90’lı yılların politik arşivi… “Gerçeği ne kadar anlatırsak o kadar iyi; ne kadar insan olursak o kadar iyi.” 90’lı yıllar Türkiyesi’ne yargısız infazlar, faili meçhuller, kayıplar, cezaevi direnişleri, köy yakmalar, açlık grevleri ve ölüm oruçları damgasını vurdu. Bu dönemde 12 Mart ve 12 Eylül’ün yol açtığı şiddetten hem nitelik hem nicelik olarak çok daha fazlası uygulandı. Karartılmış kanıtların koyu gölgesinde hak ihlallerinin ve mağdurlarının sayısını bilmek ise neredeyse imkânsız. Milyonlarca insan uygulanan şiddete ya sessiz kaldı ya da bu vahşeti alkışladı. Çünkü 90’lar, empati ve merhametin unutulduğu, unutturulduğu yıllardı… Bir literatürün oluşmasına katkıda bulunmak ve bir vicdan çağrısı yapmak amacıyla bu kitabı kaleme alan Ali Yılmaz, “Azgınca şahlanan şovenist toplumsal dalgaların ve ölümcül bir öteki düşmanlığının kasıp kavurduğu bu coğrafyanın ruhsuzluğu, belki okumaya bile utandığımız trajedilerin bilinmesiyle biraz olsun azalır” diyor. 90’lı yılları yok saymak mümkün değil, ama bir daha yaşamamak mümkün…
ÖNSÖZ
Yaşanmış bir diyalogda, Mersin’de yasadışı eylemlerde polise taş ve molotofkokteyli attığı iddiasıyla tutuklandıktan sonra Pozantı M Tipi Çocuk Cezaevi’ne konulan, burada şiddet ve tecavüze maruz kalan 13- 17 yaşları arasındaki 7 çocuğun haberleri kamuoyuna yansıdığında, bir öğretmenin bu konuyla ilgili “onlar da polise taş atmasalardı” sözü çok düşündürücüdür. Çocuklara olumlu değerler kazandırmak üzere görev almış, toplumun bilgi, görgü ve değer aktarıcısı bir öğretmen neden böyle düşünmektedir? Hangi olaylar, etkiler, gerekçeler ve nedenler 13 yaşındaki çocuklara tecavüz edilmesini olumlayacak insanlar yetiştirmiştir?
Yapılan çeşitli araştırmalar Türkiye insanının buna benzer düşünceleri hatırı sayılır bir oranda paylaştığını gösteriyor. Örneğin eskiden beri zanlılara, suçu kabul etmesi için işkence yapılmasını toplumun büyük bir bölümü destekliyor. Eline bir iğne batsa can acısıyla içlenen bu insanların başkalarının işkenceyle sorgulanmasını savunacak hale getiren değerler sistemi nasıl kurulabilmiştir? Ya da biraz daha sosyoekonomik bir örnek vermek gerekirse; bir ay boyunca neredeyse her gününü ve 12 saatini çalışarak geçiren ve bunun karşılığında karnını doyuracak geliri zor kazanan milyonlarca insan bu parayı lüks bir restoranda sadece bir öğünlük yemek için harcayan başka insanları gördüğünde gelir adaletiyle ilgili neden bir ilişki kuramıyordu? İki basit olay arasında benzerliklere dayanarak basit bir genellemeye ulaşmalarına mani nasıl bir amiller dizisi bulunuyordu? Hatta bu insanlar iki olay arasında ilişki kurmayı bırakın adaletsizliğin olağan bir durum olduğunu iddia eden özgeçici bir fikre bile sahip olabiliyorlardı. Daha karmaşık, kavramsallaştırmayı gerektirecek değerlendirmeler yapmalarının beklenemeyeceği bu durumu kim, nasıl ve ne zaman yaratmış olabilirdi? Hangi güç insan kitlelerinin kendini ve çevresini yanılsama içinde algılamasını sağlıyordu?
