Erendiz Atasü ilk kez yazarlığının yirminci yılında yayımlattığı bu kitabında, önce kendisine kadın, yazar ve yurttaş olarak eleştirel bakıyor; sonra yurduna ve içinde yer aldığı feminist harekete. Bugünlerin gelişini otuz yıl önceden görebilenlerin çırpınışlarına, kavrayışsızlığa çarpan uyarılarına tanıklık ediyor. Bu kitap, aynı zamanda hem bir yazarın kendi edebiyatını eleştirebilmesi bakımından hem de son on yılların sancılı sürecini kadınlar için belgelemesi açısından güncelliğini yitirmemiş bir yapıt.

Yirmi yılda öykülerin, romanların dışında ne çok yazı kaleme almışım! Kavga yazıları, barış yazıları, içe bakış yazıları… Edebiyat, seyahat düşünceleri… Yitirdiklerimizin ardında kalan boşluğun ve acının yazıları… Kadın olmakla yazar olmanın kesiştiği noktada duran, kadınlığını yazma yeteneğiyle birlikte keşfetmiş bir insanın, hep acılar çekmiş ve çektirmiş bir yurdun kaygılı yurttaşının, kadınların özgürlüğü ve laik toplum düzeni için mücadele etmiş bir insanın yazıları bunlar.


Sevgili okur,

İlk kez 1981’de bir hikâyem yayımlanmıştı. Üstünden tam yirmi yıl geçmiş. Az süre değil… Bu zaman parçasında neler olmadı ki… Çocuklar doğdu büyüdü. İlişkiler soldu… Bize yakın insanlar öldü… Yurdumuz neredeyse yirmi yıl eşiğinde oyalandığı içsavaştan döndü… mü?.. Oluk gibi kan aktı. Siyasal, ekonomik ve doğal felaketlere uğradık… Sosyalist blok çöktü. Siyasal dinci bağnazlık yükseldikçe yükseldi. Dünya, kendi hızından sarhoş bir teknolojinin girdabında, sefalete, açlığa, kabile savaşlarına yürüyor…

Yirmi yılda öykülerin, romanların dışında ne çok yazı kaleme almışım! Kavga yazıları, barış yazıları, içe bakış yazıları… Edebiyat, seyahat düşünceleri… Yitirdiklerimizin ardında kalan boşluğun ve acının yazıları… Kadın olmakla yazar olmanın kesiştiği noktada duran, kadınlığını yazma yeteneğiyle birlikte keşfetmiş -yaratmış diyelim dilerseniz- bir insanın, hep acılar çekmiş ve çektirmiş bir yurdun kaygılı yurttaşının, kadınların özgürlüğü ve laik toplum düzeni için mücadele etmiş bir insanın yazıları bunlar.

Her geçen gün feminist bilincim bileniyor; çünkü neredeyse her gün -hiç abartısız- cinsime yapılmış bir haksızlığı öğreniyorum, ya da yapılana tanık oluyorum; kimi kez böyle şeyler bizzat başıma geliyor! Ancak, bireyin sosyal haklarının yadsındığı, tekelci kapitalizmin iki yüzyıl öncesinin “vahşi kapitalizmine” azgınlaştığı bu “yeni imparatorluk” çağında, feminizmin kekemeleştiğini görmez değilim. Bu, beni üzüyor. İki yüz küsur yaşındaki feminizm, doğduğu dönemin öncesine ait amansız bir kitle sömürüsünün teknolojik cicilerle bezenmiş bir türünün karşısında! Kadınlığın özgül sorunlarının gündemden silinme riskini göze almadan, 21. yüzyıl başının postmodern sömürüsüne nasıl karşı durmalı? Belki kitaptaki kimi yazılar, okuru bu soru üstüne düşündürebilir. Sorunun henüz bilemediğimiz yanıtı gerçekten mühim!

Yirmi yılın ürünü yazılar hep birlikte bir bütün oluşturuyor ama bir cilde sığmıyor. Elinizde tuttuğunuz kitap, kadınlık, kadın ve yazar olma, bir sorunsal olarak kadın özgürlüğü konusundaki denemelerin toplamı.

