Duygularımız durmadan akan derelere benzer. Doğduğumuzda pırıl pırıl olan o berrak dereye attığımız her sıkıntı, her kaygı, her üzüntü rengini değiştirir, onu bulanıklaştırıp karartır.

Bütün güzelliğine ve ihtişamına rağmen, hayat huysuz ve bencildir. Huysuz bir hayatla mücadele etmek, iyi yaşayabilmek ciddi bir sanattır. O sanatı da hayat kendisi öğretir bize; onun sesini duyanları, özen gösterenleri, anlamaya çalışanları bilir. Ona bakışımızı, duyduğumuz hayranlığı, onunla mücadele etmekten vazgeçmeyeceğimizi hissettikçe, bizimle başka türlü bir ilişki kurmaya başlar. Bize arkasını dönmez, unutmaz. İki kere vursa da üçüncüde öyle güzel şeyler yaşatır ki şaşırır kalırız.

Huysuz hayatla iyi geçinebiliyor, bunun için mücadele etmekten hiç yorulmuyor ve vazgeçmiyorsak, ne mutlu bize. Çünkü sadece bu mücadeleden hiç vazgeçmeyenlerin dereleri güneşte pırıl pırıl parlayarak akar…

Gülseren Budayıcıoğlu bir kez daha kendi “Kırmızı Oda”sının kapısını aralıyor ve orada biriken hikâyelerden seçtiklerini bizlerle paylaşıyor; “hayatın sesi”ni daha iyi duyup anlayabilelim diye…


Teşekkür

Bu kitabın yazılmasında bana her zaman olduğu gibi sevgiyle, şefkatle destek veren sevgili çocuklarım Yağmur ve Hasan’a, yazdığım her kitabımı basılmadan önce dikkatle okuyan ve beni yönlendiren sevgili dostum MKD’ye, her yazdığımı dikkatle gözden geçiren ve öneriler yapan genç arkadaşlarım sevgili Emre Pekçetinkaya ve sevgili Gizem Çil’e; titiz çalışmaları ve sevgi dolu yaklaşımlarıyla sevgili editörüm Necla Feroğlu’na, sevgili Gülgün Çarkoğlu’na, sevgili Cem Erciyes’e ve tüm Doğan Kitap ailesine teşekkürlerimi sunarım.

Bu dünya hepimizin

Canlı cansız,

dağ tepe,

deniz derya,

ağaç çiçek,

börtü böcek,

kedi köpek

ve biz insanların.

Onlar bizden önce varmış zaten. Biz sonradan gelmişiz. Yani biz o döngünün devamıyız.

Belki son halkasıyız, belki son bile değiliz.

Eğer dünya bizim yaşam alanımız, bizim evimizse o evin;

her tahtasına,

her çivisine,

rengine,

kokusuna,

havasına suyuna,

temizliğine,

bakımına özen gösterelim.

Çünkü içinde yaşayacak,

bizden sonra gelenlere tertemiz teslim edecek başka bir evimiz yok.

Giriş

Merhaba benim çok sevgili okuyucularım,

Salgın başlayalı beri çoğunuzun yaptığı gibi ben de eve kapandım. Hayatımın hiçbir döneminde bu kadar uzun süre evde oturmamıştım. Oysa önümüzdeki günler için ne planlarım vardı. ilk şaşkınlığın ardından yavaş yavaş alıştım evde yaşamaya.

Alışmayıp da ne yapacaksınız, hayat ne yapacağını hiçbirimize sormuyor ki… Tıpkı sizler gibi ben de en alışkın olduğum şeylere yöneldim. Biraz da evde çalış dedim kendime. Bu arada bol bol düşünmeye de vaktim oldu. Geçmişi düşündüm, bugünlere hangi yollardan geçerek geldiğimi; acılarımı, kayıplarımı, sevinçlerimi, mutlu günlerimi düşündüm. Çocukluktaki hayallerimi, gençlikteki heyecanlarımı, olgunlaştıkça nasıl değiştiğimi, sabahlara kadar masamın başında yazı yazdığım yorgun gecelerimi, akşamlara kadar klinikte hastalarımla geçen büyülü zamanları…

Her birini dinlerken hep ufak tefek notlar alırdım. Hastalarım ne yazdığımı çok merak ederdi. Hatta sık sık, kenardaki dolapta duran dosyaları bir gece gizlice kliniğe girip okumak gibi hayalleri olduğunu söyleyince birlikte gülerdik. Kimine de oraya ne yazdığımı gösterirdim. Okurken heyecanlanır, hemen de gözleri dolardı. Bir başkası tarafından kendisi için yazılanları okumak, demek onları çok heyecanlandırıyor, biraz da hüzünlendiriyordu. O sayfalara daha çok, hikâyenin beni en çok etkileyen, o hikâyeyi özgün yapan ayrıntılarını yazardım.

