Herkesin fark edilmek, keşfedilmek, şöhret olmak uğruna katıldığı Gerçek Hayat Evi’ne gizlenmek için giren Şahande…

Kilo verebilecek mi bahsi ile ülke gündemine damga vuran, cam fanusta yaşamaya mahkum, obez İlbilge…
Babası tarafından tüm hakları realiti şova devredilen, Truman sendromundan muzdarip Hümeyra…
Reailti şovda yaşananlar yüzünden önce babasını sonra annesini kaybeden ve hesaplaşmak için uygun zamanı bekleyen Yusuf…

***

“Bir gün gelecek herkes on beş dakikalığına şöhret olacak öngörüsü gerçekleşmiş, hatta bir adım öteye geçerek bir gün herkes TV karakteri olacak hatta olmak zorunda kalacak dönemini yaşamaya başlamıştık. Her yeni doğana kimlik numarası benzeri realiti numarası veriliyordu, 16 yaşına kadar anne baba çocukkişinin hayatını kontrol ederken, 16 yaşından sonra kontrol çocukkişinin kendisine geçiyordu. Şeffaf bir hayatın içinde çift taraflı gözetleme faaliyeti doğuştan kabul ediliyordu. Realiti şova katılmak mecburi olmakla birlikte kişi istediği eve kayıt yaptırabiliyordu. İsteyen kalabalık evlerde yok olmayı tercih ederken isteyen ön plana çıkmak için elinden geleni ardına koymuyordu. Şov ve eğlence vaat ettiği müddetçe her şey serbestti.”
*
Bugüne kadar hep başkalarından hesap sordum, başkalarıyla hesaplaştım.
Sonra aniden acı bir şekilde kendimle hesaplaşmam gerektiğini fark ettim.
Çünkü yaşadığım acıların sebebi, başlangıcı bendim.
En ağır yükü sırtında değil; geçmişinde taşıyordu insan.
Geçmişimdeki yükü hafifletmek için yazıyorum bu satırları en başa dönerek.
*

“150 kiloluk İlbilge 55 kiloya inip 34 beden elbise giyebilecek mi? Bahis herkese açık sayın seyirciler. Evet diyorsanız 5500, hayır diyorsanız 6600’a kısa mesaj göndermeniz yeterli. Yarışmacıya veya TV kanalına kazandırmak için değil, bilakis kendiniz kazanmak için. Biriken paralar kazananlar arasında paylaştırılacak. Yapmanız gereken önce hangi tarafta olduğunuza karar vermek, sonrasında mesaj atmak, sonrasında ise İlbilge’yi motive etmek. Kilo verir diyorsanız, hangi diyeti yapacağına hangi sporları yapacağına müdahil olabilirsiniz. Kilo vermesi mümkün değil diyorsanız, yaşadığı yere kalori bombası her türlü yiyeceği gönderebilirsiniz. Bu yarışmada her şey serbest! Manipülasyon serbest, spekülasyon serbest. Her şey dahil, her şey serbest!”
“Her şey dahil her şey serbest” cümlesi kulaklarımla buluşurken; bu insanlar nereye bakıyorlar merakına yenik düşerken; bir ekran görmeyi arzu ediyordum. Camekanın içindeki kızı, kıza ağızlarının suyu akarak bakan, bir elleriyle camekana dokunan, diğer elleriyle kısa mesaj yazan insanları görünce, dona kaldım.

Duyduğum sözler bir televizyon ekranındaki görüntüye ait olsaydı bu kadar şaşırmayacaktım. Ama yaşanan her ne ise, adına her ne diyeceksek, içinde bulunduğum zamana ve mekana aitti. Rüyada olabilir miyim, hareket edersem uyanabilir miyim düşüncesiyle etrafımda bir tur döndüm. Hayır, gerçeğin tam ortasındaydım.
Biraz önce yokluğunu çektiğim televizyon ekranı ur misali etrafımızı sarmıştı.
Biraz daha hareketsiz kalırsam ekrandaki görüntüye dahil olmam an meselesiydi.