Türkiye’nin 1990’lı yıllarının politik bir tasviri yapılacak olsa herhalde yargısız infazlar, faili meçhuller, kayıplar, hapishane direnişleri, açlık grevleri ve ölüm oruçları anahtar kavramlar olarak kullanılmalıdır. Tüm bir politik tasvir bu kavramlar temel alınıp açımlananabilir. Bu dönem, Türkiye’de önceki yıllarda yaşanan pek çok kritik dönemden oldukça farklı iktidar hamlelerinin, işleyişinin, taktiklerinin ve derin şiddetin çeşitlenmiş biçimlerine sahne olmuştu. 12 Mart ve 12 Eylül’ün yol açtığı şiddetten hem nitelik olarak hem de nicelik olarak çok daha fazlasını uygulamıştı. Yargısız infazlar, kaybetmeler, faili meçhuller, hapishane ölümleri, köy yakmaları, açlık grevleri ve ölüm oruçlarıyla oluşan kayıp rakamları önceki dönemlerle kıyaslanamayacak kadar büyük olmuş, adeta kitlesel kıyım denebilecek boyutlara ulaşmıştı.
Bu dönemde uzmanlaşmış örgütlenmelerin oluşturulması, hukuk sisteminin buna adapte edilmesiyle apayrı bir devlet aygıtı kurulmuştu. Kamuoyunun desteğinin de başarıyla sağlandığı bu dönemde en vahşi uygulamalar bile ulu orta yapılabilir hale gelmişti. Zira öldürülen insanların başlarının, kulaklarının kesilerek; parçalanmış cesetlerin üzerine basılarak çekilen asker fotoğrafları bile rahatlıkla basında yayınlanıyor ve övgü alabiliyordu.
Ölüm mangalarının kontrolsüz ve vahşice yaptıkları cinayetler basına sızıp kamuoyunun önüne serildiğinde bile bir öfkeye değil, kahramanlığa dönüşüyordu. Şehrin merkezinde canlı yayınla gerçekleşen infazlar etrafta biriken kalabalıkların eşliğinde havaya ateş açılarak kutlanıyordu ve bazen bakanların katıldığı operasyonlar gerçekleştiriliyordu.
Devlet görevlileri ve onların fiillerini destekleyen büyük bir kesim, 90’larda yapılanların hala ihlal olduğunun, işkence sayıldığının hatta insanlık suçu mahiyetinde olduğunun ayrımında değiller. Ülkenin en çok ihlalinin yapıldığı dönemlerinde İçişleri bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, İstanbul Emniyet Müdürlüğü gibi devletin pek çok güvenlik bürokrasisinde yer almış, yetki sahibi olmuş ve tertipleyiciliğinde bulunmuş bir bürokratın, o dönem yasadışı şiddetinin eleştirilmesine karşı verdiği cevap bu özel yasadışı yöntemleri savunmak olmuş ve “ Filitle mi temizleseydik?” demişti.
90’larda milliyetçilik ve dinsel argümanların birleştirici gücü güvenlik jargonuyla ve şiddetle birleştiğinde totalitarizmin yolunu açmıştı. Krize karşı egemenliğin kurulma önceliği, hukuk yönetimini ortadan kaldırırken, tüm ahlaki ve siyasal alan sembolik şiddetin hâkimiyetiyle şekillenmeye başlamıştı. Yasal olarak onaylanmış “milliyetçi”, rahat manipüle edilebilir, yandaş imali otoriterleşen rejimin meşruiyet garantisi olmuştu.
