Efe ve arkadaşlarının fenomen olmak için çıktıkları yolda başlarına gelenler, tavuk dürümün arasına konmuş tavuğun başına gelmedi!
Efe’nin sosyal medyada yaptığı duygusal paylaşımlar bazı arkadaşlarının “arabeskin kralı” diye alay etmesine, ailesinin ise çileden çıkmasına sebep olur. Ve Efe’ye sosyal medya yasaklanır. Fakat bu yasak öyle bir projeyle delinir ki kimse gıkını bile çıkaramaz.
Efe ve arkadaşları bir anda birçok kişi tarafından tanınmaya başlar ama bu şöhret hiç de hayalini kurdukları şöhrete benzememektedir. İyi niyetlerle giriştikleri sosyal deney Efe ve arkadaşlarının hayatını bir süreliğine kabusa çevirir. Siber zorbalığın karanlık yüzünü görerek büyük bir ders alan ekip, bir öğretmenlerinin yardımıyla yeni bir senaryo yazarak bu durumdan kurtulurlar.
Bu arada nefes nefese bir macera yaşanır, arkadaşlık ilişkileri güçlenir, göz yaşları dökülür, kahkahalar atılır ve sonunda kazanan yine iyi niyet olur.
Hayretle başlayıp heyecanla devam eden ve sonunda mutluluk olan bir kitap okumaya hazırlan. Çünkü bu macera kaçmaz!
***
ÇOK ACAYİP BİR MACERA!
1. BÖLÜM
BU İŞTE BİR İŞ VAR!
Caddenin iki yanında binlerce insan birikmiş çılgınca bizi alkışlıyordu…
Benim boynumda asılı Ramazan davuluna benzeyen bir davul vardı ve tokmağı vurdukça vuruyordum.
Yaklaşık yüz elli kişilik bir bando takımıydık ve şehrin en kalabalık caddesinden aşağıya doğru uygun adım yürüyorduk.
O kadar kalabalık olmamıza rağmen bando takımından oldukça cılız bir ses çıkıyordu.
Dirililili dirilililili dirililili lülülü dıt dıt dıt!
Dirililili dirilililili dirililili lülülü dıt dıt dıt!
Kendi kendime niye bu kadar kötü bir marş çaldığımızı düşünüyordum.
Ne çaldığımızı bilmiyordum ama sanki nefret ettiğim bir şarkının melodisini andırıyordu.
Bir ara bizim okulun yanından geçtiğimizi fark ettim. İnşallah okul müdürü, öğretmenler ve arkadaşlar beni görürler, diye düşündüm.
Kafamı sağa doğru çevirip okula baktım. O sırada birden bando takımı çalmayı kesti. Ben de mecburen davula vurmayı bıraktım.
Caddenin kenarına dizilmiş, ellerinde bayraklarla çılgınca tezahürat yapan kalabalık da aynı anda susmuştu.
Bu sessizliğin ortasında bir çığlık yankılandı:
“Efe, yine okula gelmedin oğlum. Devamsızlığın sınırda. Kalacaksın bu gidişle.”
Bütün gözler bana döndü. Gözlerimi kısarak sesin sahibini görmeye çalıştım ve okulun birinci katında okul müdürünün kafasını gördüm.
Olamaz! Resmen pencereden bana bağırıyordu müdür. Bu arada sesi inceldi, kadın sesi gibi çıkmaya başladı:
“Kalacaksın, kalacaksın, kalacaksın!”
Okuldakilere hava atayım derken cümle âleme rezil olmuştum. Kalabalıktan kahkaha sesleri yükseliyordu.
Okulun üst katlarındaki pencerelerde Kürşat’la Şeref’i gördüm. Onlar da “Kanka, noldu? Tokmak elinde kalakaldın!” diye benimle dalga geçiyorlardı.
Gözlerimi kapattım. Bu sırada bando tekrar çalmaya başladı.
Dirililili dirilililili dirililili lülülü dıt dıt dıt!