Buradan bir an önce çıkıp gitmeliyim düşüncesi, gelme sebebini unutma ikazıyla çakışınca, geri adımlarla yürüyen merdivenlere gittim. Hafızam beni yanıltmıyorsa mutfak eşyaları satan mağaza bir üst kattaydı. Elektrikli ocak, su ısıtıcısı, çay makinesi ve elektrikli cezve alma niyetindeydim. Doğalgaz bağlı olmayan evimde, buzdolabının üstüne yapıştırdığım mıknatıslı kart yere düşüp böcek saldırısına maruz kalınca, tüp isteyebileceğim numara okunmaz hale gelmişti. Evde bitmiş olan tuz, şeker, un gibi temel besinleri bir fincan ölçüsüyle komşudan istediğimiz zamanlar çok geride kalmıştı. Daha önce hiç tecrübe etmemekle birlikte çaresizlikten yan dairenin zilini çaldım, sizde tüp bayiinin numarası var mı sorusu eşliğinde. Kapıyı açan kişinin, tanımadığım için komşum diyemiyorum, dünyanın en ahlaksız eylemine imza atacakmışım gibi bakan gözleri, sözcüklerle kinaye paydasında birleşip tüpçünün numarası mı diye sorması düşürdü aklıma bilumum elektrikli aleti almayı. Hiçbir şeyin yokluğunu çekmemeli, kimseden yardım talep etmemeliydim, o bakışlara bir daha maruz kalmamak için.

İnternet arızalı olmasaydı otururdum ekran başına, alışveriş sepetini daha çok eşyayla şenlendirirdim ama içinde bulunduğum şartlarda en yakındaki alışveriş merkezi biçilmiş kaftandı.
Bir yıldır memlekette idim, köyümde, baba ocağında. Yokluğumda, gitmeden bir gün önce aldığım tüpüm bitmiş, mıknatıslı kart yere düşmüş, böceklerin saldırısından sağ salim kurtulamamıştı. Telefon arızalı olduğu için internet hizmeti de almak mümkün değildi. Kim bilir ne zaman arızalanmıştı! Eczaneden aldığım böcek ilacı ile evi ilaçladım, böceklerin ölümüne ya da terk ederek kurtulma eylemlerine şahitlik etmek istemediğimden soluğu alışveriş merkezinde aldım. Bilumum elektrikli ev eşyasını alarak hayata kaldığım yerden devam etme düşüncesindeydim.

Hayata kaldığım yerden devam etmek…

Hayata devam etmek? Peki ya kaldığım yer? Hayatın neresinde kalmıştım! Devam etmeye niyetlendiğim hayat, bir yıl önce bıraktığım hayatımla uzaktan yakından alakalı olmayacak, biliyorum. Ne yaşadıklarımı unutmam mümkün olacak ne kaybettiklerimin boşluğunu doldurmak. Ne de vicdan azabından kurtulmak. İyi bir evlat olabildim mi sorusunun cevabını verememek, yapabileceğim onlarca şey varmış da ben hiçbirini yapmamışım hissinden kurtulamamak yakıp kavuracak beni.
Mağazanın önündeyim, ısrarla hafızamın derinliklerinden ismini bulmaya çalışıyorum. İsmi bu değildi, logosu da farklıydı hatırladığım kadarıyla ama içerik aynı, mutfak aletleri. İstediklerimi alıp hemen mağazadan çıkabilmem için yardıma ihtiyacım var. Size nasıl yardımcı olabilirim sorusu derdimin dermanı ama bu soruyu sorabilecek, bakar mısınız seslenişime, buyurun diyecek kimseler yok ortalıkta.
Kasaya doğru ilerlediğimde gördüm, saçlarını tepesinde kuş yuvası misali toplayan satış görevlisini. Gözlerini ekrandan ayırmadan ayak seslerimi duymuşçasına “Evett,” dedi, alıcı değil bakıcı olduğumdan emin. Ne sorsam yok demesinden, başka bir mağazada daha boynumu bükmek zorunda kalmaktan korkarak ekran kardeşliği üzerinden iletişim kurmayı denedim. Baktığı noktaya baktım, bakmakla kalmadım bakakaldım, baktığım noktada kalakaldım.
Dakikalar önce giriş katında cam fanusun içinde gördüğüm genç kız –İlbilge- şaşkın, çaresiz, kurban olduğunun bilincinde kaderine boyun eğmiş akıbetini bekliyordu. “Bu kızın ailesi yok mu?” dedim. “Olmaz mı?” dedi, yüzüme bile bakmaya tenezzül etmeyen tezgahtar kız. “Babası en büyük destekçisi.” “Destekçisi ise nasıl böyle bir şeye göz yumuyor, kızının kilolarının bahis konusu olmasına müsaade ediyor, av misali insanların önüne atıyor,” dedim.
İlk defa döndü ve yüzüme baktı tezgahtar kız, “Siz gerçek misiniz?” dedi. “Bunca zaman nerede yaşadınız, el değmemiş düşüncelerinizi nerede muhafaza ettiniz bilmiyorum ama televizyon kanalı bu bahis için yüklüce bir meblağ ödedi babasına hem de onca girişimci içinden.”

