Elif Şafak’ın anne olduğu senede geçirdiği doğum sonrasını bunalımını anlattığı, aynı anda hem anne hem de yazar olmanın güzelliklerinden ve zorluklarından bahsettiği otobiyografik eseri Siyah Süt, 2007 yılında Doğan Kitap tarafından yayımlanmıştır. Kitap, okurlar ve eleştirmenler tarafından olumlu yorumlar alarak en sevilen Elif Şafak kitapları arasında yerini almıştır.

”Siyah Süt, cesur, şaşırtıcı, tılsımlı bir roman: Bunca kötülüğün ortasında, bize umut veriyor Elif Şafak, dayanabilmek, direnebilmek ve sonra hayata, bir mucize gibi, yeniden başlayabilmek için.”
Selim İleri


Siyah Süt

Yeni Başlayanlar İçin Postpartum

Elif Şafak

M. K. Perker’in çizimleriyle

Üç kadına
Beyza, Şafak ve Zelda’ya…

Çizgileriyle bu kitaba renk ve ruh katan, içimdeki seslere ayna tutan sevgili Latif Demirci’ye yürekten teşekkür ediyorum.
Elif Şafak

İçinde resimler ya da konuşmalar olmayan bir kitabın kime ne faydası var ki?
Lewis Carroll, Alice Harikalar Diyarında

Okuma Yöntemi

Her kitap akılda kalmak, yeryüzünde bir iz bırakmak arzusuyla yazılır. Bu hariç.

Bu kitap okunur okunmaz unutulmak için yazıldı. Suya yazı yazar gibi…

Siyah Süt’ü yazarken benim için esas olan hafızamda bahar temizliği yapmaktı. Ben bu kitabı hatırlamak için değil, unutmak için yazdım.

İnanıyorum ki okurken de öyle olmalı. Kitabı okurken her satır bir öncekinin yerini almalı. Kat üstüne kat inşa eder gibi biriktirerek okumak yerine, daracık bir depoya yeni bir şey koyabilmek için daha evvel orada olan eşyaları boşaltır gibi okunmalı her sayfa. Yani bir önceki sayfayı yok ede ede. Bu kitap ilerledikçe erimeli, kendini sile sile. Öyle ki ortasına gelmeden başı, son satıra varınca da tamamı kaybolmuş olmalı.

Çünkü bu kitap kadınlığın, kadınların hayatının kasvetli ve karanlık ama son tahlilde geçici bir dönemiyle ilgili. Birdenbire gelen ve geldiği gibi hızla dalgalar halinde çekile çekile giden bir haletiruhiye burada incelenen. Bu haliyle elinizde tuttuğunuz kitap bir nevi tanıklık. Ama geçici bir mevsimin, doğumdan sonra gelen bir ara dönemin tanıklığı burada Söz konusu olan.

O mevsimin tıp dilindeki adı: postpartum(ya da postnatal).

Dokuz ay hamile kaldıktan, kokulardan tatlara kadar her şeyi farklı algılamaya, önün sıra giden bir yuvarlacık şişkinlikle paytak paytak yürümeye, ağır hareket etmeye ve daha evvel hiç bilmediğin türden rüyalar görmeye alıştıktan sonra bir sabah uyanıp da bedenini düzlenmiş, incelmiş, yeniden yoğrulmuş bulmak müthiş bir dönüm noktası. Bir günde, bir operasyonda. Bebeğin doğumuyla, anne sevincinden uçuyor elbette. Ama bu arada bedeni keskin bir altüst oluş yaşıyor. Ve henüz toparlanmaya fırsat bulamayan bedene hızla yeni görevler yükleniyor. Postnatal aşama “artık” ile “henüz” arasında bir noktanın adı. Artık hamile olmayan ama henüz anne olduğunu da tam anlamıyla idrak edemeyen kadının arada kalmışlığı, sıkışmışlığı, kafa karışıklığı. Bir eşik. Araftan bir kesit belki de.

Her eşik gibi, bunun da cinleri var. Loğusaya dadanan cinler…

Annelik dünyanın en yaşanılası, en muhteşem lütuflarından biri; güzel ki hem de nasıl. Aldığı tüm övgüleri fazlasıyla hak ediyor. Öylesine benzersiz, öylesine kıymetli… İnsanın yüreğini hamur gibi alıp dönüştüren, kâinatın ritmiyle buluşturan eşsiz bir tecrübe.

