Elinizdeki kitap size tarihin şifrelerini, El Dorado’nun yerini, Karındeşen Jack’in kim olduğunu ya da simya taşının hikmetini öğretmeyecek. Karşınıza pavyonlarda sürten altıncı Dalai Lama, genç kalmak için altın içen Diane de Poitiers, teslim ol çağrısına orta parmaklarını işaret ve yüzük parmaklarının arasına sokup sallamak suretiyle cevap veren Venedik garnizonu, erkek kılığına girip tüm Siena’yı elden geçiren çapkın travesti Caterina Vizzani, bir köşede hacetini gideren Evliya’nın üstüne düşüp onu “boklu gazi” yapan düşman da çıkmayacak.
Bu, kahramanlarla hainlerin, tarihin akışını değiştiren vizyonerlerle fırsatları tepen basiretsiz liderlerin kitabı değil. Küçük Buzul Çağı, Fiyat ve Sanayi devrimleri, Aydınlanma, Atlantik Üçgeni, Büyük Kırılma, Hümanizma, muhayyel cemaatler, Protestan Etiği gibi birçok kavramın havada uçuştuğu sayfalarımızda kopuşları değil, devamlılıkları göreceksiniz. Tarihi bir anda değiştiren olayların aslında semptomlarını kaplumbağa hızıyla gösteren süreçlerin birer sonucu olduğunu fark edeceksiniz.
Herkesin hafife aldığı şu grotesk tarih kortejinin birbirinden ilginç kahramanlarının yaratacağı hafif bir tebessümden ve sıra dışı anekdotların verdiği şaşkınlıktan daha fazlasını hedefliyoruz: Okuyucunun geçmişini ve bugününü daha iyi kavrayıp geleceğini daha iyi planlamasını sağlamak ve ona entelektüel bir derinlik kazandırarak daha kaliteli bir yaşam sürmesine yardımcı olmak.
Emrah Safa Gürkan’ın mizahla zekâyı buluşturduğu Bunu Herkes Bilir, hangi yaşta olursa olsun kendini geliştirmek için öğrenmeye zaman ayıranların zevkle okuyacağı bir başucu eseri…
TEŞEKKÜR
Hayatını üniversite, arşiv ve müzelerde geçirmiş bir akademisyenin popüler okuyucuya hitap etmesi ve bunu kitsch’e müdana etmeden yapması zor bir iş. Bana bu cesareti veren FluTV’de
yaptığımız Olmaz Öyle Saçma Tarih programının beklenmedik popülaritesi oldu. İşte bu yüzden de ilk teşekkür etmem gereken kişi provokatif sorularıyla beni zorlayan ve tepki çekme pahasına da olsa şeytanın avukatlığını yapmaktan çekinmeyen İlker Canikligil. Yıllardır televizyonların bir türlü yakalayamadığı bir formatı icat ettiği ve popüler olanın kalitesiz olmaya mahkûm olmadığına inandığı için kendisine ve programlarımızda bizi yalnız bırakmadığı için Mustafa Seven’e şükran borçluyum. Kitabın yazılış sürecinde bana yoldaşlık yapan ve her işime burunlarını sokan iki sâbık sınıf arkadaşıma da minnettarım. Bengü Üçüncü çevresinde ne olup bittiğinden bihaber bir akademisyeni müstehzi bir dille de olsa popüler kültürün médiocrité’siyle tanıştırmakla kalmadı, aynı zamanda kitabın konseptinden kapak tasarımına tüm kritik kararlarda ona destek oldu. Çevresindekilerin neyi bilip neyi bilmediklerine körleşmiş arkadaşıyla dalga geçmek için icat ettiği lafla kitaba isim babalığı yapan Erkan Kaderoğlu ise, her kelimesini catenaccio savunmasıyla müdafaa eden bir yazarla didişmek pahasına da olsa metin üzerine eleştiri ve notlarını paylaşmaktan çekinmedi. Bu ikisi olmasaydı, elinizdeki çok farklı bir kitap olurdu.