Gözlerimi tekrar açtım ve yarım metre mesafede annemin sinirlendiğinde yay gibi gerilen kaşlarını gördüm.
“Efe, yarım saattir alarm çalıyor. Kalk artık ya! Geç kalacaksın!”
Dirililili dirilililili dirililili lülülü dıt dıt dıt!
“Ne yatmayı biliyorsun ne kalkmayı!”
Dirililili dirilililili dirililili lülülü dıt dıt dıt!
Uzanıp telefonun alarmını kapattım. Annem hâlâ söyleniyordu. Saate baktım. 08:20.
Bugün okula gitmesem!
Müdürün camdaki kafası geldi aklıma. Canım sıkkın bir şekilde banyoya yürüdüm. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra mutfağa gittim.
Masanın üzeri bomboştu. İçeri seslendim.
“Anne, kahvaltı yok mu?”
“Yok oğlum, sofrayı kurup yine kaldırdım sen kalkmayınca. Muz ye bir tane!”
“Anne, her sabah muz yemekten maymuna döndüm ya!”
İçeriden annemin kıkırdamasını duydum.
Üzerimi giyindim. Çantama bir tane muz atıp dışarı fırladım.
İstanbul güzel bir güne uyanıyordu. Şehrin sabah saatlerine özgü kıpırdanışını çok seviyorum. Kepenk açan esnaf, uykulu gözlerle okula yürüyen minikler, pastanelerden dışarı taşan simit ve poğaça kokusu…
Caddeye çıktığımda telefonumu açıp Youtube kanalıma girdim.
İzlenme sayısı on bini geçmiş. Nasıl yani! Bir yanlışlık olmalı!
Son videoyu bir gece önce saat on bir civarında yüklemiştim. Yatarken bin civarında bir izlenme sayısı vardı. Ekranda pencereyi kapatıp tekrar açtım.
Evet, yanlış değildi.
On bin yüz elli iki izlenme…
Ve yüzden fazla yorum…
Hafif bir sevinç çığlığı attım. Domatesleri tezgâha dizen manav dönüp bana ters ters baktı.
Nasıl olur ya? Bir gecede on bin izlenme nasıl olur?
Bu sırada telefonum çaldı. Arayan Bahadır’dı.
“Alo, Bahadır. Gördün mü oğlum?”
“Gördüm Efe.”
“Fenomen oldun oğlum, fenomen!”
“Abi, videoyu kaldırmanı isteyecektim ben” dedi Bahadır mahcup bir ses tonuyla.
“Nasıl yani?”
“Kaldır işte.”
“Bahadır, videoyu kaldıramam. İzlenme sayılarına baksana abi!”
“Kaldıracaksın Efe, kaldıracaksın!” diye bağırdı birden Bahadır ve gürültülü bir şekilde ağlamaya başladı.
Neler olduğunu anlayamadım ama Bahadır’ın sesi bu kadar kötü geldiğine göre pek iyi şeyler olmamıştı. Daha önce hiç bu şekilde bağırdığını duymamıştım onun.
“Tamam. Okulda bir görüşelim. Kaldırırız icabında” dedim.
Bahadır’ın gürleyen sesi tekrar eski mahcup tonuna dönüş yaptı:
“Abi, icabında micabındayı bırak. Çok kötü durumdayım.”
Bahadır’ın hıçkırıklarından ne dediğini anlamakta zorlanıyordum.
“Okulda konuşuruz. Sen rahat ol” dedim tekrar.
Hıçkırık sesleri devam ederken telefonu kapatıp videoya tekrar baktım. Bu işte bir iş vardı!
Videonun altında uzanan yorumlara göz atınca beynimden aşağıya kaynar sular döküldü. Nabzım hızlandı, midem bulanmaya başladı.
Hemen hesabıma giriş yapıp videoyu sildim. Sonra Bahadır’a mesaj attım, sildim videoyu diye.
Fazla belaya bulaşmadan bu işten kurtulduğumuzu düşünüyordum.