Girişimci?

Uzaydan dünyaya henüz düşmüşüm ya da uzaya çıkmış ama yerçekiminin olmamasından dolayı gördüklerim, düşündüklerim, yaşadıklarım, hafızam birbirine karışmış ve ben işin içinden çıkamıyormuşum gibi hissettim. Yabancı bir o kadar da yabani!
Tezgahtar kızın göz hapsinden sıyrıldığım noktada ekrandaki İlbilge’ye baktım. “Öylesine ilgili bir babası var ki kızını bir dakika bile yalnız bırakmıyor, her daim yanında. Şu bahisten kıracakları parayla ikisinin de hayatı kurtulacak,” dedi tezgahtar kız. Sorduğum sorulardan düşünce tarzımdan rahatsız olduğunu belli edercesine.

Ben tezgahtar kızın yargılayıcı bakışlarına tahammül etmekte zorlanırken, İlbilge onca zaman nasıl baş edecekti bakışlarla? Televizyonun meçhul ama en meşhur sesi bir kez daha tekrarladı: “Kilo verir diyorsanız 5500, hayır veremez diyorsanız 6600’e kısa mesaj gönderin. Gün sizin gününüz sayın seyirciler.”

Alışveriş merkezindeki cam evde hayvanat bahçesindeki maymun misali yaşaması yetmezmiş gibi, kısa mesaj atarak bahse iştirak eden herkesin hayatına, yediklerine müdahil olmasına göz yumacaktı İlbilge.
“Kırmızı Ev’deki kızlardan biri,” dedi. Başımı çevirdim gayri ihtiyari, cep telefonundan 6600’ü tuşluyordu, balık eti kıvamını epey önce geçmiş tezgahtar kız. “Hayatta kilo veremez bu kız, veremesin diye elimizden geleni ardımıza koymayız. Çok akıllı geçinenler eninde sonunda baltayı taşa vurur işte böyle, oh olsun,” dedi. “Öteki kanalda Kırmızı Ev zamanında yaptıklarından haberin var değil mi?” dedi. Yoktu, ama ülke gündeminden geri kalmamak, dışlanmamak, herkese dahil olmak adına yok diyemedim. “Detaylara hakim değilim, biraz hastaydım, takip edemedim,” dedim, mazeret bildirircesine. “Kırmızı Ev obezler eviydi.” Bu kadarını biliyorsun herhalde bakışlarıyla baktı. “Biliyorum,” dedim, “en çok kiloyu veren büyük ödülü alacaktı.”
Obez ve kilo bağlantısını kurmak zor değildi. Konuya zannettiği kadar uzak olmadığımı anlamak rahatlattı satış görevlisi genç kızı. Derin bir nefes alarak devam etti konuşmaya ya da bana öyle geldi.
“Üç ay boyunca katılımcılar serbest bırakıldı, isteyen istediğini yiyor, isteğe bağlı bir şekilde spor yapıyorlardı. Seyirciler için de öğretici bir tarafı vardı. Hangi eylem ya da yiyecek kilo aldırır, hangisi verdirir tecrübe ediyordu(k) obezler vasıtasıyla. Hafta sonu tartıldıklarında en az kilo veren yarışmaya ve hayallerine veda ediyordu.” Ne var bunda der gibi bakmış olmalıyım ki detay bilgilerle devam etti konuşmasına. “Son beş kişi kalıncaya kadar her şey yolundaydı, her şey kuralına uygundu. Fakat kalan son beş kişi kameraların görmediği kör noktada centilmenlik anlaşmasına varmışlar. Eşit kilo verelim, hatta hiç vermeyelim ömrümüzün sonuna kadar bu evde kalalım, ekmek elden su gölden yaşayıp gidelim demişler. Televizyon yöneticilerini ve seyircileri kast ederek, hayatta bunca keriz varken silkelemek bizim de hakkımız cümlesini kurup, sağ ellerini ileriye uzatarak yaşasın obezite demişler. İlk ay ne olduğunu anlayamamış yöneticiler, gramı gramına aynı kiloyu vermeleri, totalde aynı kiloya sahip olmaları imkansız gelse de seyirci memnunsa biz de memnunuz diyerek devam etmişler. İnternette canlı yayına geçilmesi, kameraların kör noktası olarak bilinen yerin online takip edilmesi obezlerin foyasını ortaya çıkardı. Rakip kanal sürekli obez beşlisinin o konuşmasını yayınlayınca, itibarımız on paralık oldu diye düşünen kanal, apar topar programı sonlandırdı. Diğerleri evlerine döndü ama İlbilge’nin babası ceza kesti kızına. Kanal yöneticileriyle konuşarak kızına tekli bahis açılmasını kabul ettirdi. Birbirine benzer realiti şovlar arasında yıldız gibi parlayacağı düşüncesiyle kabul ettirmesi zor olmadı.”
“Bir baba kızına bunu neden yapar ki!”