Gene yorumlarını esirgemeyen Feridun Emecen, Kemal Beydilli, Oğuzhan Göksel, Kenan Yıldız ve Elif Ertekin’e teşekkürü, şu ana kadar yazdığım hiçbir şey üzerine tek satır kalem oynatmamış değerli meslektaşlarım Kahraman Şakul, Polat Safi, Murat Önsoy ve Onur İşçi’ye teessüfü borç bilirim. Gene de Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek adına Kahraman’ın bazı kritik yerlerde yorumlarını olmasa da, bilgilerini paylaştığını belirtmek isterim. Basit bir fikir olarak başlayan bu kitabın tecessüm etmesinde daha da önemli bir rol oynayan yayın yönetmenim Adem Koçal. O ve Cüneyt Dalgakıran olmasaydı, hâlâ CV’de karizmatik durur diye İtalyanca, İspanyolca makaleler yazan ve fildişi kulesinde ayın çatlatan bir akademisyen olarak kalırdım. Gene dünyanın en assolist yazarını memnun etmeyi başaran editörüm Tuğçe İnceoğlu ve beni imza gününden imza gününe sürükleyen Yüksel Bağcı başta olmak üzere tüm Kronik Kitap ailesine müteşekkirim. Yıllardır bir akademisyen eşi olmanın cefasını çeken eşim Elif’in özverisi olmadan bugünkü kariyerimi inşa etmem mümkün olmazdı; kendisine bitmek bilmeyen desteği için can u gönülden minnettarım. Acımasız şakalarıma ve kandırmacalarıma katlanan prensesim Zeynep Mehveş (d. 2012) ve dört yaşına gelmesine rağmen hâlâ saklambaç oynamasını öğrenemeyen canım oğlum Uluç Emre’ye (d. 2015) babalarından feragat ettikleri için özür ve hayatıma neşe kattıkları için teşekkür borçluyum.
Kayınbiraderim ve dostum Ergun’la kayınvalidem Işık Ertekin’e de hayatımı kolaylaştırdıkları için şükranlarımı sunarım. Bugün bir plazada yılmış gözlerle boşluğa bakarak yaklaşan kalp krizini beklemiyorsam, bunu bana tarih ve edebiyat zevkini aşılayan babama borçluyum. Altı yedi yaşında ufacık adımlarımla Cağaloğlu yokuşunu çıkmaya çabalarken ya da saatlerce kitapçı dolaşırken pek hissetmediğim bir şükran hissini bugün içimde fazlasıyla taşıyorum. Kitap okumanın insanı sadece entelektüel olarak değil, ruhen de geliştirdiğinin hayatımdaki ilk örneği olduğu için kendisine binlerce kez teşekkür ederim. Hayatımın her döneminde bana koşulsuz destek olan ve oğlunun ihtiyaçlarını her zaman kendisininkinin önüne koyan annemin de hakkını ödemem mümkün değil, hele hele bunları disiplinden hiç taviz vermeden yaptığı düşünülürse. Elinizdeki akademik bir kitap değil ve artık saçlarım da bembeyaz oldu ama yine de başta Halil İnalcık ve Gábor Ágoston olmak üzere hocalarımı da anmadan geçemeyeceğim: Emilio Sola, James B. Collins, John R. McNeill, Feridun Emecen, Kemal Beydilli, Ali Akyıldız, Faruk Tabak, İsmail Erünsal ve Oktay Özel’e öğrettikleri her şey için medyun-ı şükranım. Böyle role model’larım olduğu için kendimi çok şanslı hissediyorum. Son olarak arkadaşlarım: Cenk Erkan, İlker Demir, Melis Süzer, Ekin Özbiçer, Talip Yiğit, Özgür Sezer, Kürşat Karacagil, Harun Yeni, Nahide Işık Demirakın, Hamid Akın Ünver, Mehmet Uğur Ekinci, Görkem Ergün, Levent Kaya Ocakaçan, Yavuz Aykan, Gennaro Varriale, Eren Safi, Barın Kayaoğlu, Michelangelo Guida, Fabio Vicini, Ela Okançay, Serhan Güngör, Can Soyer, Fatih Baha Aydın, Ahmet Uğur, Didem Şahin, Helen Hiçbezmez, Ertuğrul Ökten, Chris Gratien, Melda Süzer, Harun Küçük, Nuray Urkaç, Esra Karayel, Yunus Uğur, Abdülhamit Kırmızı, Tonyukuk ve Burçe Tosunlu, Deniz Türkmen, Serdal Selçuk, Özgür Eriş, Ata Can Bertay, Ekrem Taha Başer.