Ama anneliğin sadece ve sadece pozitif yanlarından bahsedilmesinde yanlış ve yanıltıcı bir şeyler var. Zira annelik aynı zamanda çetrefil, karmaşık ve kimi zaman hayli ağır. Bu sürece hazırlıksız yakalananlar da, kendini pek bir “hazır” zannedenler de derinden sarsılabiliyor. Üstelik daha evvel anne olmuş olmak da pek işe yaramıyor sanki. Her hamilelik farklı bir hamilelik. Her bebek farklı bir bebek. Tıpkı birbirine zerre kadar benzememesi gibi uzaktan aynı sanılan kar tanelerinin.

Ay ışık saçar. Gecenin koyuluğunda büyük bir sabır ve kararlılıkla ışıldar. Ama ayın bir de karanlıkta kalan yüzü var. İlk bakışta kendini ele vermeyen.

Annelik de öyle… Öyleymiş…

Uzunca bir dönem zannettim ki bir ben elime yüzüme bulaştırıyorum bunları. Sandım ki herkes, oh ne güzel, kayarcasına yumuşacık yaşıyor hamilelik-loğusalık-annelik safhalarını. Demek ki bende bir “eksiklik”, bir fabrika hatası var diye kıvrandım. Kendimden, kendi beceriksizliğimden utandım. Sakladım. Saklandım.

Sonra sonra, bu alanda okuyup araştırma yaptıkça ve en önemlisi, başka kadınlara kulak verdikçe, anladım ki yalnız değilim. Bir tek ben değilim. Sanıldığından daha yaygın bir durum postpartum depresyon. Anladım ki doğum yapmak ve hemen akabinde gelen süreç binlerce, belki milyonlarca kadının gayet iyi bildiği üzere gölgeleri, çukurları, evhamları, iniş çıkışları, bunalımları olan bir ara aşama. Anneyi çoğaltıp zenginleştirirken bir yanıyla da yalnızlaştıran.

Eskiler bilirmiş tüm bunları. Ninelerimiz ve onların nineleri bilirmiş bu yalnızlığı. Loğusayı koruma altına almaktaki ısrarları bu yüzden. Ne odada tek başına bırakırlarmış yeni doğum yapan kadını, ne de duasız, desteksiz. Sadece yeni doğan bebeğe değil, anneye de bakarlarmış eskiden. Loğusanın en büyük düşmanının gene kendisi, yani kendi zihni olduğunu bildiklerinden, habire bir şeylerle oyalarlarmış kadıncağızı. Zihni konuşmaya fırsat bulmasın, bulmasın da bulanmasın diye.

Eski zamanların pirinç başlıklı karyolalarına yatırırlarmış loğusayı. Başına da nazar boncuklu, çörekotu torbaları asılı, çıngıraklı bir ip bağlanırmış boydan boya. Yanında annesi, ablası, teyzesi, dadısı, kayınvalidesi… en az yaşça büyük iki kadın olurmuş muhakkak.

Loğusaya dadanan kötü cinler odaya geldiklerinde etrafta bir tur atar, ardından gidip ipe asılırlarmış. O zaman başlarmış çıngırak çalmaya. Saçılırmış çörekotları ortalığa. Bir nevi kırmızı alarm! Bu şekilde cinlerin dadandığını anlayan yaşlı kadınlar da anında ayaklanır, ipin boşta kalan ucuna asılırlarmış.

Cinler çekermiş bir yana, yaşlı kadınlar çekermiş beri yana. Cinlerin çektiği tarafta karabasanlar, evhamlar, zanlar… Yaşlı kadınların çektikleri tarafta ise gönül ferahlığı, saadet ve bereket… Loğusa iki arada kalırmış. İradesiz bir kukla gibi savrulurmuş bir müddet iki uç arasında. Tastamam 40 gün sürermiş bu mücadele. Kan ter içinde. Ama ne denli şiddetli olursa olsun bu gidiş geliş, ipin ucuna inançla asılmak ve asla vazgeçmemek şartmış. Böyle böyle nihayet pes edermiş cinler. Bırakır giderlermiş ipi, başka başka avların peşine düşmek üzere. İşte o vakit loğusa çıkarmış araftan.

“İyiyim” dermiş fısıltıyla. “Merak etmeyin, iyileştim artık…”

İşte bu sebeptendir ki “kırkını çıkarmak” sadece bebekler için değil anneler için de esasmış. Kırk sembolik bir sayı. Kimi kadının kırkını çıkarması bir hafta, kiminin üç ay, kiminin ise neredeyse iki sene sürermiş. Ama er ya da geç kırkını çıkarırmış kadın. Ve o vakit cinlerin değil insanların yakasında kalmaya hak kazanırmış.