“Mutlu olsun diye. Kilo verip şişman damgasından kurtulsun, para kazansın, hayat boyu köle gibi çalışmak durumunda kalmasın diye. Tanınırlık anahtarıyla önündeki tüm kilitli kapıları kolayca açabilsin diye.”
“Sizce mutlu mudur İlbilge? Halinden memnun mudur?”

“Babasının çizdiği çizginin dışına çıkmasa idi mutluydu. Şimdi dilediği affın babası tarafından kabul edilmesi için çok insanın bahse iştirak etmesi gerekiyor. Bence siz de bir gruba dahil olun, yüzünüzdeki çok yalnızım ifadesinden kurtulun bir an önce.”
Reklamlar başlayınca, sağ gözünü ekrandan ayırmadan, yarım bakış, “Sadede gelelim neden buradasınız?” dedi.
“Su ısıtıcısı almak…” dedim, istiyorum diyemeden sözümü kesti.
“Girişte sağda bilgisayar var, ekrandan siparişinizi verin, depodan adresinize gönderilir istedikleriniz.”
“Şu an alıp gitmek isterim,” dedim, sert bakışları karşısında “mümkünse,” diye mırıldandım.
“Burası sadece şovrum, teşhir amaçlı yani. Gördüğünüz çoğu alet prototip ya da görüntüden ibaret. Sistem değişeli uzun zaman oldu ama belli ki siz değişime kapalı yaşamışsınız. Şimdi ister evinizden ister buradaki bilgisayardan siparişinizi verir, sonrasında da evinizde teslimatı beklersiniz. Sistem maalesef bu şekilde işliyor, kişiye özel acil ihtiyaçtan ısrarlarına tamamen kapalıyız.”
“Burada başka bir mağaza yok mu hemen alıp gidebileceğim?”

“Hanımefendi sistem değişikliği kısmen yapılmaz, anlaşmalı bir şekilde toptan yapıldı. Hangi mağazaya giderseniz gidin aynı cevabı alacaksınız. Niye hala mağazalar var, ben niye fiziki satış yapmadığım halde satış görevlisi yazan yaka kartını taşıyorum, sorularınız böylece uzayıp gidiyor değil mi? Sizin gibi sisteme dâhil olmayı reddedenleri sisteme dahil etmek için. Anlaşılmayan bir şey?”