ESG 25 Aralık 2019 Kozyatağı, İstanbul
GİRİŞ
İlerleyen satırlar size Hitler’in iki numarasının nasıl kendi kendine gelin güvey olup bizzat kullandığı bir uçakla tüm badireleri atlatarak İngiltere’ye gittiğinden, şaşkın adalıların gözünün içine baka baka ateşkes imzalamaya geldiğini söylediğinden ve bu cesaretinin bedelini yarım asrı hapiste geçirerek ödediğinden bahsetmeyecek. Şu hep kendini dünyanın merkezinde gören Çinlilerin de Coğrafi Keşifler’e yeltendiğinden, hem de bunu bir Müslüman hadım amiralle yaptığından dem vurmayacak. Bizim için Leonardo’nun İstanbul’a gelmek isteyip istemediğinin de bir önemi yok, XIV. Louis’nin “Devlet benim” ya da Marie Antoinette’in “Ekmek bulamayan pasta yesin” cümlelerini gerçekten kurup kurmadığının da. * Zira, bunları herkes bilir! En azından elinin altında internet bağlantısı olanlar.
Karşınıza pavyonlarda sürten altıncı Dalai Lama, genç kalmak için altın içen Diane de Poitiers, teslim ol çağrısına başparmaklarını işaret ve orta parmaklarının arasına sokup sallamak suretiyle cevap veren Venedik garnizonu, erkek kılığına girip tüm Siena’yı elden geçiren, hatta sevgilileri için düello yapmayı bile göze alan çapkın travesti Caterina Vizzani, sevdiği kızı vermediler diye Osmanlı korsanlarını köyüne musallat eden inatçı âşık, Panama diktatörü Noriega’yı sığındığı elçilikten çıkarmak için dev hoparlörlerle rock müzik çalan Amerikan Delta Force’u, bir köşede hacetini gideren Evliya’nın üstüne düşüp onu “boklu gazi” yapan düşman askeri ya da yanına gelen Kuzey Afrika yerlilerine içinde esir olarak kürek çektiği kadırgayı satmayı başaran onaltıncı yüzyılın “Sülün Osman”ı çıkmayacak. Şu enteresanlığını herkesin hafife aldığı grotesk tarih kortejinin birbirinden ilginç kahramanlarının yaratacağı hafif bir tebessümden ve sıradışı anekdotların verdiği şaşkınlık hissinden daha fazlasını hedefliyorum bu kitapta: Okuyucuya entelektüel bir derinlik kazandırmak ve yaşadığı çağı daha iyi yorumlama yetisini edinmesiyle birlikte kaliteli bir yaşam sürmesini sağlamak.
Elinizdeki kitaptan tarihin şifrelerini, El Dorado’nun yerini, Karındeşen Jack’in kim olduğunu ya da simya taşının hikmetini öğrenmeyeceksiniz. Ancak, şu ana kadar yanlış şekilde formüle edilmiş ve yüzeysel cevaplarla geçiştirilmiş bazı sorulara kapsamlı cevaplar bulabilirsiniz. Avrupa’nın bir anda tüm dünyaya hâkim olmasının nasıl çok katmanlı bir iktisadi, siyasi ve teknolojik sürecin sonucu olduğunu, Osmanlıların Amerika’yı sömürecek bir sosyo-ekonomik altyapılarının olmadığını, İslam dünyasından kâşif çıkmamasının altında bizzat bu medeniyetin ticaret yolları üstünde gelişmesinin yattığını ve bugünkü eğitim ve okuma sorunlarının kökenlerinin aslında yüzlerce yıl gerilere götürülebileceğini okuyacaksınız. Ondokuzuncu yüzyıl öncesinde millet kavramının pek bir şey ifade etmediğini duyacak, yakın tarihimize baktığımızda öyle siyasetçilerin dediği gibi pek de hep yedi düvele karşı mücadele vermediğimizin farkına varacaksınız. Ve son olarak, her geleneğin bir icat olduğunu ve ülkemizde bunun nasıl uydurma kuruluş tarihleri, yersiz kullanılan eski Türkçe kelimeler ve rüküş gösterilerden öteye gidemeyen zayıf temeller üzerine oturduğunu göreceksiniz.
