane şekersiz kalmadı.

Ama biz gene o akşam üstüne dönelim. Horace tahnit edilmek üzere vücuduna şırınga yapılmış, kerevetin üstüne uzatılmıştı. İki karısı sarmaş-dolaş kapının önündeki merdivenlerde oturuyorlardı. (Cenaze kaldırılıncaya kadar çok iyi arkadaştılar, sonra herkes kendi çocuğunu ayırdı ve bir daha birbirleriyle konuşmadılar.) Lee Chong sigara tezgâhının arkasına oturmuş, elâ gözleri içine çekilmiş, Çinlilerin o sonu gelmez ve sakin melaline çevrilmişti.

Olan olmuştu, zaten elinden hiçbir şey gelmeyeceğini biliyordu, ama ne de olsa böyle bir şeyi önceden akıl etmiş olmayı isterdi, belki engel olabilirdi de o zaman. Bir insanın kendi kendini öldürme hakkının elinden alınmayacağı inancı Lee’nin iyiliksever ve halden anlar tabiatının bir gereğiydi, ama bazen bir arkadaş hatırı için bu haktan vazgeçme de mümkün olabilirdi. Cenaze harcamalarının çoğunu üzerine almış, felâkete uğrayan aileye çoktan bir çamaşır sepeti dolusu yiyecek göndermişti. Abbeville’in binası artık Lee’nin olmuştu İyi bir çatı, sağlam bir döşeme, iki pencere ve kapıdan ibaretti. Gerçekten içi tavana kadar balık yemiyle doluydu ve insanın içini gıcıklayan ince bir kokusu vardı, ama Lee Chong orayı kendi malları için bir depo, bir nevi antrepo olarak düşünüyordu. Biraz sonra bu düşünceden vazgeçti, hem dükkânı çok uzak, hem de pencereler içeri girip çıkmaya pek elverişliydi. Kapı açılıp ta Mack içeri girdiği zaman nişan yüzüğüyle lâstik tahtaya muntazam darbeler indirerek sorunu kendi kendine ölçüp biçmekle meşguldü. Mack, yiyip içmekten, hayatın keyfini sürmekten başka ortak yanları olmayan yersiz yurtsuz, ailesiz, meteliksiz, gayesiz insanlardan kurulu küçük bir grubun en büyüğü, elebaşısı, akıl hocası ve bir dereceye kadar da sömürücüsüydü. Yalnız ne var ki, çokları eğlenmek, hayattan zevk almak uğruna kendi kendilerini bitirdikleri, hedefe varmadan yarı yolda bitkin kaldıkları halde; Mack, güçlü kuvvetli bir delikanlı olan Hazel, barmenin izinli olduğu zaman arasıra La Ida’da çalışan Eddie, Hughie ve bazan Batı Biyoloji Lâboratuvarı için kurbağa ve kedi toplayan Jones o sıralarda hep birlikte Lee Chong’un dükkânına bitişik arsaya terkedilmiş eski kazanlardan birinde oturuyorlardı. Daha doğrusu hava yağışlı olduğu zaman kazanın içine giriyorlardı, iyi havalarda arsanın üst başındaki selvinin gölgesinde oturur, gece de orada uyurlardı. Ağacın dalları aşağı doğru sarkmış, insanın altına oturup Sardalye Sokağı’ndaki o cıvıl cıvıl hayatı seyredecek mükemmel bir kulübe meydana getirmişti.

Mack içeri girince Lee Chong’ın vücudu belli belirsiz bir derlenip toparlandı, gözleriyle şöyle bir dükkânın içini tarıyarak Eddie, Hazel, Hughie, yahut Jones’den birinin içeri girip eşyalar arasına sürünüp sürünmediğini kontrol etti.

Mack büyük bir dürüstlükle elindeki kâğıtları olduğu gibi yere açmıştı. “Lee,” dedi, “ben, Eddie, bizimkiler hep duyduk: Abbeville senin olmuş.”

Lee Chong başını sallayıp sözün sonunu bekledi.

“Bizimkilerle birlikte düşündük de oraya taşınmamıza razı olmanı istemeye geldim. İçerdeki eşyalara göz- kulak oluruz hem. Kimsenin kapıyı pencereyi kırmasına, malına zarar getirmesine izin vermeyiz… Biliyorsun başında kimse olmazsa veletler camı çerçeveyi bırakmazlar. Hani ummadığın bir anda yangın mangın da çıkabilir.”