Kurulan bu ağın tanziminde, baskıcı bir ortamın oluşmasında ve şiddetin kullanılmasında egemenlik krizinin büyük etkisi olduğu açıktır. 90’larda olanların nasıl olduğuna dair bu açıklamayla beraber, ilerde anlatılacaklara teorik bir zemin oluşturmak için ne olduğuna dair birkaç şey söylemek gereklidir. Milyonlarca insanın katılımına dayanan şiddeti destekleme hali, o kitleyi oluşturan insanların düşünce kalıbı ve alışkanlıklarındaki değişimlerle olmaktadır. Bunu yaratan güç ise iktidarın pek çok mikro iktidar ilişkilerini kendi lehine dönüştüren ideolojik yönlendirme becerisidir. Ötekinin kurulumuyla yaratılan “biz” duygusu, bireylerde kendinden geçişi sağlayan bir afyon gibi kitleleri birleştirmiş ve imtiyaz duygusu yaratmıştı. Tüm haklar iktidar tarafından onaylanmış bu kitleye aitmiş gibi görülmeye başlanmıştı. Empati ve merhametin kaybolduğu bu kopma hali, kitleyi düşmanlık dünyasına hapsetmişti. Artık ideolojik çerçevenin onayladığı milli hassasiyeti paylaşmayan tüm unsurlar aşağılanmaya ve yok edilmeyi hak eden bir mertebeye indirilmişti. İstendiği gibi manipüle edilebilen kitlenin oluşumu şiddeti onaylayan, bunu her derecede kullanan iktidarı meşrulaştıran ahlaki bir kayıtsızlık içindeki yeni değerler yaratmıştı. Bu yapay ayrımlarla kurulan ağ, fanatik coşkuların ve vecd halinin kör ettiği kitleleri komşuları işkenceden geçirilip öldürülürken, bunu yapanları alkışlamaya itmişti.
Dönemin Cumhurbaşkanı’nın “Devlet halin icabına göre hareket eder. Her zaman rutini takip etmek mecburiyetinde değildir. Yüksek menfaatleri –ki bunu takdir etmek hükümetlere aittir- icap ettirdiği zaman devlet rutinin dışına çıkabilir” sözleri, bu debdebeli karanlık dönemin sicil kaydında ortaya çıkan muammalı bilançonun iktidarca algılanışını belirtiyordu.
Subay, asker, itirafçılar, seçme polis, korucu ve Hizbullahçılardan oluşan birliklerin yol açtığı yargısız infazlar, kaybetmeler, faili meçhullerin ise tam rakamları bilinemiyor. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) nın bu döneme ilişkin kayıtlarında geçen rakamlar dönemin korkunçluğunu gösteriyor. 1990’lı yıllarda yapılan hak ihlallerinin resmi sayısı bile bunu gösteriyor. Karartılmış kanıtların koyu gölgesinde kesin rakamların bilinebilmesi ise neredeyse imkânsız. Çünkü kimselerin duymadığı, bilmediği köhne noktalarda yargılanmadan öldürülüp çatışma hanesine ne kadar ismin yazıldığı belki de hiçbir zaman bilinemeyecek. Hasbel kader yakalanıp hapishanelere düşenlerine uygulanan şiddet ise nispeten daha somut rakam ve delillere dayanıyor. Kimlerin ne şekilde öldükleri hakkında şahitlikler, resimler, resmi kayıtlar vasıtasıyla daha net bilgiler sağlanabiliyor.
Yaşanan acılarıyla ortaya dökülmüş acıklı hikâyeler ve verilerle bir literatürün oluşmasına katkıda bulunmak ve bu sayede hala evrensel ilke ve değerlerden uzak, pespaye değerlendirmelerle olayları yorumlayanlara karşı bir vicdan çağrısı yapmak bu çalışmanın bir amacı. Meclis raporlarında, mahkeme tutanaklarında, savcılık iddianamelerinde, İnsan hakları kurumlarının kayıtlarında, gazete haber ve röportajlarında, vicdana gelen itirafçıların sayfalara dökülmüş kitaplarında; kimi zaman bir subaydan, kimi zaman da dile gelmiş bürokrat, itirafçı, asker, milletvekili, vali, kaymakam gibi devlet görevlilerinden öğrendiğimiz ya da mağdurların dilinden gelen onca ihlal beyanlarının hangi iktidar diyalektiği ve perspektifiyle yapıldığının bilinmesi ve bunlardan genel sonuçlara varılması da önemli. Bir belgesellik izleği içerisinde yayınlanmış belgelere dayanarak dönemin kanlı arşivinin gözler önüne serilmesinin yanı sıra bu araştırma karmaşık ve karanlık bir dönem olan 1990-2000 yılları arasında Türkiye’de olan biteni politik argümanlar eşliğinde incelemeyi hedefliyor ve konuyu açıklamaya dönük en sağlam ve karakteristik örnekler kullanılıyor.