Yeniden katılırmış aramıza. “Hoş geldin bebek” diyoruz ya, annesine de hoş geldin demeli aslında. “Hoş geldin loğusa!”

Bu şekilde cinlerle mücadelesini kazanan loğusayı kaptıkları gibi hamama götürüp dövülmüş yumurta kabukları, zeytinyağı ve nane esansıyla ova ova bir güzel terletirlermiş. Tepeden tırnağa. Gözeneklerinden kir ya da ter değil sadece, sıkıntıları ve korkuları da akıp gidermiş damla damla. Hamamdan çıktığında tazelenmiş, arınmış olurmuş.

Peki ya loğusanın yatağına bağlı ipi çeken cinler kazanırsa mücadeleyi?

Ya kadın bir türlü çıkaramazsa kırkını? O zaman ne olurmuş?

Sütü çürürmüş.

Evvela koyulaşırmış süt, katılaşırmış topak topak. Sonra başlarmış siyaha çalmaya. Solarmış beyaz. Kararmış süt akarmış loğusanın memelerinden. Sütüyle beraber yüreği de çürürmüş kendiliğinden. İşte bu ihtimalin korkunçluğunu bildikleri için öyle var güçleriyle asılırmış eskiler loğusanın ipine. Bir kadını daha cinler kapmasın diye…

Anneannelerimiz, babaannelerimiz, ebelerimiz bu kadim bilgilere haizdiler ve birikimlerini bir kuşaktan bir kuşağa aktarmak istediler. Bilginin sahibi yoktur. Tapusu, efendisi yoktur. Emanettir bilgi, kendinden öncekilerden alır; çoğaltır, sağaltır ve kendinden sonrakilere verirsin. Onlar da bunu bildikleri için gebelik ve loğusalık ve dahi annelik hakkındaki bütün birikimlerini kızlarına, torunlarına, torunlarının torunlarına devrettiler, devredebildiklerince.

Lakin olmadı. Süreç aksadı. Geleneksel Osmanlı’dan modern Cumhuriyet’e gelirken yolda bir yerlerde bilgi kervanımız durdu, tökezledi, yere kapaklandı. Ne çok bilgi parçası, kristal taneleri gibi yuvarlana yuvarlana dağıldı gitti. Kayboldu.

Sonuç olarak bugün bizler, yani bizim kuşağımız, eskilerin birikimlerinden büyük ölçüde yoksunuz. Modern toplum kendini cinlerden arındırdığını sandığı için onlarla nasıl baş edeceğini de bilemiyor.

Bugün anneliğin karanlıkta kalan yüzü hakkında yeterince konuşulmuyor, yazılmıyor. Onun yerine iki başat söylem tüm sahneyi kaplıyor.

  1. Analığın bir kadının temel vazifesi olduğunu ve her işten yüce olduğunu vurgulayan, bu uğurda kadınların her türlü fedakârlığı yapmaları gerektiğini ve mümkün mertebe evlerinde kalmalarını salık veren geleneksel söylem.
  2. “Çocuk da yaparım, kariyer de” sloganıyla her işi eksiksiz pürüzsüz kotaran, süpermarketlerde jet hızıyla alışverişini tamamlayıp, evde ve işyerinde herkesin ihtiyacına koşan, en güzel mamaları iki saniyede mikserden geçiren “süperdişi” imajı ve bu imajı pompalayan renkli-kadın-dergisi-söylemi.

Bu iki söylem ilk bakışta çok farklı görünmekle beraber, benzer bir özelliğe sahip: İkisi de ayın karanlık yüzünü görmezden geliyor. Geleneksel söyleme bakarsanız, annelik zaten o kadar mutlak ve kutsal bir şey ki, hâşâ hakkında en ufak bir olumsuz laf söylemek kimin haddine. Modern söyleme bakarsanız, çağdaş kadın zaten o kadar maharetli ve mükemmel ki, şanına kimse leke düşüremez.

Bu iki dayatmacı katman arasında sandviç gibi sıkışmışken nasıl konuşabiliriz hakikatleri? Nasıl dürüstçe anlayabilir ve anlatabiliriz anneliğin çelişkilerini?

Türkiye’deki hâkim söylem asla “yakıştırmıyor” annelere bunalımı. Değil bunalım, tereddütün katresini dahi kondurmuyor. Parlatıla parlatıla, cilalana cilalana doğallığını yitirmiş bir kırmızı elma olmuş annelik. Uzaktan methiyeler düzüyoruz varlığına. Isıramıyoruz korkudan. İçinden kurt çıkar mı acaba?