Adımlarımı hızlandırıp okula doğru düşünceli bir şekilde yürürken, oldukça masum bir düşünceyle çekilen bir videonun, internetin karanlık sokaklarında kontrolden çıkmış bir canavar gibi önüne çıkan her şeyi yiyerek büyümeye ve gelişmeye devam edeceğini tahmin bile edemezdim.
Sınıfa girdiğimde Bahadır en arka sıraya kapaklanmış hâlâ ağlıyordu.
Birden içimde büyük bir pişmanlık hissettim. Ama maalesef internet anayasasında pişmanlık affı yer almıyordu…
2. BÖLÜM
ÜÇ HAFTA ÖNCESİ
Yirmi dakikadır telefon elimde yatağın üstünde uzanıyordum.
Bir türlü tamamlayamadığım yarım kalan cümlem de ekrandan bana bakıyordu.
“Herkes yağmur yağıyor zannediyor, ama benim oturduğum yerden baksalar şehre, sen yağdığını görecekler. Saçların evlerin saçaklarında, gözlerin su birikintilerinde…”
Son kısım güzel. Ama baş taraftaki ‘herkes’ kelimesi cümleyi basitleştiriyor gibi…
“Bırak herkes yağmur yağıyor zannetsin. Ben biliyorum ya şehre sen yağdığını, gerisi önemli değil. Saçların evlerin saçaklarında, gözlerin su birikintilerinde…”
Yine olmadı! Su birikintisinde göz mü olur ya!
Yazdığım cümleyi silip mutfağa gittim. Kaynayan çaydanlıktan bir bardak çay doldurup odama geri döndüm.
Bardağı pencerenin pervazına koydum. Yağmur hızlanmıştı. Odanın ışığı biraz fazla gibiydi. Işığı kapatıp yeniden camın kenarına geldim.
Gözlerim sokak lambasında, elim telefonun dokunmatik ekranında birkaç dakika daha bekledim. Zihnimde kelebekler gibi uçuşan kelimelerden bir cümle daha kurmayı denedim:
“Seninle aynı yağmur altında ıslanmak isterdim. Ama yağmur yağarken sen yoksun, sen varken de güneş açıyor. Ve ben seni kupkuru cümlelerde özlemeye devam ediyorum.”
Bu cümle oldu işte! Çektiğim fotoğraf da güzel. Camdaki yağmur damlaları, sokağa masalsı bir atmosfer veriyor.
Paylaşımı yapıp beklemeye başladım. Takipçi sayım bini geçmişti. On dakika içinde kırk üç kişi beğendi fotoğrafı. Üç kişi takibe başladı. Bu arada ben de pijamalarını giyip yatağımı yaptım.
Bir arkadaşım “Instagram’dan yürü” demişti, “Facebook çok yaşlandı. Twitter fazla siyasi. Youtube zahmetli. Sen Instagram’da parlarsın!”
Twitter ve Facebook hesaplarım da var ve oradan da paylaşımlar yapıyorum. Ama ağırlığı Instagram’a veriyorum bu aralar. Çünkü Instagram gerçekten çok iyi. Fotoğraf çekmeyi de seviyorum.
Bir süre Instagram’dan yürüyeceğim. İyice parlayana kadar…
Telefonu yanımdaki sehpanın üzerine koyup yatağa uzandım. Bir cümle daha yazabilirdim aslında ama gözlerim kapanıyordu.
Telefonu uçak moduna aldım. Boş çay bardağı pencerenin kenarında çok güzel duruyordu. Yine cümleler hücum etmeye başladı zihnime:
“Çayla birlikte sana olan özlemim de demlendi bu gece. Ve ben altını kıstıkça ateşin, aşkım daha çok fokurdadı.”
Uykuyla uyanıklık arasında kurduğum cümleyi düşündüm. Kalkıp, yağmur damlalarının süslediği camı fon yaparak boş çay bardağının fotoğrafını çekmek çok zor geliyordu.
Aşkın fokurdaması zaten saçma sapan bir benzetme olmuştu.
En iyisi uyumaktı…
Nasıl Fenomen Oldum? – Acayip İşler Takımı | Salih Uyan kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.