Bunu yaparken üç bölüme ayrılan çalışmanın birincisi bölümü olayları değerlendirmeyi sağlayacak Gramscigil iktidar ve devlet kuramının genel çerçevesini vermeyi amaçlayan teorik öncülleri içeren “Hegemonik İktidar Kuramı İle Düşünmek” adını taşıyor. İkinci bölüm ise “90’lara doğru toplumsal muhalefet” hareketlerinin genel bir gelişimini ortaya koyuyor. Üçüncü bölüm ise çalışmanın asıl hedefini oluşturuyor. 90’lara krizlerle giren Türkiye’nin Devlet aygıtı içerisindeki bloğun dağılışı, onay mekanizmalarının etkinliğini yitirmesi ve baskı aygıtlarının bu boşluğu doldurmak üzere gelişimi ele alınıyor. 90’ların Karanlık Vardiyası adlı bu bölümde güvenlik ve şiddet üzerine yol alan devlet iktidarının değerlendirilmesi yapıldıktan sonra konu 3 kısım da değerlendiriliyor. İlk kısımda rıza üretme aygıtları, ikinci kısımda tahakküm aygıtları ve üçüncü kısımda ise tahakküm pratikleri işleniyor.
Çalışmayla ilgili okuyucu için konunun hassasiyeti nedeniyle bazı hatırlatmalar yapmak gerekirse; birincisi bu çalışmanın bir tarih kitabı olmadığıdır. Bu nedenle tüm olay ve süreçleri burada anma iddiası taşımamaktadır. Çalışmanın öne çıkardığı şiddet pratikleri nedeniyle devlet karşıtı güçlerin hiçbir şey yapmamış gibi algılanmasının bu çalışmanın temasıyla ilgili olduğunu da belirtmek gerekir. Zira çalışma Gramscigil iktidar teorisi geleneğinin izinde devletin hegemonik(ideolojik) yönü ile zor (baskı) yönünü esas alarak 90 sürecini incelemeyi hedef almıştır. Temel amacı, kabaca özetlenirse, “ideolojik aygıtlarla yöneten devletin, 90’lardaki gibi iktidar krizine girdiğinde devletin zor aygıtlarını niçin ve nasıl devreye soktuğunu somut tarihsel verilere dayandırarak ortaya” koymaya çalışmaktır. Doğal olarak bu amaca uygun veriler ve tarihsel kaynaklar kullanılmıştır. Elbette “devlet”, “ iktidar” ve ”baskı aygıtları ”nın işlendiği bir çalışmada devletin fiilleri anlatılmaktadır ve devlet kaynaklı şiddetin pratikleri öne çıkmaktadır. Bu çalışma ellerinde silahlarla birbirleriyle mücadele edenlerden birinin tarafını tutacak yazılara yer vermediği gibi kullanılan verilerin tamamı yayınlanmış belge niteliğindedir. Hassas konularla ilgili kaynak doğrulaması yapılmış ve çoğunlukla TBMM raporları, İHD verileri, Savcılık İddianameleri ve Mahkeme kararları referans alınmıştır. Söz konusu bu tarafsızlığın insanlık suçu ve savaş suçu kapsamına giren konularda ya da masum halka karşı yapılmış fiillerde sürdürülebilecek bir şey olmadığını da vurgulamak gereklidir.
Bu tür çalışmalara yöneltilebilecek “karşı taraf da yaptı” iddiaları bu çalışmanın alan sınırlarında olmayan başka bir araştırmanın konusudur ve bununla ilgili resmi ya da özel pek çok kurumun çokça çalışması zaten bulunmaktadır. Burada şiddetin aritmetik mukayesesini yaparak şiddetin her tarafta yol açtığı gayri insani sonuçları örtmeye çalışmak, insanlık yolculuğunda ortaya çıkmış erdemlere haksızlıktır. Canlı varlığın en değerli hakkını elinden alan şiddet, kimin elinden çıkıyor olursa olsun açık bir zihne, insanlık değerlerinden nasibini almış bir vicdana sahip hiç kimse tarafından onaylanamaz. Bu çalışmada ortaya çıkan sert vurguların asıl kastı, gerçekliği gözlerimizi kaçıramayacağımız kadar anlatıp zihinleri temizlemek, evrensel insani değerlerin neden savunulması gerektiğini anlatmaktır.