İyi okumalar.

Erendiz Atasü Ağustos 2001

Kadınlık/Yazarlık

YAZARLIĞIMIN HİKÂYESİ

1947 baharında Ankara’da doğmuşum. Annemle babam, Hadiye ve Faik Sayron öğretmendi. Cumhuriyet’in ilk kuşağından, Cumhuriyet ilkelerine sonuna kadar bağlı insanlar. Kardeşim yoktu. Kitaplarla dolu evimizde, kitaplarla baş başa büyüdüm. Çocukluğumun en ilginç yanı, babamın ailesinin yaşadığı Trabzon’a gemi yolculuklarıydı. Bir de ailece İngiltere’de yaşadığımız yıl. (Sanırım, bu yıl önemlidir; yetişkinliğimde Batı’yı aşağılık duygularından ve koşulsuz hayranlıktan bağımsız değerlendirebilmemi sağlamıştır.)

Cumhuriyet aydınlarına özgü, kadının aklını onaylayan ama gövdesini yadsıyan tutuculuğun ellerinde genç kızlığa ulaştım. Ev kadını olmak veya görücü usulüyle evlenmek aklımın ucundan geçmiyordu, ama hangi mesleği seçeceğimi, imrendiğim aşkı nasıl yaşayabileceğimi kestiremiyordum. Her zaman iyi bir öğrenciydim; başarı hırsıyla değil, annemle babamdan devraldığım görev ve sorumluluk duygularıyla çalışırdım derslerime. Üniversite giriş sınavında yüksek puan tutturmak mesele değildi benim için. O zamanlar -yıl 1964- eczacılık gözde bir meslekti; en yüksek puan eşiği eczacılık fakültelerinin kapısındaydı. Bu yüzden mi girdim eczacılık fakültesine?.. Belki de çevremde bu mesleğin “kadınlara yaraştığının” vurgulanmasındandır.

O namlı yılda, 1968’de fakülteyi bitirdim ve fakültemde kaldım. Üniversitenin özgür havası mıydı beni çeken? Yoksa, serbest ticaretin bana göre olmadığını sezinlemiş miydim? Bilemiyorum; o yıllar kendime sorular yöneltmezdim. 1970’te babamın ölümüne kadar, annemin ve babamın koruyucu sevgisiyle örülmüş yumuşacık bir kozada yarı uykulu yaşadım.

Babamın kaybı keskin bir bıçak gibi paraladı kozamı; bu ilk şiddetli acı, uzun sürmüş çocukluğumun sonuydu.

Ertesi yıl, kazandığım bir bursla İngiltere’deydim. 12 Mart fırtınasını uzaktan izliyordum. Benim içimde de fırtınalar kopuyordu. Uslu kızın yerini, hayatın her alanını sorgulayan bir asi almıştı. Şimdi, yirmi yıl önceye baktığımda, yumuşak, ürkek ve kadınsı görünüşümün altında (hiç parka veya postal giymedim) gözü kara bir uyumsuzu seçebiliyorum. 25. yaşım bir dönüm noktasıydı; yazmaya o yıl başladım; Londra’nın ıslak ve gri kışında. Niçinini sormuştum kendime: Hayatımın bir anlamı olmalıydı… Eksik bir yanıttı bu. Henüz ne annem ve babamdan -görev ve sorumluluklardan zaman bulup da kendi yaşamlarında yeşertemedikleri- edebiyata duydukları aşkı devraldığımı biliyordum (ailemdeki edebiyat aşkını çok yenilerde keşfettim, annemden artakalanları gözden geçirirken) ne de duygularımı, kadınlığın kapılarını zorlayan genç bir insanın ıstıraplarını kavrayabiliyordum.

Üşüyerek gittiğim İngiltere’den gözyaşlarıyla ayrıldım; galiba o ülkenin sonsuz yeşilliğini hep biraz özledim.

