İmamın Ordusu, sembolleşmiş bir kitaptır.
Türkiye’de “kitapların bombalardan daha tehlikeli” bulunduğu bir dönemde, yasaklara, baskılara karşı gerçeği savunmanın sembolüdür…
Ahmet Şık’ın, gerçekler karanlıkta kalmasın diye ödediği bedelin sembolüdür…
İfade özgürlüğüne sahip çıkmanın ve dayanışmanın sembolüdür…
İktidarın, Cemaat’in istediği her şeyi verdiği, Cemaat’e dokunanın “yandığı” günlerde Ahmet Şık, bu kitabı nedeniyle hapse atıldı. İmamın Ordusu, yayımlanmadan yasaklandı; 2011’de internetten “000Kitap” adıyla okurlara ulaştı.
O gün FETÖ komplosunun mağduru olan Şık, bugün FETÖ’yle ilişkisi olduğu iddiasıyla bir kez daha Silivri’de.
Bir yanda Pensilvanya’daki İmam, iktidardaki suç ortakları ve 15 Temmuz’da halkın üzerine yağan bombalar var, diğer yanda da her baskı döneminde cezaevine giren bir gazeteci…
Gazetecilik onurunun ve aydın namusunun kanıtı İmamın Ordusu, yeniden okurlarla buluşuyor.
Ahmet Şık, “dokunmaya” devam ediyor…
İmamın Ordusu
Önsöz
Ahmet Şık’ın yazdığı ve çalışma başlığı “İmamın Ordusu” olan kitabı şu anda “Dokunan Yanar” başlığıyla ekranlarımızda… Kitabın sahte kopyalarının elektronik ortamlarda dolaştığı şu günlerde, okurların “kitabın aslı”nı okuma olanağının sağlanmasını demokratik bir görev, düşünce özgürlüğünün savunulması yönünde bir katkı olduğu inancındayız. Kitabı internet ortamında yaymamızın tek nedeni ve amacı bundan ibarettir…
“Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim.
Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim.
Benim için geldiklerinde, sesini çıkartacak kimse kalmamıştı”.
Martin Niemöller
“Dokunan Yanar”
Devlet İslamcılara hep ihtiyaç duydu
Fethullahçıların 1980’lerin ortalarından başlayarak sistematik biçimde örgütlendiği Emniyet teşkilatının, bugün itibariyle büyük çoğunluğunun cemaatçilerin elinde olduğu artık herkesin malumu. Bir diğer önemli tespitte bulunmak gerekirse, şimdi Fethullahçılık diye anılan özellikle asker başta olmak üzere devletin gözünde “İslamcı tehlike” olarak adlandırılan bu yapının, yıllar öncesinden, 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte bizatihi şimdi kendilerini tehlike olarak gören cuntacılar tarafından palazlandırıldığını söylemek yanlış olmaz.
28 Şubat 1997 postmoderin darbesi süreci ve sonrasında Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) başında Cumhurbaşkanı olarak Süleyman Demirel bulunuyordu. Darbenin 2. yıldönümünde kendisiyle yapılan bir röportajda, “Bu bir süreçtir. Yani Cumhuriyet’in kurulmasıyla başlamış, devam eden bir süreçtir. Devam da edecektir. Bu böyle gidecek”diyordu. MGK’nin asli unsuru ve belirleyici gücü olan orduya komuta eden dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu da 28 Şubat sürecinin 1923’ten bu yana sürdüğünü ifade ederek, “İrtica ne zaman palazlansa bu süreç kendini gösterir… İrtica tehdidi bin yıl sürse 28 Şubat süreci de bin yıl devam edecektir. Bitmiş değildir” diyecekti. Birbirinin neredeyse tıpatıp aynı olan ve “Cumhuriyet’in ilanından bu yana irticaya karşı mücadelenin sürdüğü ve süreceği” söylemleri ne kadar gerçeği yansıtmaktadır? Ya da durum gerçekten öyle midir bakalım. Aslında devletin ne irtica ile mücadelesinde bir süreklilik ne de her fırsatta ifade edilmesine karşın rejime karşı tehdit olarak görülen bu tehlikeyi yok etmek gibi bir derdi oldu bu ülkede. Kıvrıkoğlu’nun da altını çizdiği gibi İslamcılar palazlandıkça ordu tırpanlıyordu. Zaten 2000’li yıllara kendi iradeleriyle değil, devletin ihtiyaç duyduğunda tedavüle sokmak üzere verdiği izin ve destekle palazlanabilen İslamcılar ihtiyaç olmaktan çıktığı anda da hep budanarak hizaya sokuldu.
Kızıl kuşağa karşı yeşil kuşak projesi
Türkiye’de başarılı darbelerin tümünün arkasında büyük sermaye ve emperyalizmin olduğu gerçeğinden hareketle, 12 Eylül 1980 darbesinin sadece IMF’nin 24 Ocak 1980 tarihini taşıyan, geniş yığınları daha da yoksullaştırmaya dayalı ekonomik programını uygulamak ve büyük sermayenin krizini çözmek için değil, Türkiye’yi küresel sermayenin çemberine dâhil etmek ve ABD’nin Ortadoğu’daki ileri karakolu haline dönüştürmek amacı taşıdığı olgusal bir gerçek. Ancak bu tespiti yaparken 12 Eylül darbesinin temel saiklerinin arasında Türkiye’deki sosyalist devrimci mücadelenin yükselişinin durdurulamaması gerçeğini de görmek gerekiyor.
Bu “tehlikenin” tam da sermayenin çıkarları doğrultusunda tehdit olmaktan çıkarılması gerekiyordu ve gereken 12 Eylül günü yapıldı. Ülkenin üzerinden bir silindir gibi geçen 1980 darbesi sonrasında, tek tehlike olarak görülen solun pasifize edilmesi için, İslamcı cenahın alkışlarla karşıladığı darbeyi yapanlar “komünizm tehlikesi”ni bertaraf etmek için ABD üretimi “kızıl kuşağa karşı yeşil kuşak “ projesini hayata geçirdi. İnşa edilecek yeni sistemin adı Türk-İslam senteziydi. Sol kadroların ordu içinde bile örgütlendiğini gören cuntacılar, daha 12 Eylül öncesinde kendi kurumlarında başlattıkları milliyetçi ve dinci düşüncelerin gelişmesi çabalarını darbe sonrasında devletin tüm kurumlarında ve ülkenin dört bir yanında hayata geçirdi. Din ve İslam’ın, sol sosyalist fikriyatın egemen olmasının engellenmesinin en önemli aracı olarak kullanılmasında elbette ki İslamcıların devlet tarafından kullanılmaya açık ve hazır olmaları gerçeği de vardı. Tarafların birbirlerini karşılıklı olarak kullanmasına dayalı dogmatik bir çıkar ilişkisiydi bu.
İmamın Ordusu kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.