Elinizdeki, kahramanlarla hainlerin, tarihin akışını değiştiren vizyonerlerle fırsatları tepen basiretsiz liderlerin kitabı değil. Küçük Buzul Çağı, Fiyat ve Sanayi devrimleri, Aydınlanma, Atlantik Üçgeni, Büyük Kırılma, merkez-çevre ilişkisi, Rönesans, Hümanizma, Skolastisizm, Coğrafi Keşifler, “öteki”yle karşılaşma, muhayyel cemaatler, Protestan Etiği, Aydınlar Cumhuru gibi birçok kavramın havada uçuştuğu sayfalarımızda kırılmalar değil, devamlılıklarla tanışacaksınız; tarihi bir anda değiştiren olayların aslında semptomlarını kaplumbağa hızıyla gösteren süreçlerin birer sonucu olduğunun ayırdına varacaksınız. Yukarıda saydığım bu kavram ve süreçleri tek bir kitapta layıkıyla açıklayabilecek yetenekte değilim. Amacım; bu devamlılıkları, kavramları ve tarihî süreçleri içselleştirecek okuyucunun hem dünü hem de bugünü daha rahat anlamasını sağlayacak bir analiz kapasitesine ulaşmasını sağlamak. Yapılan araştırmalar bir işte derinlik kazanan insanların, diğer kaliteli işleri de daha rahat kavradığını gösteriyor. Her ne kadar denek sıkıntısı çektiğimden deney yapamasam da, ben de teorik açılımlar ve kavramsal tartışmalara hâkim olmanın ve dün ile bugünün sistem, örüntü ve eğilimleri arasında bağ kurmanın, tüm kartların tekrardan dağıldığı şu modern dünyayı daha iyi anlamamıza yardımcı olacağına inanıyorum. O yüzden bu kitabı, proletarya olduğunu bile fark edemeden penceresiz ofislerinde ömür törpüleyen, Viktoryen ahlakın tasallutunda mantıkdışı hassasiyet ve özentileriyle özgürlük çağında kendisini prangalayan tüketim toplumunun çaresiz bireylerini “kişisel” gelişim kitaplarının pençesinden kurtarmak için yazdım. Sosyoloji, antropoloji, ekonomi, demografi ve siyaset bilimi ile de angaje olabilen disiplinlerarası bir tarih okumasının; inançların, âdetlerin, değerlerin, üretim ve tüketim biçimlerinin ve toplumsal ağların köklü bir değişime uğradığı bir çağda ne yapacağını şaşıran beyaz yakalıların yolunu bulmasına yardım edeceğini umuyorum.
Dijital Devrim ile birlikte bilginin, eğitimin ve entelektüelitenin tanımı da değişti. Artık malumatı furuş (Far. furuhten: satmak) etmenin bir manası yok. Kitaba erişimin kısıtlı olduğu çağlarda bilgiyi ezberlemek sadece elzem değil, aynı zamanda bir zekâ göstergesiydi; geleneksel toplumlarda en akıllı çocukların hafız yapılmasının arkasında yatan işte tam da bu kanaatti. Oysa önce kitaplar ucuzlayıp çoğaldı ve tarihçilerin “yoğun okuma” (İng. intensive reading, sayılı kitabı defalarca okuma) dedikleri şeyden “yaygın okuma”ya (İng. extensive reading, çok sayıda kitabı hızlıca okuma) geçildi. İnternetle dünyanın tüm kütüphanelerinin bir anda cebimize sığması (vive la library genesis!) ise bilgi depolamayı manasız hale getirdi; artık, önemli olan herkesin ulaşabildiği bilgiyi yorumlayabilmek, değişik sahalardaki fikirleri birbirleriyle harmanlayıp yeni çıkarımlar yapabilmek. Bu egzersizin bir kere tadına varan, bilgi ile dünyayı yeniden yorumlamanın hazzını alan okuyucunun, dogmatik fikirler, kırmızı çizgiler ve anlamsız truizmlerin sıtma dolu sazlığına geri dönmek istemeyeceği kesindir.
Bunu Herkes Bilir akademik bir kitap değil. Cümleye noktayı koyar koymaz tedirginliğe kapılmadan edemedim. Az çok başarılı bir akademik kariyerin ve “hoca” statüsünün verdiği korunaklı ortamdan çıkmanın getirdiği teyakkuz hissi her tarafımı sardı. Ancak, Gladyatör’deki İmparator Commodus’un kaderini paylaşmak pahasına da olsa apoletleri söküp er meydanına inme vakti geldi; zira tarihin her geçen gün artan popülaritesine akademinin tedirginliği de eklenince çıkan arz sorununun yarattığı sıkıntı elini taşın altına koymadan çözülemez.