Anlaşılmayacak bir şey yoktu da böylesine bir sisteme neden geçilmişti işin o kısmını anlamakta zorlanıyordum. Daha fazla uzatmadım, tezgâhtarın işaret ettiği yöne doğru ilerledim, bilgisayar ekranının başına geçtim. İhtiyacım olan ürünleri alışveriş sepetime ekledikten sonra kredi kartı bilgilerimi girdim ve adresimi yazmak için sonraki adıma tıkladım. Sağ elimi ekrandaki görüntünün üzerine tutmamı söyleyen bir mesajla karşılaştım. Neden diye düşünmeye fırsat vermeden istenileni yaptım.
Sayın Gazel Mercan sipariş bedeli kredi kartınızdan tahsil edilmiş olup en kısa zamanda adresinize gönderilecektir. Lütfen adres bilgisinin doğruluğunu teyit ediniz.
Adresi okudum doğruydu, elimi yeniden ekrana yaklaştırdım, işleminiz başarıyla gerçekleştirilmiştir mesajı çıktı ekranda.

Ev telefonum arızalı olmasaydı internetten alışveriş imkanını kullanabilseydim, alışveriş merkezine gelmemiş, değişen satış ağını öğrenmemiş olacaktım. Yeni değildi belki yaşanan değişim, uzun zamandır netten alışveriş yaptığım için farkında değildim sadece.
“Uzun zamandır online alışveriş yapmayı tercih ediyorum ama internet arızalı olunca mecbur kaldım,” dedim, verdiğim siparişi kontrol etmek isterse zaman kazanmak adına. Beklediğim açıklama tezgahtar kızdan değil, cep telefonuma düşen mesajdan geldi. Onay yazılı butona bastığım an, seçtiğim ürünler paketlenip adresime gönderilmek üzere kargo firmasına teslim edilecekti. Akşama kadar gelmesi mümkünmüş gibi sıcak bir şeyler yiyip içmek hayaliyle vakit kaybetmeden onay tuşuna bastım.
Gözünü ekrandan ayırmadan peş peşe 6600’e mesaj göndermeye devam eden tezgahtar kız, masanın üzerindeki kağıt yığınından bir sayfayı sertçe çekti ve uzattı. Bu nedir diye soracaktım ki, kağıdın tepesindeki sizi memnun edebildik mi lütfen bizi değerlendirerek size en iyi hizmet ağını sunmamıza yardım edin yazısı dikkatimi çekti. Neyi değerlendirecektim? Onca yolu kalkıp gelmeme rağmen alışverişimi fiziki değil sanal yapmak zorunda kalmamı mı? Gözünü ekrandan ayırmayan satış görevlisinin küstahlığını mı? Ya da henüz teslimatı yapılmamış, ne zaman geleceği, nasıl geleceği belli olmayan ürünleri mi? Kağıdı tezgahtar kıza uzattım, “Teslimat yapıldığında online olarak gönderirsiniz o vakit doldururum,” dedim ve çıktım. Neydi bu tavrımın sebebi? İlgisizlik, derdime derman olmak için kılını kıpırdatmaması, sistem değişti söylemine sığınması mı? Yoksa dengenin yer değiştirmesi ile birlikte güç bana geçti kibri mi? İlgisizlik, kayıtsızlık, kibir böylesine kolay bulaşmamalı insana. Ne kadar haklı olsam da ben her şekil ve şartta kendimi muhafaza edebilmeliyim. Bir an önce bu alışveriş merkezinden çıkmalı, ihtiyaçtan ara verdiğim yasıma geri dönmeliydim.

Meliydim malıydım ama bakışlarıma engel olamadım, yüzündeki acı dolu ifade ile camekanın öte tarafındakilere bakan İlbilge’ye kayıtsız kalamadım. Göz göze gelmek, bakışlarımla, üzülme yalnız değilsin, babanın böyle davranıyor olması seni sevmediği anlamına gelmiyor, yakında hatasını anlayacak seni sarıp sarmalayacak, seni köpek balıklarına yem etmeyecek demek istedim.
Göz göze geldiğimi zannettiğim anda gözyaşlarıma engel olamadığımı, tanımadığım bir ses, “Timsah gözyaşlarının kimseye faydası yok,” dediğinde fark ettim. Hayatımın şu aşamasında olmasını istediğim en son şey gerçekleşmişti. Hayır, topluluk içinde ağlamak değil, tanınmış olma ihtimali kanımı dondurdu. “Merak etme İlbilge’nin seni görmesi mümkün değil. Bak etrafına, bunca insanın da umurunda değilsin ne gözyaşların ne kim olduğun!”
Bir toz zerresi misali havaya karışmak istediğim hayatımın bu aşamasında kimse tarafından tanınmak görülmek bilinmek istemiyordum. Zannettiğiniz kişi değilim… benzettiniz herhalde… İlbilge’ye değil kendime ağlıyorum… çoktan seçmeli cevap seçenekleri arasından hiçbirini uygun bulmayınca sesin sahibine yok hükmünde davranarak çıkış kapısına yöneldim.