Vahşice insan öldürmenin doğası analiz edilirken pek çok unsur ortaya çıkarılabilir. Ancak bunlar içinde “empati” duygusunun özel bir yere sahip olduğunu düşündürtecek sayısız gerekçe vardır. Bir insanın başka bir insanı zalimce eziyet edip öldürtecek duruma getiren çok güçlü siyasi nedenler olabileceği halde, bir insanın “empati” duygusuna sahip olmamasının bu vahşetin faili olmasında büyük etkiye sahip olması gerekli. Zira her insanın ister belirsiz isterse derinlemesine analizini yapıp sahip olduğu “yaşamak” edimi akıl sağlığı yerinde olduğu müddetçe vaz geçemeyeceği yüceliğe sahiptir. Bu duyguya sahip olan her insanın “yaşamaya” tanıyacağı kutsallık ona yönelik bir ihlali önleyecektir. Kimse kendinde bulduğu “yaşamanın değerli olduğu” fikrinden vazgeçemez. Bu fikre sahip herkesin de başkalarının “yaşama ”sının emsalsiz değerini bilmesi gereklidir. Kişinin kendi değerleriyle kuracağı bu doğal empati duygusunun devreden çıkarılması başlı başına insanlık sorunudur. Bir insanın, günler süren zalimane işkencelerden sonra öldürülen birisine duyarsız kalması zihinsel paradoksunu gösteriyor olmalı.
Eskiden beri tüm bilgelerin vaaz ettiği “kendini bil” ilkesi bir insanın tüm olumlu duygularının gelişmesini sağlayacak empatinin temel koşulu olsa gerek. Ve herhalde insanın demokrat olması, merhametli olması veya olumlu duygu, tutum ve davranışlar geliştirmesi -eğer insanoğlunun bu konuda genetik bir engeli yoksa- bunlara bağlı olacak.
Yazılırken büyük vicdani zorlanmalarla karşılaşılan bu çalışmanın okunurken de aynı etkiye sahip olduğu tahmin edilebilir. Çok üzücü bir panoramayı yansıtmaya çalışan bu çalışmanın içeriğinde geçenlerin binlerce insan tarafından yaşadığını unutmamak gerek. Azgınca şahlanan şovenist toplumsal dalgaların ve ölümcül bir öteki düşmanlığının kasıp kavurduğu bu coğrafyanın ruhsuzluğu, belki okumaya bile utandığımız trajedilerin bilinmesiyle biraz olsun azalır.
Gerçeği ne kadar anlatırsak o kadar iyi; ne kadar insan olursak o kadar iyi.
Bu kitabı yazmaktan dolayı çok üzgünüm.
Ama Foucault’nun dediği gibi” Kitaplarımı yazma nedenim, üzerinde düşünmeyi çok istediğim bir şey hakkında hala ne düşündüğümü tam olarak bilemediğim içindir; kitap beni ve düşüncelerimi dönüştürür.”
SONUÇ YERİNE
Kolombiya’da devlet güçleri ve onun desteklediği paramiliter güçlerinin muhaliflerle mücadelesinde yüzbinlerce insan öldürülmüştü. Kolombiya’da devlet destekli olarak sürdürülen bu sürek avında son yirmi yılda 173.183 kişi devlet destekli faşist çetelerce öldürüldü. 34.467 kişi kayboldu.
Bundan sorumlu Kolombiya Birleşik Savunma Güçleri Birliği (AUC) adlı faşist çete barış görüşmeleri çerçevesinde yakın zamanda düzenlenen törenle silah bırakmıştı. Çete lideri meclise çağrılarak alkışlar altında yaptıklarını savunan konuşma yaptı.
2 Ekim 1966’da General Suharto önderliğindeki ordu darbe girişimiyle suçladığı komünistleri hakkında ülke çapında anti-komünist propaganda başlatmıştı. Yasal bir parti olan Endonezya Komünist Partisi yasaklanmıştı. Kısa zamanda ordu, İslamcı örgüt Ansor gibi örgütler ve devlet destekli çeteler oluşturularak başlatılan anti-komünist katliamda, parti üyelerinin dışında, onların aileleri, onlara destek verdiği düşünülen kesimler kontrolsüz biçimde işkenceyle sorgulanmaya ve öldürülmeye başlanır. Şovenist bir furyayla mobilize edilen işsiz, güçsüz, serserilerden oluşturulmuş çeteler özellikle Endonezya’da ticari olarak güçlü olan Çinli azınlığa, komünist olduklarına bakmaksızın çoluk çocuk topluca katliama girişmişlerdi.