Ve son olarak okuyucuyu uyarıyoruz: Biraz keyif kaçıracağız. Neden itaat toplumu olmaktan çıkıp sorgulayan bireyler yetiştiremediğimizin cevabı Türk toplumsal yapısı ve eğitim sisteminde; bu saptamayı detaylandırmak benim işim değil. Ancak, Türkiye’nin bu “ahenk” ve “edep” kültüründen silkinmesi, altyapıların çok yavaş değiştiği modernite öncesinin nizamperestliğinden (Fars. perestiden: tapmak) acilen vazgeçmesi gerekmekte. Bireylerin odak, özgünlüğün slogan olduğu AVM’ler çağında biraz arı kovanına çomak sokmak şart. Şeytanın da avukata ihtiyacı yok mu? Fikri eylemden daha tehlikeli gören ve “icat çıkarmaktan” ölesiye korkan bir toplumun gidecek daha çok yolu var şüphesiz; ancak, bir yerden başlamak gerekiyor.
Kitabın sonuna geniş bir kaynakça koydum. Dillere göre tasnif ettiğim bu kitapların bir kısmı Bunu Herkes Bilir’in altyapısını oluşturan kitaplar, bir kısmı da tavsiye niteliğinde okumalar; çünkü okuyucu ve izleyicilerimden en sık gelen soru “Ne okuyalım hocam?” Kaynakçada mümkün olduğunca çeviri eser kullanmamaya ve eserleri orijinal dillerinde vermeye çalıştım, gene sık karşılaştığım sorulardan biri olan “Hocam biz nasıl sizin kadar dil öğreniriz?” sualinin cevabı tam da bu: Orijinal dilinde kitap okumak. Günümüzde bir tarafta tüm iyi okullar İngilizce eğitime geçmiş ve bütün nitelikli pozisyonlara en az “iki” (ki bunları da hakkını vererek yapabileceklerin sayısı çok az) dil şartı getirilmişken, öteki tarafta gerçekle bağı olmayan irticai bir dil milliyetçiliği almış başını gidiyor. Oysa etrafta Fransız, Alman ya da İtalyan liselerinden mezun olup bu dilleri konuşamayan bir sürü kişi görünce insanın içi cız ediyor; henüz Arapça konuşan bir İmam Hatipliye rastlamadığımı da eklemek isterim. Dil öğrenmek için en başta okumak gerekiyor; kaldı ki, ne kadar iyi olursa olsun her tercüme araya bir üçüncü kişiyi sokmak demektir ki, bu da yanlış anlaşılmalara kapı açmaktır. O yüzden kitapları orijinal dillerinde tavsiye ederken Türkiye’deki çevirilerin kalitesizliğinden dem vuruyor değilim, bunu ölçecek kapasitemin olup olmadığı da tartışılır. Yapmak istediğim özellikle gençleri yabancı dilde okumaya alıştırmak. Bunu başarabilenler Türkiye’nin dışındaki literatürü takip etme ve dünyaya açılma fırsatını elde etmiş olacaklar. Elde eder etmez de bu satırlarda monşerlik yapmadığımı anlayacaklardır.
Ancak, dilin yabancı kelimelerle kirletilmesine itiraz edilebilir ve böyle bir yargılama yapılırsa, bu kitabın beni darağacına göndereceği kesin. Guilty as charged. Ancak, unutmayın Osmanlılar da aslında Arapça ve Farsça terkip, bab ve kelimelerle dolu, karman çorman bir dil konuşuyorlardı. Beş dilde bilimsel eser ve dünyanın dört bir yanında konferanslar vermiş biri olarak konuştuğum ve düşündüğüm şekilde yazdım. Bir yazarın nasıl yazacağına da kendinin karar vermesi gerektiği kanaatindeyim. Benle aynı fikirde olmayanlara saygı duymakla beraber, Polat Safi’nin babası Macit Amca’nın matrak tabiriyle “Gestapo ilan ediyorum!” ve en azından kendi kitabımda tek adamlığın hazzına varmak istiyorum. Ama bundan daha da önemli bir sıkıntı hemen her yerde birbirimizin işine karışıp hayatı dar etmek için kullandığımız kırmızı çizgiler. Türkiye’de iki şey hemen göze çarpıyor: Biri farklılığa olan alerji (bkz. Nuri Bilge Ceylan’ın Türk halkı üzerine gözlemleri), ikincisi de kamusal alanla bireysel alan arasındaki farklılık, tam bir ikiyüzlülük. Kendi hayatımızda hiçbir yerde uygulamadığımız, uygulamayacağımız kriterleri birbirimize dikte etmekten vazgeçmediğimiz ve modern tabirle “duyar kasmak”ta ısrar ettiğimiz sürece, ülkemizdeki tüm orijinalite potansiyelini yok eden tek tipleşme ve entelektüel çölleşmenin önüne geçmemiz mümkün olmayacaktır. İnovasyonun norm olduğu bir çağda da herkesin birbirine benzediği bir toplumda yaşamayı kim ister bilemiyoruz. Elimizden bu okuyucularımıza kitabı rafına geri koymalarını tavsiye etmekten başka bir şey de gelmiyor.