Lee başını yukarı kaldırıp, yarım gözlüklerinin ardından Mack’ın gözlerini buldu, aklının derin bir düşünceye daldığı şu anda trampet çalan parmakları yavaşlamıştı. Mack’ın gözlerinden iyiniyet, sağlam bir dostluk ve herkesi mutlu edebilmek kaygısı akıyordu. Buna rağmen Lee Chong niye kendini kıskıvrak sarılmış duydu? Niye öyle zihni korkular arasında kalmış bir kedi gibi bin-bir itiyadla yol alıyordu? Her şey büyük bir tatlılıkla, âdeta büyük bir insaniyetle olup bitmişti. Lee aklından ileride ortaya çıkabilecek ihtimalleri, imkânları geçirdi, trampet çalan parmağının temposu biraz daha yavaşlamıştı. Kendini bir an Mack’ın teklifini reddetmiş olarak düşündü; camları birer birer aşağı inmişti. Sonra Mack ikinci bir defa malına göz-kulak olmayı teklif edecekti; yeni bir reddin arkasından da havada bir yanık kokusu duymak, duvarları saran oynak alevleri görmek işten bile değildi. Mack ve omuzdaşları yangını söndürmek için canla başa çabalıyor olacaklardı tabiî. Lee’nin eli lâstik tablanın üstünde hareketsizdi artık. Yenilgiyi kabul ediyordu. Kurtuluş olmadığının da farkındaydı. Yalnız zevahiri kurtarmak olanağı var di ki Mack da bu konuda hayli cömert davranacağa benziyordu. Lee, “Yani bana aydan aya para mı vereceksiniz?” diye söylendi. “Otelde oturur gibi.”

Mack ağzını yaya yaya sırıttı. Hovardalığı tutmuştu yine. “Bak hele,” diye mırıldandı, “bu da kötü bir görüş değil, kaç para istersin?”

Lee şöyle bir hesapladı. Söyliyeceği rakamın bir önemi olmayacağını biliyordu. Nasıl olsa eline para geçecek değildi ya. Ama o ciddî tavrını hiç bozmadan: “Haftada beş kâğıt,” diye cevap verdi.

Mack oyunu sonuna kadar sürdürmeye karar vermişti. “Bu işi bizim oğlanlarla konuşmam gerek,” dedi. “Biraz ikram edip dört kâğıt yapamaz mısın?”

“Olmaz, beş kâğıt iyidir.” “Pekâlâ, bakalım oğlanlar ne diyecek.” Mesele öylece kaldı. Sonuçtan herkes memnundu. Bu işde Lee Chong’un yüzde yüz zararlı çıktığı söylenebilirse de, kendisi sorunu başka gözle görüyordu. Pencere camları kırılmadı. Herhangi bir yangın başlangıcı da olmadı. Kira olarak hiçbir şey ödenmediği halde, kiracılar ara sıra ellerine geçen paranın meteliğini Lee Chong’un dükkânından başka yerde harcamadılar. Böylece güçlü kuvvetli , eli her işe yatkın, civa gibi bir avuç delikanlı Lee’nin eli altında kaldı. Hattâ biraz daha da ileri gidildi. Şayet sarhoşun biri dükkânda mesele çıkarmağa kalkacak olsa, ya da şehrin yeni mahallelerinden bir velet sürüsü yağma niyetiyle sokağa üşüşecek olsa, Lee Chong’un bir haberiyle kiracıları her şeyi kökünden hallediveriyorlardı. Arada bir başka sıkı bağ daha kuruldu; insan iyiliğini gördüğü, çıkarı olduğu adamın mallarına el uzatmaz ya! Lee Chong’un fasulye, domates konservesi, süt, kavun, karpuzdan yana ettiği kâr, alacağı kirayı kat kat aşıyordu. O sıralarda şehrin başka mahallelerindeki mağazalarda ufak tefek hırsızlık olayları birdenbire arttıysa bununla Lee Chong’un ne ilgisi vardı.


Merhaba bu sayfayı daha önce ziyaret ettiğin için bu kitabı okumuş olabileceğini düşündük. Dilerseniz yeni kitaplara göz atabilir ya da rastgele bir kitap seçebilirsin. Aşağıdaki kutucuğu kullanarak hızlı bir arama da yapabilirsin.


"

Sardalye Sokağı kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?