20.yüzyılın en kanlı katliamları arasında gösterilen ve 500.000 ile 1 milyon arasında insanın öldüğü sanılan bu kıyımı 17 Aralık 1966 sayısında anlatan Time dergisi şunları yazmıştı:
“Komünistler, sol sempatizanlar ve aileleri acımasızca katledildiler. Kırsal bölgede ordu mensupları yakaladıkları binlerce komünisti işkence altında sorguladıktan sonra hapishanelerde infaz ettiler. Yöreye özel uzun saplı bıçaklarla gece insanların evine saldıran Müslüman haydutlar tüm aileleri öldürüp evlerine gömdüler. Katliam öyle bir hal aldı ki Java kırsalında Müslümanlar kurbanlarının kafalarını sopalara takıp yürüyüşler yaptılar. Cesetler o kadar çoktu ki, Doğu Java ve Sumatra’da ciddi salgın hastalık tehlikesi baş gösterecektir. Bölgede bulunan gözlemcilere göre küçük dere ve ırmaklar cesetlerle kaplıdır.”
2012 yapımı “Öldürme Eylemi” (The Act Of Kıllıng) adlı belgeselde bu katliamın günümüzdeki durumu açıkça görülüyor. Belgeselde kendilerine özgür adam/gangster adını veren çete üyeleri nasıl işkence yaptıklarını, köyleri nasıl yakıp yıktıklarını, kadınlara nasıl tecavüz ettiklerini ve insanları nasıl katlettiklerini gurur ve neşeyle anlatıyorlar. Bunları yapanların bazılarının vali, belediye başkanı, medya patronu olarak hala sakınmadan büyük bir övgüyle katliamı anlatmaları da işleniyor belgeselde.
Tarifsiz bir vahşilikle boğazlanan, günlerce zevk için işkencelere maruz kalarak öldürülen binlerce insana yapılanlar bu coğrafyada da alkışlanmıyor mu?
Vücudunda hunharca yapılan işkencenin izlerini taşıyan binlerce insan bu topraklarda yaşarken ve milyonlarca insan kanlı zalimliklerin tanığı olarak zihinlerine kazınmış travmanın hatıralarını taşırken buna sebep olan aktörlerin ödüllendirilir gibi hala ülkenin politikalarına yön veriyor olması insani bir problemdir.
Bu ülke hala “Yurdumuzun Ermenilerden temizlenişinin 100. yıldönümü kutlu olsun. Şanlı atalarımızla gurur duyuyoruz” diyerek pankart açabilme cesareti gösteren, “hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz” afişi açıp İçişleri Bakanının katılımıyla Miting düzenleyen ırkçı grupların olduğu bir ülke. Vatan savunması adı altında kolluk güçleriyle kolkola ırkçı grupların beğenmediği parti binalarını yakabildiği, üniversitede mafyavari gruplar oluşturarak şiddet uyguladığı bir ülke. Bu türden saldırılar gerek devletin üst kademesindeki bürokratlar gerekse yerel yöneticiler tarafından “milli hassasiyet” nedeniyle hoş görülüyor. Her defasında mağdur olanlar suçlanıyor.
Bu topraklarda Maraş’ta katledilen kadın, yaşlı, çoluk çocuğun; Sivas’ta yakılan 32 aydının veya Gazi olaylarında hedef alınarak öldürülen Alevilerin maruz kaldığı şovenist şiddet hala utanç verici olaylar olarak görülmüyor. Tersine, yapanların korunduğu ve alkışlandığı bir söylem hakim kılınmaya çalışılıyor.