OSMANLI NEDEN TARİHİN TOZLU RAFLARINA KALKTI? KADININ FENDİ SULTANI YENDİ Mİ?
Cihanşümullük (evrensellik) iddiasındaki tüm imparatorluklar gibi Osmanlılar da devletlerinin sonsuza dek süreceğini düşünmekteydiler. Eğer İlber Ortaylı başta bazı Osmanlı tarihçilerinin Roma yakıştırması doğruysa, Osmanlıların devlet-i ebed müddet’i ile Romalıların imperium æternum’u arasında pek de bir fark yoktur. Gene aynı şekilde, Bizanslıların İstanbul merkezli diplomasi anlayışıyla, bağımsız ülkelerden gelen elçilerle haraçgüzar (İng. vassal) devletlerin temsilcileri arasında bir fark görmeyen ve hakir gördüğü Avrupa’ya onsekizinci yüzyıl sonuna dek daimi elçi yollamamakta ısrar eden Osmanlıların tutumu birbirine benzemektedir. Her ne kadar haritalarda kendilerini dünyanın merkezinde gösteren, diğer memleketleri ise bu merkezin etrafındaki ufak adalar gibi lanse eden Çinliler kadar benmerkezci olmasalar da, her iki imparatorluğun da mesajı açıktır: Evren’in merkezi İstanbul’dur ve İmparator/Sultan’ın dostluğunu arzulayan zavallılara kapılar sonuna kadar açıktır. Görüldüğü gibi, egosantrizm imparatorlukların olmazsa olmaz şartlarından (Lat. condicio sine qua non) biridir. Ancak, tabii ki beklenen oldu ve Osmanlılar da tüm imparatorluklar gibi tarihin tozlu raflarına kalktı. Peki neden? Osmanlıların geri kalmasına yol açan faktörler nelerdi? Bu, geri dönülemeyecek bir süreç miydi? Eğer değilse, kabahat kimindi? Ülkemizin düştüğü en acıklı durumlardan biri de bu sorulara cevap arandığında ortaya sürülen savların basitliği ve tekdüzeliğidir.
PAYLAŞILAMAYAN İKTİDAR: DARBECİ YENİÇERİLER, ALLAH’IN GÖLGESİ SULTANLAR VE BİR “İKİNCİ İMPARATORLUK”
Bu kısımda yeniçerilerle ilgili bazı yanlış anlaşılmaları inceleyeceğiz. Osmanlı İmparatorluğu’nun elit kuvvetleri olarak başladıkları sergüzeştlerine oyunbozan asiler olarak devam eden ve modernleşme hareketinin en büyük düşmanı kesiliveren bu askerî birlik hakkında bildiklerimizin büyük bir çoğunluğu tekzibe muhtaç. İlk olarak yeniçerilerin Osmanlı Devleti’nin yıkılışına neden olan faktörlerin başında gelip gelmediğini inceleyelim ki, bir önceki bölümle bir köprü kurabilelim. Savaşamayan Yeniçeriler Osmanlı tarihçileri imparatorluğun çökmesinin faturasını yeniçerilere çıkarmakta biraz erken davranmışa benzemektedirler. Önce argümanı özetleyelim: Bir zamanların disiplinli elit birlikleri zamanla talim yapmayı bırakmış ve harp meydanlarındaki yenilgilerin baş sorumlusu olmuşlardı. Savaşamadıkları gibi rahat da durmuyorlardı; başkenti kasıp kavurmakta ve isyanlarla padişah indirip padişah çıkarmaktaydılar. Bu başıbozuklukları da devletin bekâsını ve toplumun nizamını tehlikeye atmakta ve imparatorluğu kaçınılmaz sona doğru sürüklemekteydi. Her “too good to be true” olan şeyde olduğu gibi, bu argümanda da birden fazla sorun var.