Yurdumda, gelenekçi bir ülkede bekâr bir genç kadının sıkıntıları ve ülkemi kasıp kavuran sağ-sol çatışmaları bekliyordu beni. Kendimi solcu hissediyordum. Geri dönüp o yılların üniversitesine (1960’ların sonu -12 Mart dönemini atlayın- 12 Eylül 1980’e kadar) baktığımda, duyduğum özgürlük kokusuna şaşırıyorum. O inanılmaz ortamı arkadaşlarımla paylaşan ben miydim yoksa her şey rüya mıydı?.. Rüya, samnm daha çok iz bırakır yaşamlarda. O kendine güvenli, kişilikli, idealist üniversite asistanlarına ne oldu?.. Kimi 12 Eylül icraatıyla atıldı kimi de bu icraatın altında yükseldi… Bu konuyu bırakalım…

O dönemde, “kuruluşların” heyecanıyla güzelleşen dostluklar, arkadaşlıklar, sevgiler yaşadım. Yeni bir Türkiye kurmak istiyorduk; demokratik üniversiteyi kuracağımızdan kuşku bile duymuyorduk. O güzel dostlarımdan birisiyle evlendim; kızım Reyhan’ın babası Dr. Ergin Atasü ile.

Sonra ne oldu?.. Önce ölüm kol gezdi Türkiye’nin sokaklarında ve üniversite koridorlarında; sonra askerî birlikler. Kuruluşların tadı, yozlaşmanın, yıkımın, kayıpların, düş kırıklıklarının, özgürsüzlüklerin acımış lezzetine dönüştü. Sanırım, “üniversite yıkıldı” desem, pek de yanlış bir şey söylemiş olmam. Yıkılanlardan yalnız biriydi üniversite… Düşünce birliktelikleri, kendine ve halkına inanç, dostluklar, sevgiler ve evlilikler de yıkıldı.

1980’lerin ortalarında, çocuğu ve annesiyle birlikte yaşayan ve hayatını yeniden kurmaya çalışan bağımsız bir kadındım. Fırtınadan sonra, hâlâ üniversitedeydim. (Bugün hâlâ üniversitedeyim. Bu ne sebat!..) Ama artık, varlığımın en küçük parçası ordaydı… Gönlüm edebiyata uçmuştu.

Yaşamımı yeniden kurarken boyutlardan birisi edebiyatsa öbürü feminizmdi.

1980’lerde Türk aydını yaman bir yalnızlaşma süreci yaşadı… Yalnızlığın inciticiliklerini ben de tanıdım; ancak benim yalnızlığımın onarıcı, tazeleyici bir yanı vardı. Çevremle uyumum bozuldukça -ya da çevrem bozuldukça- kendimin farkına varıyordum; zenginleşen iç dünyamdan yeni bireşimler yaratabiliyordum… Her zaman bir feminist olageldiğimi de o dönemde görüp, anlayıp, kabul ettim. Kadın hayatının çeşitli evrelerinden geçmiştim (hâlâ geçiyorum); kendi yaşantımın yanında pek çok başka deneyime de tanık olmuştum. Her yeni yaşantı, cinsimin tarih boyunca ve bugün de uğradığı haksızlıkların yeni bir yüzünü tanıttı bana… Elbette ki, zaman zaman bana ve cinsime haksızlık eden bireylere, kuramlara, geleneklere karşı öfkeyle doldum (hâlâ bazen öfkeliyim). Ama, feminizmi öfkeli bir tepki olarak yaşadığım söylenemez. Kendisinin ve dünyanın farkında bilinçli bir kadın için, feminizm hem doğal hem akılcı bir seçim.

İçgörümün geliştiği o yıllarda, benim için hem sığınak hem mücadele biçimi; hem özgürlük hem güven olan yazma eyleminin kadınlık bilincimle iç içe geçtiğini kavradım. Gövdemi ve ruhumu yasa boğan nice kadınlık deneyiminden, beynimde tomurcuklanan bir öyküyle kurtuldum; yeniden sağlığıma, canlılığıma kavuştum. Yazmak, sade ve “toplumsal kadınlığımın” değil, biyolojik varlığımın da parçası… “Kadın yazar” tanımını ben göğsümü gererek taşıyorum.