Okuduğunuz kitapları biraz da bu keşiften yola çıkarak yazdım.

İlk kitabım olan Madalyonun İçini yazdığım günleri hiç unutmuyorum. O kitabı yazarken nasıl bir ruh hali içinde olduğum aklıma geldikçe hep içimi derin bir hüzün kaplıyor. Yazarlık önemli bir meslek. Bilgi ister, yetenek ister, fedakârlık ve tecrübe ister. Her şeyden önce cesaret ister. Bende bunların ne kadarı vardı acaba? Hem çok korkuyor, bir o kadar da çok istiyordum yazmayı çünkü içimdeki ses, “Bugüne kadar öğrendiklerini mutlaka daha geniş kitlelerle paylaşmalısın” diyordu. Çünkü nasıl ki mutluluk paylaştıkça çoğalırsa, acının da paylaştıkça azaldığını biliyordum.

Ben hastalarımı dinlerken onları nasıl anlıyor, acılarını paylaşıyorsam, siz okuyucularımın da onları anlayacağını, anladıkça bunun kendi acılarınıza da şifa olacağını inanıyordum. Bunları bilsem bile yine de yazmaktan korkuyordum.

Üstelik o dönem hayatım zaten yeteri kadar doluydu. Bir yanda çok düşkün olduğum ailem yani eşim ve iki çocuğum, bir yanda arada bir dozunu kaçırarak geç saatlere kadar baktığım hastalarım ve çok sevdiğim arkadaşlarım…

Zaten hayatım da bundan ibaretti. Yine de yorgunluktan ayakta duracak halim kalmasa da evde herkes yattıktan sonra salondaki yemek masasının başına oturup —o zaman henüz bir çalışma masam yoktu— geç saatlere kadar yazardım.

Şimdi düşünüyorum da, normal biri kendini böylesine yormaz, hatta cezalandırmaz. Bunu ya deli yapar ya da “deli doktoru”. Bu terimi sanırım hepiniz biliyorsunuz. Bir zamanlar küçük büyük, ruhsal sorunu olan ve psikiyatriste giden herkese deli, bize de deli doktoru derlerdi. Ancak şimdi işler değişti. Artık bizden yardım alanlara akıllı diyoruz.

Tam dört yıl uğraştım o kitap için. Sonunda 2004’te yayımlandı. Bu sefer de başka türlü bir endişe çöktü üzerime. Bunca emek verip yazdım ama acaba insanlar bu kitabı okuyacak, vermek istediğim mesajları, hissettirmek için çok uğraştığım insana has özellikleri, güzellikleri, hoşgörüyü, sevgiyi, şefkati, merhameti alabilecekler miydi?

Psikiyatri gibi anlatılması da anlaşılması da zor bir bilim dalının mensubu olarak meramımı doğru ifade edebilmiş miydim? Şimdilerde, aradan bunca yıl geçtikten sonra bu kitabı hâlâ en çok satanlar listesinde görünce hep gözlerim dolar. Bir yandan heyecandan içim titrer, sevinirim, bir yandan da o günler hüzünlendirir beni.

O kitap, meğer hiç beklenmeyen bir serüvenin başlangıcıymış. Hayatın bana ne büyük sürprizler yapacağını o zamanlar hiç bilmiyordum. Hayat böyle işte, hep gizemli, hep bilinmezliklerle dolu… Yarınların ne getireceğini bilsek, belki de yaşamak bu kadar cazip olmazmış.

Ardından öteki kitaplar yazıldı. Diğer yazarlar kitaplarını nasıl yazıyor bilmiyorum ama ben anlatacağım hikâyenin içine iyice girmeden, o günleri kendime tekrar tekrar yaşatmadan yazamıyorum. Hikâyenin beni en çok etkileyen yerlerini kendime iyice hatırlatmadan olmuyor bu iş. Onu yaşayan, bana bunları anlatırken ne hissettiyse, en çok da bunu arıyorum.