BİZ Mİ GERİ KALDIK, ONLAR MI İLERİ GİTTİ?
Nihayet Türkiye’de zihinleri çok meşgul eden esas soruya gelebiliriz: Osmanlı neden geri kaldı? Eğer suçlu kadınlar, yeniçeriler ya da zayıf sultanlar değilse, bir zamanların muzaffer imparatorluğunun sonunu getiren neydi? Avrupa’nın en büyük şehri, Roma İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul, bir zamanlar Osmanlıların kapısında yatan Avrupalıların eline nasıl düşmüştü? Kısacası, ne olmuştu da ceddimiz bir anda Batı’nın fersah fersah gerisinde kalmıştı? Türkiye’de bu soruya verilen cevaplar genelde siyasi görüşe göre şekillenmekte. Devleti kutsal gören bir anlayış, gücün paylaşılması yönündeki tüm girişimleri suçlarken (“devlete şirk koşulmaz” ekolü), laik gelenek kabahati İslam dininde bulmakta ısrarcı (“Arapların dinini aldık, geri kaldık” ekolü). İslamcılara da suçu hızlı Batılılaşmaya ve özünü/geleneğini kaybetmeye atmak kalıyor haliyle (“bir gecede cahil kaldık” ya da “özümüzden koparıldık” ekolü). Dünyanın hiçbir yerinde teveccüh görmeyecek seviyede indirgemeci olan bu basit argümanların, yüzyıllarca süren siyasi ve sosyo-ekonomik açıdan çetrefil bir süreci açıklamaya yetmeyeceği aşikâr. Üstüne üstlük iki problem daha mevcut. Bunlardan birincisi, bu argümanların hepsinin doğrudan devlet idaresine odaklanması ve uzun süreli bir geri kalma sürecini sadece siyaset ve savaşla açıklamaya çalışmaları. İkincisi ise, dünya tarihinin genel paradigmaları içinde ele almak yerine, Osmanlı gerilemesini çağdaşlarıyla hiçbir kıyaslama yapmadan tekil bir durum olarak değerlendirmeleri.
GODOT’NUN MATBAASI: NEDEN OKUMUYORUZ?
Osmanlıların geri kalmasının nedenlerinden biri de şüphesiz bilim, teknoloji ve eğitim alanlarında Batı tarafından tam anlamıyla sürklase edilmiş olmaları. Hakikaten de önce hümanizma ve Rönesans ile bireyi ve yaratıcılığı merkeze koyan, ardından da onyedinci yüzyılda Bilim Devrimi, onsekizinci yüzyılda da Aydınlanma ile büyük bir zihinsel dönüşüm yaşayan Batı ile karşılaştığımızda, klasik Fars-İslam kültürünün form ve değerlerine bağlı kalmış Osmanlı toplumu gözümüze biraz durağan gözüküyor. Avrupa’nın geçirdiği söz konusu değişimin en önemli nedenlerinden biri matbaanın yaygınlaşması ve bunun sonucunda artan okuma yazma oranları sayesinde bilginin daha geniş bir tabana yayılması olduğuna göre, bu icadın Osmanlı toplumuna geç gelmesinin nedenleri üzerinde durmak, Osmanlıların neden Batı’nın gerisinde kaldığını anlamamıza yardımcı olacaktır. Hadi o zaman başlayalım. Gutenberg’in Askerleri Avrupa’nın gelişmesinde önemli rol oynayan faktörlerden birinin matbaa olduğu herkesin malumu.
OSMANLILAR NEDEN AMERİKA’YA GİTMEDİ?