Kutsallaştırılan ve mutlaklaştırılan bir rozet kimliğe dönüşüveriyor “annelik”. Yakasına takıp geziyor kadınlar. “Ben bir anneyim…” demek başlı başına bir kimlik tanıtımı. Rengi şeker, şekli şeker bu rozetin ama alabildiğine tek boyutlu ve yüzeysel.

Nice kadın o parıltılı yüzeyin altında ne çok çelişkili duygu ve fikir barındığının bilincinde aslında. Biliyorlar bilmesine de onlar da yaşadıklarından ya da hissettiklerinden ötürü suçluluk duyuyor, susuyorlar. Hayatlarında en mutlu olmaları gereken dönemde, anlayamadıkları bir biçimde mutsuz olmayı ne kendilerine yedirebiliyor ne de başkalarına açıklayabiliyorlar. Utanıyorlar depresyonlarından. Zaten bir müddet sonra bahar geliyor kendiliğinden ve tüm yaşananlar unutuluyor.

Unutulmalı da. Geriye dönüp bakınca bir şey kalmamalı bu çetin evreden.

Ama işte böyle yapa yapa, fazlasıyla cicileştirilmiş yahut yüceltilmiş, adeta siniri alınmış bir annelik mefhumu kalıyor ortada. Pek çok hamile kadın bu mefhumu idealleştiriyor zihninde. Böyle olmaya çalışıyor. Olamayınca bocalıyor. Doğum sonrası ciddi bir yalpalama süreci bekleyebiliyor onları. Bir türlü yazıya dökülmüyor loğusanın bunalımı. Yeterince incelenmiyor, irdelenmiyor, paylaşılamıyor. Yazı yazan, analiz yapan, fikirlerini esere çevirenlerin ezici çoğunluğunun erkeklerden ya da erkekleşmiş kadınlardan oluştuğu bu ülkede, loğusanın içini çürüten siyah süt kolay kolay mürekkebe dönüşemiyor.

Bu kitap böyle bir mürekkeple yazıldı. Şu anda veya bir zamanlar benzer bir fasl-ı hazandan geçenler ya da gelecekte bununla tanışacaklar olanlar için kaleme alındı. Tabii bir de bu konuları uzaktan yakından merak edenler için… Okuyup da unutulmak üzere…

Sonuna vardığında başını unutmanız dileğiyle…

Siyah Süt

Eğer bir kadın erkeksi özelliklere sahipse, ondan kaçmalı. Ama eğer bu tür özelliklere sahip değilse, bu sefer de o kendinden kaçmalı.
Friedrich Nietzsche

Önsöz

Yatak odasındaki komodinin üzerinde yuvarlak bir ayna var. Kenarları gümüşten. Aynanın ortasında bir kadın duruyor. Bedeni patiskadan bez bebek; bir tek bakışları etten ve kemikten. Bakıyor kendine dinmeyen bir merakla. Ayırmıyor gözlerini suretinden.

Oysa bilmez mi ki “bakmak” masum bir şey değildir ya da aynalar basit birer obje? Bilmez mi ki aynaların yüzeyleri ya bir kumaş parçasıyla örtülmeli ya da duvara doğru çevrilmeli? Bu kadar mı kayıtsız geleneklere? Yoksa bile bile mi çiğniyor kaideleri? Asırlık öğretilerle inatlaşmak istercesine?

“Her ayna anahtarını kaybetmiş bir kapıdır. Açılır Diyar-ı Esrar’a. Olur da fazla bakarsan aynaya, aralanıverir kapı, kaybolursun sonsuzlukta.”

Kadının saçları gelişigüzel bir şekilde toplanmış, sağdan soldan çalı gibi saç tutamları fırlamış. O tutamlardaki her bir saç teli dile gelmiş, isyana gelmiş. Bas bas bağırıyor:

“Ne olur artık bizi yıka, bizi tara, bizi topla!”

Saç dipleri daha da beter haykırıyor, feryat figan.

“Ne olur artık bizi boya. İnsan içine çıkamaz olduk utancımızdan. İstersen civciv sarısına boya. Hatta seneler evvel bir keresinde kızıl yapmaya kalkmıştın da korkunç olmuştuk hani. Ona bile razıyız. Yeter ki boya bizi, unutma!”

Ama bunları duymuyor kadın. Sağır olmuş beyninin dırdırından gayrı tüm seslere. Gözleri incecik bir tabakayla perdelenmiş. Sanıyor ki isten, kömürden, çekirge sürüsünden bir koyu bulut yağmış kaplamış her yeri. Hoşnutsuz, huzursuz, ruhsuz bir pelerine sarılmış tüm dünya. Solmuş tekmil canlı tonlar. Renklerden kül rengi başa padişah olmuş. Ve ilk icraatı, tahtına rakip olabilecek tüm canlı renkleri kodese tıkmak olmuş.