“Öylece çekip gideceksin öyle mi?” dedi. “İlbilge’nin yaşadığı ıstırapta ne kadar pay sahibi olduğunu umursamadan arkanı dönüp çekip gideceksin? Kim bilir belki evinin konforlu köşesinden bir yorum da kasarsın.”
“Bir yıldır sizin tabirinizle tek bir cümle yorum kasmadım,” dedim. Derken döndüm, gözlerinin içine baktım. Ne yalan söyleyeyim orta yaşın üstünde, annemin tabiriyle ununu elemiş eleğini asmış, yıllara yenik düşmüş birini görme arzusunda idim. Öyle olsaydı yürüyüşüme kaldığım yerden devam edebilirdim.

“Timsah gözyaşları dememe bozuldunuz ama İlbilge’nin bu hale düşmesinde ne kadar payınız var bir bilseniz,” dedi. “Realiti şovlar; toplumsal laboratuvardan toplumsal parodiye geçiş başlıklı yazıyı yazıp yayınladığınız gün, bu günaha siz de ortak oldunuz,” dedi. Bir yıldır elime kalem almamış, klavye tuşlarına dokunmamıştım, bahsettiği yazıyı hatırlamakta zorlandığıma göre üzerinden asır geçmiş olmalıydı. Okuyarak ve yazarak dünyayı kurtarmaya soyunduğum zamanlar o kadar uzak ki!
“Okuduğumda sinir olmuştum ama yazdığınız yorum ne kadar doğruydu! Hayatından memnun olmayanlara hikayesini yeniden yazma ve kitlelere sunma fırsatı vermek, bu senin hikayen demek, bir çöküntünün başlangıcıdır tespiti büyüleyiciydi. Yazının son cümlesiyle kaç kişinin kalbine dokundunuz biliyor musunuz? Bir kişiyi kurtardığınızda o kişiyle birlikte dünyayı kurtarabilirsiniz.”

Bilmiyordum. Ne o zaman ne şimdi. Hiçbir zaman bilinen, tanınan, kitleleri etkileyen bir yazar olmadım ben. Tek kişilik dünyamda okudum, yazdım ve yayınladım. Ne bir fotoğraf ne bir röportaj. Kitap yayınladım, bir imza gününe dahi katılmadım. Televizyondan gelen her türlü daveti geri çevirdim. Yazmakla yükümlüydüm, görevimi kendimce kusursuz icra ettim.

“Bilmiyorum kaç kişinin?”
“Benim kalbime dokundunuz, kurtuluş ipimi uzattınız bana. Şimdi başkalarını kurtarmak için yardımınıza ihtiyacım var.”
“Emekli oldum.”
“Bir yazar asla emekli olamaz.”
“Olur, kalemi eline almadığında, klavyeyle arasına mesafe koyduğunda pekala emekli olur. Kalem nasılsa beni bırakacaktı, o beni bırakmadan ben onu bıraktım.”
“Gerçekten emekli olsaydınız, yazmayı bırakabilmiş olsaydınız, biraz önce İlbilge’ye bakarken gözyaşı dökmezdiniz.”
“Yazıyor olsaydım, gözyaşlarımın arkasına saklanmak yerine klavye üzerinden mücadele ederdim.”

“Durum çok ciddi. Eskisinden daha ciddi. Uçurumun kenarındayız, bir el uzanıp elimizi tutmazsa uçurumdan aşağı düşmemiz an meselesi. İlbilge’nin dramını gerçek manada görebilen nadir insanlardansınız. Bir kısmı görmemek için başını çeviriyor, yok hükmünde davranıyor; diğerleri ise ölümüne oyuna dahil oluyor, tarafını seçiyor. Siz bakmaktan korkmadınız, baktınız ve gördünüz. İlbilge’nin tarafında olduğunuzu biliyorum. Bir zamanlar benim yanımda olduğunuz gibi. Yazdıklarınıza öfkelendiğim, çok öfkelendiğim zamanlar oldu. Ama şimdi biliyorum ki bize yardım edebilecek kişi sizsiniz. Bildiklerimi anlatmama müsaade ederseniz felaketi yaşanmadan önlemek mümkün olabilir, aksini düşünmek dahi istemiyorum.”
“Doğru söyleyeceğini nereden bileceğim?”