Tabii bir de onun kim olduğunu asla belli etmemek var. Kişiye ait tüm bilgileri değiştiriyorum. O artık bambaşka biri oluyor ama duygulara hiç dokunmuyorum. Yaşanmış bir hikâyeyi güzel yapan da zaten içindeki duygulardır.

Her kitabımda, hayatın, kimselere gösteremediği gerçek yüzünü yazmaya çalışıyorum. O yüzü gördükçe, içimizde hissettikçe hayat eskisi kadar saklanamıyor bizden. Kenarından köşesinden de olsa kaderin bilinmezliğini, acı ya da tatlı sürprizlerini, bizi kullanarak kendi elimizle yine kendimize neler ettirdiğini görmeye başlıyoruz.

“insan kaderini değiştirebilir mi?” En çok da bunu soruyorsunuz bana. Bunca insanın en derinlerini, acı tatlı her türlü yaşanmışlıklarını en gerçek yüzüyle gördükten sonra artık bazı şeyleri değiştirebileceğimize sonuna kadar inanıyorum. Bu meslek sayesinde kaderini değiştiren, mutsuz, hüzünlü, acılı bir hayatı geride bırakıp bambaşka kapıları zorlayan, bambaşka duygularla, hayata gülerek ba- kabilen pek çok insan tanıdım. Bunu yapabilmek için kendimizi çok iyi tanıyıp doğru teşhisi koyabilmenin ne kadar önemli olduğunun da farkındayım. Bu kitapların, kitaplardaki birbirinden çok farklı gerçek hikâyelerin, hatta kitaplardan uyarlanan dizilerin sizin kendinize doğru teşhis koymanızda çok yardımcı olacağına inanıyorum. Hep diyorum ya, “Başkalarının ne hissettiğini anlarsak, kendimizi de daha kolay anlarız” diye.

Kaderimizi daha güzel, daha mutlu, huzurlu ve keyifli yollara doğru yönlendirebilmek için en çok neyi değiştirmemiz gerektiğini bilmek gerekiyor. Bunları bilip bu değişikliği gerçekten istiyor ve bunun için çabalıyorsak, gerisi zaten çorap söküğü gibi kendiliğinden geliyor.

Bir yandan da sizlere bu yaşanmış hikâyeler yoluyla ülkemiz insanlarını, aslında her birinin neler yaşadığını anlatmaya çalışıyorum. Bizler birbirimizi tanıdığımızı zannetsek de, aslında pek tanımıyoruz. Onlar da bizi tanımıyor. Bizim ülkenin insanları bu konuda ser verir sır vermez. Kültürümüzden gelen bir özellik bu.

Tekrar ilk kitabım olan Madalyonun İçine dönecek olursak, işte o ilk kitaptan beri hayattan en çok da bunu istemiştim. Kitaplarımı herkes ama özellikle de kadınlar, gençler okusun. Okusun ki bir kere geldiğimiz bu hayat hepimize güzel günler göstersin.

Demek hayat sesimi duymuş ki, siz sevgili okuyucularım bu kitaplara böylesine bir ilgi gösterdiniz. Hayatın sesimi duymuş olması beni hâlâ çok heyecanlandırmaya devam ediyor. Hayat beni duydu, ben de onu.

Aslında hayat o sesi sadece bana duyurmuyor, dikkatli dinlerseniz eminim siz de duyacaksınız o sesi, “Hayatın sesı’ni…

Bakalım bu kitapta hayat bize neler diyor.

Beni ilk günden beri sevgiyle, şefkatle sarıp sarmalayan siz sevgili arkadaşlarıma, dostlarıma, en derin sevgilerimle…

Gülseren Budayıcıoğlu

Hayatın sesi

Her birimiz kendi dünyamızın merkezinde yaşıyoruz. Her birimizin hayatını yazsak roman olur çünkü hayat çok zengin. Öyle zengin ki, her birimize birbirinden çok farklı serüvenler yaşatıyor. Dümdüz yaşayıp gittim, benim hayatımda yazacak da, anlatacak da önemli bir şey yok diyenlerin bile biraz derinlerine inerseniz, size neler anlatırlar, neler.

işte bize bunları anlattıran hep hayatın bize gösterdiklerinden çok hissettirdikleridir. Bizi en çok duygulandıran, bazen ağlatan, bazen de güldürenlerdir. Şaşırtan, heyecanlandıran, kalbimizi çarptıran, korkutanlardır. Bazen umutlandıran, bazen de o umudu kökünden budayanlardır. Her şeyi unuturken, hiç aklımızdan gitmeyen unutamadıklarımızdır.