Sanıyor ki kadın, hüznün filtresinden geçemeyen her şey ona yabancı. “Mutluluk”a “münafık” muamelesi yapıyor da farkında değil. Nereye baksa üzülecek bir şey görüyor anında. Güzellikleri seçemiyor etrafında. Gözlerinin kenarları uykusuzluktan ve ağlamaktan torbalanmış, kızıla çalan halkalarla çevrelenmiş. Daha da ürkütücü olan içleri. Feri sönmüş, voltajı düşmüş gözbebeklerinin.

Kadının üzerinde eflatuna çalan, parlak kumaştan uzunca bir gecelik var, göğüs kısmında şekilsiz desenler. Geceliğin incecik askılarından biri kopmuş, tutsun diye alelacele bir düğüm atılmış oraya. Ama düğüm atılan askı diğerinden kısa kaldığı için, geceliğin yakası yokuş olmuş, sağdan sola doğru kayıyor. Bu ayrıntı kadına da belli belirsiz bir eğim katmış sanki, her an bir tarafa yatıp düşecekmiş gibi duruyor. Geceliğin üzerindeki desenler çılgın bir desinatörün elinden çıkmış gibi görünse de dikkatlice bakınca bunların süt ve bebek kusmuğu lekeleri olduğu anlaşılıyor.

Doğum yapalı yedi hafta olmuş.

Mükemmel bir anne olmak istiyor kadın, öylesine kusursuz ki hayali bile imkânsız.

Hayali bile mümkün olmayan mükemmel anne mükemmel süt veriyor mükemmel bez değiştiriyor mükemmel çıkarıyor bebeğin gazını mükemmel koyuyor üç damla limonu su dolu kaşığa mükemmel hıçkırık geçiriyor mükemmel kalkıyor geceleri bebek ne zaman ağlasa mükemmel uyanıyor sabahları mükemmel temizliyor kusmukları mükemmel gülümsüyor kocasına mükemmel duruyor hayatın ortasında mükemmel gidiyor rotasında.

Oysa hakikat bambaşka.

Gerçek hayatta, o dört dörtlük üstün yaratığa erişmeye çabalarken hata üstüne hata yapıyor kadın. Ne sütü tam geliyor, istenilen kıvamda veya miktarda/ ne bebeğin gazını çıkartmasını biliyor, sırta usul usul vura vura ustalıkla/ ne sabahları zamanında uyanabiliyor, sürünmeden zorlanmadan/ ne geceleri uyku tutuyor gözlerini, şafağa kadar/ ne yapabiliyor yapması gerekenleri /ne de yardıma ihtiyacı olduğunu kabul veya idrak ediyor…

“Başarılı” olmaya o kadar koşullanmış ki, ne zaman bir şey aksasa, anında “başarısız” addediyor kendini. Mükemmellik karnesinde bir kırık not almış gibi kızarıyor, utanıyor. Her hatadan sonra yüksek sesle özür diliyor kim bilir kimden. Belki de görünmeyen birilerinden. Neredeyse otomatik. Sabahtan akşama kadar mahçup ve ezik.

Bilmiyor ki özür dilemek de bir bağımlılık olabilir; yerli yersiz durmadan etrafındakilere “kusura bakmayın” dedikçe, bakılacak kusurları artar insanın.

Kıytırık sebepler yüzünden tartıştıkları için kocasından, gece bebek uyumadı ses oldu diye yandaki komşudan, telefonlarına çıkamadığı için arkadaşlarından, bakkala öteberi almaya yolladığı için kapıcıdan ve sütü yetmediği için memeleri adına bebekten özür diliyor. Elinde ya bir bardak ya bir kâse, devamlı bir şeyler içmekte ya da yemekte. Ama kaç tane loğusa şekeri tüketirse tüketsin, ne kadar ısırgan otu içerse içsin, dolduramıyor memelerini. Vicdan azabı kemiriyor içini. Sütü yetmediği için üzülüyor, üzüldüğü için yetmiyor sütü. Girmiş bir kısırdöngüye, tekerlekte dönen fare, kuyruğunu yutan yılan misali durmadan başa dönüyor. Elinde duygusal bir büyüteç, yatırmış ruh halini bir tablanın üzerine, …

"

Siyah Süt kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Siyah Süt (2007)

Siyah Süt

Anlatı
Yazar: Elif Şafak  
İlk Basım: 2007
Yayınevi: Doğan Kitap