“Mümkün olduğunca yalan söylemeden anlatmaya çalışacağım. İçinde zaman zaman yalanlar da olacak ama anlatacağım hikaye tamamen gerçek inanın bana. İçinde hiç yalan olmadan yalana başvurmadan anlatmayı çok isterdim. Kendimle yaptığım provalarda çok denedim yalandan uzak doğrunun dilini bulabilmeyi ama bir yalanla başladığı için her şey belki bulamadım. İlbilge’nin hayatı, benim hayatım buna bağlı inanın bana. Yakın zamanda tüm kanalların büyük kongre salonundan ortak canlı yayın yapacağı en büyük realiti oylaması yapılacak. Şimdiye kadar kazanmış şampiyonlar oylanıp şampiyonlar şampiyonu belirlenecek. Tüm televizyonlar ortak yayında, ülkenin tüm dikkati bu oylamada olacak. Çünkü İlbilge vasıtasıyla insanlar bahisten para kazanmanın tadını alacağı için delicesine bir katılım olacağı hesap ediliyor.”
“Benden ne istediğinizi halen daha anlayabilmiş değilim.”
“Beni dinlemenizi ve anlattıklarımı yayınlamanızı.”
“Uzun zamandır yazı yazmıyorum.”
“Uzun zamandır yazı yayınlamadığınız halde bloğun trafiği çok yüksek. Dikkat çekmeniz zor olmaz.”
“Dikkat çekmek isteyen kim? Görünmezlik bulutunun içinden çıkmak için çok mücadele verdim ama başaramadım. Başka birine git bir twitiyle gündemi sarsacak onlarca insan var!”
“Onlar bu felaketin daha da büyümesine yardım ederler ancak. Tıpkı sizin bir zamanlar yaptığınız gibi.”
“Felaket dediğiniz şey ne? Siz beni neyle itham ediyorsunuz?
“Bunu söyleyemem, şimdilik. Yusuf’a ulaşmam gerekiyor. En kısa zamanda Yusuf’a ulaşıp gözlerinin içine bakmam, yapacağı şeyden onu vazgeçirmem gerekiyor.”
“Ve bu her ne ise devlet sırrı!”
“Değil ama şimdilik bilmeseniz daha iyi. Yardım et! Sadece dinle, anla, yaz ve yayınla. Lütfen? Yusuf’u kurtarmama yardım et sonrasında belki üçümüz dünyayı kurtarabiliriz.”
“Kimse kimseyi kurtaramaz.”
“Ama yardım eder, yardım etmeye çalışır, yardım talebine kayıtsız kalamaz. Bu kadar duyarsız olmak için ne yaşadınız siz?”
“Beni tanıdığını zannediyorsun. O zanla beni suçluyorsun! Ne yaşadığımın, yaşadıklarımın bende bıraktığı izin ne önemi var.”
“Yanılıyorsunuz sizi tanımıyorum, ben kendimi bile tanımıyorum, anlamıyorum. Bunca şeyi neden yaptım, elime ne geçti, hiçbir fikrim yok. Kazanmak için çabalarken, kazandığımı zannederken, kaybetme döngüsü içine girdiğimi henüz fark ettim ben. Önemli olan siz kendinizi ne kadar tanıyorsunuz? Benim kaybetme döngüsünden çıkabilmem için size ihtiyacım varsa sizin de bana ihtiyacınız var. Benim konuşmaya ihtiyacım varsa sizin dinlemeye ihtiyacınız var. İlbilge’nin cam fanusun içinden çıkabilmek için ikimize de ihtiyacı var. Etrafta gördüğünüz insanların o fanusa girme ihtimalini yok etmek için ben hikayemi anlatmak zorundayım siz de dinlemek.”
“Peki doğruları anlattığını nerden bileceğim?”
“Dinledikçe anlayacaksınız. Çünkü anlatacaklarım içinde yalanlar barındıran gerçek bir hikaye. Dinlediğiniz benim hikayem, anlatmak isterseniz dinleyeceğim sizin hikayeniz ama yayınladığınız bizim hikayemiz olacak. Bizim hepimizin hikayesi.”