Bir ucuyla fevkalade kişisel bir süreç olan yaratma eyleminin, kişiliğimizin ana belirleyicilerinden, “toplumsal cinsiyetimizden” ve bireysel cinselliğimizden yalıtılabileceğini düşünemiyorum.

Kadınların yazdıklarının, cinsimizin dertlerinin bilincine varıp bu dertleri “anlatmakla” edebiyat düzeyine ulaşabileceğini savunduğum sanılmasın. Sanatsal yaratıcılık, kadınlık kederlerini varlığımızdan dışsallaştırıp tanımak ve tanımlamakla değil kendimizin bütün o dertlerin, saplantıların, baskıların, önyargıların, suçlulukların; aynı zamanda alçakgönüllü cömertliklerin, sevecenliklerin, dokunmaların bireşimi ve bütün bunlarla sürekli etkileşim içinde, sürekli devinen, bazen parçalanıp dağılan, bazen yeniden oluşabilen bir bireşim olduğumuzu sezebilmek ve sezdirebilmekle ilgili…

Biz kadınların yazma enerjisini sağlayan; üzerimize giydirilen geleneksel kimliğimizden, yani toplumsal cinsiyetimizin uysallığı ile ruhumuzun derinlerinde doğan ve kendini gerçekleştirmek için tepinen “insan”ın başkaldıncılığı arasındaki gerilim değil midir? Türkçenin kadınları başka sancılar da çekiyor. Doğu ile Batı arasında çarmıha gerilerek can vermiş koca bir imparatorluktan artakalan görkem ve sefalet… Bizi “bölgeciliğe” hapsedebilir… veya evrenselliğe ulaştırabilir.

Verimliliğimizi yaratan bu sancılardır; onları korkusuzca yaşadıkça güzelleşir yazdıklarımız; “içe işleyen” sanat katına ulaşabilir. Evet, içtenlik… Özgürlüğün ve özgünlüğün ilk şartıdır içtenlik… Ama, nasıl…

Dört kitap yazdım. Kimi öyküleri, uyanıveren bir esinlenmeyle kimilerini, aylarca, bazen yıllarca didinerek… Yazmanın başlangıçtaki saf mutluluğu, yoğun, düğüm düğüm bir serüvene dönüştü.

Yazdıklarım, yazdığım sürece beni ilgilendirir; onları tutkuyla severim, müthiş beğenirim… Bitirdiğim, hele de yayımlanmış öykülerime hayranlık duymak, evirip çevirip defalarca okumak gibi huylarım hiç yoktur. Kitaplarımı kendimden bağımsız varlıklar olarak değerlendirebilir, beğenir veya eleştirebilirim.

İlk kitabım Kadınlar da Vardır (1983) aceleci ve acemice bir iç dökme ve tanıklık kitabıydı. Okuyucusuyla hemen buluştu. Bir ödül kazandı. Lanetliler (1985) buruk bir kitaptı; anlatım biçemi oturmamıştı; içindeki bazı öyküler bodur kalmış romanlar gibidir. Dullara Yas Yakışır (1988) bir aşamayı yansıtır; burukluktan yeni bir umuda geçişi; “öykünün” tanımlanması zor tadını, sanırım, okuyucuya duyurabilir. Onunla Güzeldim (1991) içtenliği yaratabilmenin “anlatmaktan” öte yollarını, sezdirebilmeyi, dokunuvermeyi, uyandırıvermeyi denediğim bir kitaptır; sanırım güzel oldu.

45 yıllık hayatıma, artık kırışmaya başlayan yüzüme, aklaşan saçlarıma bakınca kızımı ve dört kitabımı görüyorum ve hoşnutluk duyuyorum. 

"

Kadınlığım, Yazarlığım, Yurdum kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Kadınlığım, Yazarlığım, Yurdum