Hal böyle olunca da hepimizin hayatı romandır aslında.

Çok yaşlı bir dünyada yaşıyoruz. Gençliğinde kimseleri istememiş dünya. Milyonlarca yıl sonra yalnızlıktan sıkılmış olmalı ki, yavaş yavaş canlılar türemiş. Sıra insana gelene kadar birbirinden farklı binlerce canlı türü oluşmuş. Sonunda bakmış ki, onların hiçbirine kendini gösteremiyor, anlatamıyor, sonunda insanı yaratmış. Akıllı, becerikli, duygulu, ağlamayı da gülmeyi de, heyecanlanmayı da konuşmayı da bilen insanı.

O günden sonra dünyamızın canı bir daha hiç sıkılmamış.

Milyonlarca yıldır, milyarlarca insan gelip gitmiş dünyamıza.

Ünlü padişahlar, sultanlar, krallar kraliçeler, prensesler, ünlü komutanlar, bilim insanları, devlet başkanları, sanatçılar, filozoflar, ünü büyük Kozanoğlu bile kaderi, kısmeti ne kadarsa, o kadar kalabilmiş dünyamızda. Yani bu dünya Sultan Süleyman’a bile kalmamış.

Sadece köşklerdekiler, saraylardakiler değil, kenarda köşede, kimi maden ocağında, kimi bir kulübede, kimi soğuktan donarak, kimi güneşin altında yanarak, kimi öksüz, kimi yetim pek çok gariban da geçmiş bu dünyadan. Hangisi bu ömrün tadını daha çok çıkarmış derseniz, bence o da belli değilmiş çünkü sadece maddi varlıklar insanı mutlu etmeye yetmemiş.

Bir de bizden sonra gelecekler var. Onlar acaba nasıl bir dünyada yaşayacaklar, işte onu çok merak ediyorum. Annem anlatırdı, yüz yaşında ölen bir ninesi varmış annemin. Hep dua edermiş Allah’a, beni ak saçlarımla teneşire yatırma diye. Bir gün aniden bütün saçları dökülüvermiş. Bir de bakmışlar, altından simsiyah saç çıkıyor. Annem, “Üzüm gibi simsiyah, bebek saçı gibi saçları çıktı ninemin” diye anlatırdı. Saçlar biraz uzayınca da bir sabah aniden ölüvermiş nine. Teneşirde yıkanırken ninenin simsiyah saçlarını görenler hayretler içinde kalmış. Annem o zaman 7-8 yaşlarındaymış. “Allah ninenin sesini duydu” demiş herkes.

işte o nine, çok okumuş, bilgili bir kadınmış. Başı sıkışan derdine derman olsun diye ona gidermiş. Ona en çok da zamanın ahirinde neler olacağını sorarlarmış. Zamanın ahiri dedikleri sanırım şimdi bizim yaşadığımız zamanlar oluyor. O da dermiş ki, “Evlerin boyu göğe değecek, içinde birbirini hiç tanımayan pek çok insan oturacak. Odanın ortasına bir kutu koyacaklar, dünyanın öbür ucundaki adamı kadını siz o kutudan görecek, ne dediğini duyacaksınız ama onlar sizi görmeyecek. insanlar demirden kutulara binip gökte gezecek, siz de onlara aşağıdan bakacaksınız.

(…)

Kitaptan tadımlık bir bölümü okumak için aşağıdaki PDF bağlantısına tıklayın.

PDF indir
"

Hayatın Sesi kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Hayatın Sesi (2022)

Hayatın Sesi

❤ Popüler Deneme
Yazar: Gülseren Budayıcıoğlu  
İlk Basım: 2022
Yayınevi: Doğan Kitap  

Barkod: 9786258036855 Sayfa Sayısı: 224 Ebat: 13.6 x 21 cm Yayın Tarihi: Haziran 2022 Kategori: Deneme