“Kafamı karıştırmayı başardınız. Önümde yürüyen kırmızılı kadına yetişip yanımda birini görüyor musun diye sorsam ne cevap alırım?”
“Gerçekliğimi sorgulamanın ilginç bir yolu. Hayal miyim diye soruyorsanız, hemen test edelim. Sizce de sakıncası yoksa elimi uzatıyorum ve dokunuyorum. Kadın ani bir hareketle durdu arkasına döndü. Yüzünüze karşı kadın dediğim için af edersiniz hanımefendi. Ne var dercesine bakıyor. Soruyu ikimiz adına soruyorum. Af edersiniz hanımefendi yanımda birini görüyor musunuz? Kadın deli herhalde bakışlarıyla bakıyor bir bana bir size. Çantasından ıslak mendil çıkarıp az önce dokunduğum omzunu siliyor. Dünyadaki bunca insan arasından hijyen takıntılı birisine denk gelmek trajikomik. Büyük ihtimal sorduğum sorudan ziyade ona ne hakla dokunmuş olduğuma taktı kafayı. Gıyabında konuşuyor olmama daha çok öfkelendi, kendisiyle alay ettiğimizi düşünüyor. Nasıl da aklıma gelmedi, kamera şakasıysa, gizli kamera falan varsa eşe dosta rezil olmamak adına kontrollü davranıyor. Fısıltıyla salak şey dedi ve yürümeye devam etti. Kadın soruma cevap vermedi, ama dokunduğum yeri tekrar ve tekrar sildi. Sizinle de göz kontağı kurdu, şimdi söyleyin bakalım gerçek miyim değil miyim nasıl karar vereceğiz? Ya da hangimiz gerçek? Ya da kim kimin hayali?”
“Hayal gücün oldukça geniş heba etme bence.”
“Hayal gücümü heba etmedim ama o hayal gücü hayatımı heba etmeme sebep oldu. Bu bakışlar dikkatinizi çekebildiğime işaret, nihayet.”
“Neden ben? Neden ısrarla bana anlatmak istiyorsun?”
“Neden ben sorusunu her sorduğunuzda hayatınızda ciddi kırılmalar yaşadığınızdan bahsetmiştiniz bir yazınızda. Belki de sebep sadece bu. Kendimi, hayatımı, hikayemi, neden ben sorusunu sormayı hiç ihmal etmeyen birine emanet etmeye ihtiyacım var. Emanete ihanet etmeyecek gözü gibi sahip çıkacak birisine.”
“Pekala vaktimiz sınırlı dediğinin farkındayım ama dinlenmeye ihtiyacım var. Yarın sabah sahilde buluşalım anlaştık mı?”
“Anlaştık aklınızdan ne geçtiğini biliyorum ama yarın sabah yanıldığınızı anlayacaksınız. Bu arada bloğunuza girmek isterseniz şifreyi değiştirdim sayfada bir iki değişiklik yaptım beğenmezseniz değiştiririz ama bence genç ve dinamik bir görünüm kazandı sayfa. Bu arada sosyal medyada boy göstermekten hazzetmediğinizi biliyorum ama insanlara hızlı ulaşmaya ihtiyacımız var. Adınıza hesap oluşturdum birkaç aydır da affınıza sığınarak sizmişim gibi twit atıyorum, trafik hiç fena değil. Sabah derken saatin adını koyalım. Sekiz sizin için uygun mu? Birlikte kahvaltı ederiz sahil kafede.”
Yorgunluktan ve üzüntüden hayal gördüğüme öylesine emindim ki! Eve giderken markete uğrayıp alışveriş yapmama, hazır yiyecekler almama rağmen hiçbir şey yemeden erkenden uyuma girişiminde bulundum. Çocukluğumdaki gibi uyudum uyandım her şey geçti iyimserliğine ihtiyacım vardı.

"

Gerçeğin Ortasında | Sema Karabıyık kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Gerçeğin Ortasında | Sema Karabıyık