1990’lı yıllar boyunca her karışı kanla sulanan Kürt coğrafyası ölüm tarlalarına dönüşmüş, her yanı mezara dönüşmüş. Hala her yandan kemikler toplanıyor. Devlet olanaklarını kullanarak bölgeyi kan nehrine döndüren katillerin neredeyse hiç biri bu işten sorumlu tutulmuyor. Masum halkı yıllarca acılara boğan, topraklarından sürüp sefil bir hayatın içine atan zorbalar “vatanımızı koruduk” sığınağında devlet olanaklarını kullanarak mutlu bir hayatı sürdürmeye devam ediyor.
Sonuç olarak;
“Dünyanın her yerinde evrensel ilke ve tutumları benimsemeyen antidemokratik yönetimler yıllarca bunları yapmıştı. Bazı yönetimler o kadar azıtmıştı ki sahibi olduklarını düşündükleri devleti korumak için öldürüp kaybettikleri insan sayısı bir kent nüfusu kadar olmuştu. Devletlerinin tüm olanaklarını kıyım için seferber etmişlerdi. Kendilerini yüksek maaşlı memur tayin edip, şürekâsına özel araçlar tahsis etmişler, ödenekler almışlar ve dokunulmazlık içinde yaşamışlardı.
Evrensel ilke ve tutumların benimsendiği ve demokrasi anlayışının hakim olduğu bir iklim oluşturulduğunda bir kesim iktidarı ele geçirip devlet içinde gizli örgütlenmeler kurmaya, hiç kimseye hesap vermeden binlerce insanın kanını dökmeye kalkışamayacaktır. Ülkenin sahibi gibi davranamayacaklar; devlet içinde yasalardan, yargıdan ve yürütmeden bağımsız bir şebeke kuramayacaklardır.
Bu yönetimler ve şebekeleri canları sıkıldıkça gece yarısı çıkıp, kendi bedeniyle soğuk yatağını yeni ısıtmış gencecik insanları evlerinden aldılar. Gözlerini bağlayıp sorgulama yaptıkları binalarına getirdiler. Korkudan ve acıdan titreyen masum bedenlere işkenceler yaptılar. Yoruldukça başkasına devredip dinlenme odalarına çay ve sigara içmeye çıktılar. Yaptıkları büyük işin görev aşkıyla tekrar döndüler işlerinin başına. Ellerinden kurtulanlar travma içinde, sakat ve hastalıklarla boğuştu yıllarca.
Bazen üşenip öldürdüklerini, sorguladıkları binanın bahçesine gömüverdiler. Bazen hem de dolaşırız deyip daha uzağa götürüp attılar. Kimi zaman ise altlarındaki arabalarda sorguladılar; işkence yaparken nerede öldüyse oraya bıraktılar. Altlarında araba, ceplerinde para bir şehirden aldıkları genci bir haftada başka bir şehre götürdüler. Her şehre uğrayıp işkence yaptılar. O kadar korku yaydılar ki kimse korkularından karışamadı bu şebekenin işlerine. Yollarda, kırlarda, ormanda canları sıkıldıkça durup işkencelerini sürdürdüler. 17-18 yaşındaki çocukları aylar boyunca ışığın bile giremediği yerlerde sorguladılar; bazı gençleri demirin bile çürüdüğü hücrelerde unuttular.
İnsanlara vahşice işkence eden, onları eziyetle öldüren veya sakat bırakan yönetimlerin yöneticileri ve onların bağlı olduğu görevlilerin toplum içinde hiçbir şey yokmuş gibi yaşamaları, hatta yaptıklarını savunmaları, kutsanmaları ve ödül almaları o topluma yapılan en büyük haksızlıktır. Evrensel ilkelere göre kötüyü savunan, kötüyü yargılamayan ve kötülüğün kutsandığı bir toplumun durumu içler acısıdır.
İşte bu nedenlerle topluma ve insanlığa karşı yaptığı hak ihlallerinin sağlıklı biçimde yargılanmasının ayrı bir önemi var. Bu, evrensel insani ilkeleri temel alan, demokrasinin ilkelerinin tamamının ne anlama geldiğini anlamış, herkesin isteyebileceği şeyleri isteyebilen bir anlayış demektir.”
Karanlık Vardiya kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Karanlık Vardiya
Araştırma
Yazar: Ali Yılmaz