Bir mühendislik alanında esaslı bir kariyere de sahip olan ve kamusal bir entelektüel olarak adlandırabileceğimiz akademisyenlerimizden birinin ismini kısa bir süre önce gazete başlıklarında görünce birçoğumuz şaşırmadan edemedik. Provokatif laflar etmeyi ve şeytanın avukatlığını yapmayı seven hocamıza göre Kanuni Sultan Süleyman bir “salak”tı; zira Coğrafi Keşifler’in potansiyelini kavrayamamış ve Pirî Reis gibi büyük denizcileri desteklememişti. Klaúdios Ptolemaîos’un Geographik Hyph gesis adlı eserinin tıpkıbasımının tanıtımında sarf ettiği ve fırsatçı medyamızın hemen manşetlere taşıdığı “salak” ifadesini daha sonra geri aldıysa da, aslında argümanın özü memleketimizde birçok kişi tarafından paylaşılıyordu. Osmanlılar Coğrafi Keşifler’e iştirak etmemiş ve büyük bir fırsat kaçırmıştı. Peki, bu hakikaten doğru muydu? Coğrafi Keşifler’in Değiştirdiği Dengeler İlk önce komşuya bakalım. Coğrafi Keşifler’in Batı uygarlığının gelişmesinde önemli bir rol oynadığı aşikârdır. Bu keşiflerden önce Avrupa dünya ekonomisinin merkezinde değil, çevresindeydi; Çin ve Hindistan gibi gelişmiş ekonomik yapılarla ya da burada üretilen malların Batı’ya taşındığı İpek ve Baharat yolları üzerinde bulunan merkezî İslam topraklarıyla karşılaştırıldığında Ortaçağ Avrupa’sı geri kalmış bir ekonomiydi.
NEDEN TÜM KÂŞİFLER BATI’DAN ÇIKAR?
Osmanlıların neden Coğrafi Keşifler’e katılmadığını açıklamış olabiliriz; ancak, hâlâ niçin tüm kâşiflerin Batı dünyasından çıktığını incelemedik. Hakikaten de, onbeşinci yüzyıldan itibaren sadece Atlas Okyanusu’nda değil, Pasifik ve Hint okyanuslarında da; sadece Amerika ve Afrika kıyılarında değil, Ural dağlarından Kamçatka’ya kadar uzanan bölgede, Endonezya’dan Hindistan’a, Japonya’dan Avustralya’ya her yerde karşımıza Avrupalı kâşifler, tüccarlar, paralı askerler ve seyyahlar çıkıyor. Peki, neden keşfedilmemiş topraklar (Lat. terra incognita) peşinde koşturan kâşifler arasında Müslümanlara, Çinlilere ya da Hintlere rastlamıyoruz? Neden bunların hepsi Avrupa’nın denizci halklarından ya da Sibirya örneğini ele alırsak Ruslardan çıkıyor? Niçin bazı halklar diğer toplumların kültürlerine ilgi duyarken, bazıları içe kapanmayı tercih ediyor? Gelin cevapları beraber arayalım. Doğu’nun Zenginliği Avrupa’nın Eski Dünya’daki ticareti genelde doğudan batıya doğru akmaktaydı.
OSMANLILAR TÜRK MÜYDÜ?
Popüler düzlemde herkesin meşrebine göre bir pozisyon aldığı tartışmalardan biri de Osmanlıların Türk olup olmadıkları ya da biraz daha açmamız gerekirse, Osmanlıların Türklerle olan ilişkileri. İlk başta saçma gelen bu soru aslında o kadar da mantıksız değil; zira millet ile ırk arasındaki ince çizgiyi göz ardı edip “Türk” kavramını özensizce genişlettikçe, modernite öncesi kaynakların yanlış yorumlanması kaçınılmaz olmakta; işe ideolojik saikler de girince her iki kampta da bir anakronizm orjisi yaşanmakta. Gelin önce tarafları tanıyalım. Osmanlılara Türk sıfatını yapıştırmak için fazla bir argümana gerek yok aslında. Nihayetinde Avrupalılar bu coğrafyaya Türkiye, sultana “Büyük Türk” (Gran Turco) ve Osmanlılara da Türk demiş. Yine milliyetçilik çağına girildiğinde de kimsenin “Biz Türk değiliz,” dememesi ve Osmanlıların devamı niteliğindeki Cumhuriyet’in de Türk kimliğini sahiplenmesi bu eşleşmenin doğallığına bir işaret. Ancak, Osmanlıları bir Türk imparatorluğu olarak kabul etmenin bir sonucu da, bu imparatorluğu Hunlara kadar dayandırılan bir Türk tarihinin içinde okuma tercihi. Bunun detaylarını aşağıda vereceğimizden ilk önce karşı argümana geçiyoruz.
Bunu Herkes Bilir kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.