ELEŞTİRİ ÜSTÜNE
Edebiyat eleştirisi bir yapıttaki kusurları yakalamak mıdır; ya da yapıtın eleştirmene esinlediği düşünceleri, duyguları sıralamak mı; yoksa yapıtın sınırları içinde, erdemlerini ve kusurlarını tema/biçim bütünselliği bağlamında değerlendirmek mi? Günümüzde, edebiyatbilim kapsamında akademik bir disiplin olarak kabul edilmekte, edebiyat eleştirisi. Öyleyse onun ne olup olmadığına dair söz söylemek, amatör bir eleştirel deneme yazarın- dansa konunun bilimselliğine hâkim kişilere düşer, diye düşünülebilir.
Öte yandan her edebiyat okuru, edebiyatın doğası gereği amatör bir edebiyat eleştirmenidir. Belli bir dilin edebiyatı, o dili konuşan herkese ayrım yapmadan seslenir, öyle değil mi? Okuduğuna dair fikir beyan etmek de her okurun hakkıdır elbette. Bunun ne sakıncası olabilir ki? Hiçbir sakıncası yok, yeter ki eleştiriyi yapan kişi amatörlüğünün farkında olsun.
Toplumumuzda “amatörlüğünün farkında olanların cesaretle fikrini söylemelerine pek rastlanmaz. Ya ürkek bir sessizlik ya bilgiçlik… Neden böyle? “Tereciye tere satmak’’ dilimizin deyimi; pekiyi bunun başka dillerde karşılığı var mı? Örnek vermek gerekirse, bizde herkes biraz doktor, biraz eczacıdır; “erbabına sor’’ demek yerine durmadan birbirimize tedaviler öneririz. Niçin? Uzun yüzyıllar halk tıbbının içinde yaşamış olmamızdan mı kaynaklanıyor bu durum yoksa bilimsel tıpla toplum olarak tanışmamızın göreli yeniliğinden mi? Belki de. Bizde çoğu okurun ve hatta yazarın kendini hiç sorgulamadan keskin eleştirmen saymasında, edebiyat eleştirimizin bir türlü göverememiş olmasının etkisi yok mudur?
Amatörlerin fikirleri saçma da, kıymetli de olabilir; özellikle deneysel bilimler dışındaki disiplinlerde, akademik düşüncenin fazlaca kurallaşıp kemikleşmesini engelleyici bir işlevi vardır amatör düşüncenin. Bu satırların yazarı edebiyatçıyı, eleştirmen olarak kendi amatörlüğünün farkında bir bilinçle böyle bir yazı kaleme almaya iten neden de amatör düşüncenin bu niteliğidir işte.
Bizde ne yazık ki edebiyat eleştirisinin geleneği oluşmamış. Daha doğrusu eleştirel düşüncenin geleneği yok. Doğu toplumlarına özgü tarihimizde ne yazık ki eleştirel düşünceye rastlanmıyor. Edebiyat bağlamında eleştirel düşünce neredeyse Nurullah Ataç ve Fethi Naci’yle başlıyor. Diğer eleştirmenlerimizi unutuyor değilim; amacım edebiyat eleştirisinin bizdeki turfandalığını vurgulamak. Nurullah Ataç’ı, Fethi Naci’yi beğeniriz ya da beğenmeyiz; onları fazla heyecanlı, fazla tarafgir, önyargılarını ise saplantılı bulmak işten bile değildir. Ancak çalışkanlıklarını, laflarını sözlerini esirgemeyen cesaretlerini, çıkar gözetmeyen tutumlarını, Türk diline ve edebiyatına verdikleri emeği yadsıyamayız. Ve bir nokta daha var yadsıyamayacağımız: İkisi de eleştirel düşünceyi yerleştirmek ilkesiyle yola koyulmuş, “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür’’ kuşaklar yaratmayı amaç edinmiş Cumhuriyet kültürünü, kendi özlerine yabancılaşmadan -deyim yerindeyse kendi kendilerine ihanet etmeden- özümsemiş aydınlardır. Günümüz Türkiye’sinin böyle insanlar yetiştirebileceği şüphelidir.
Bizde edebiyat eleştirisi geleneği zayıf olduğundan ister istemez Batı’ya bakıyoruz. Batı’da yüzyıllara dayanan çok köklü bir edebiyat eleştirisi kültürü var. Yazarları zamanında tir tir titretmiş eleştirmenler var. Örnekse Fransız Sainte-Beuve, İngiliz Thomas Carlyle ve niceleri… Zaman akıp gidince geriye ne yazar ne eleştirmen kalıyor, kalan sadece edebiyat yapıtları arasında zamana meydan okuyabilmiş olanlardır. İşte o kadar. Peki, eleştirmenin çabası boşuna mı? Bu kadar mı nankör bir dal bu eleştiri? Bu yüzden mi kimse ona itibar etmiyor?
Elbette hayır. Eleştirmenin görüşleri yazara yeni ufuklar açabilir, eleştirinin bu işlevi çok açık. O kadar açık olmamakla birlikte belki bundan daha da önemli bir diğer işlevi ise eleştirmenin edebiyattaki sürekliliği -hem ulusal hem evrensel açılardan- ortaya çıkaran kişi olmasıdır. Hep yinelenen cümledir: “Newton yerçekimini keşfetme- seydi, bir başkası keşfederdi ama Shakespeare yaşamasaydı, Hamlet yazılmazdı.” İşte sorulmaya değer bir soru: Hamlet yazılmasaydı, Kırmızı ve Siyah, Suç ve Ceza yazılabilir miydi? Ya da yazılsalardı bile çok farklı olmazlar mıydı? Aynı zamanda edebiyat eleştirmeni de olan Stefan Zweig, Stendhal üstüne o pek ünlü incelemesinde Hamlet’e kadar geri gitmez ama Stendhal yaşamasaydı ve Kırmızı ve Siyah’ın başkişisi Julien Sorel’i yaratmasaydı, Dos- toyevski’nin Raskolnikov’u belki de bambaşka biçimde yaratacağına dikkat çeker.[1] Zweig’ın üstünde durduğu husus, bilinçli bir öykünmeden, basit bir etkilenmeden ya da günümüz postmodern metinlerinde sıklıkla rastlanan diğer metinlere göndermelerden çok farklıdır. Zweig, yaşadığı tarihsel zamanı özümsemiş bir yazarın -yani Stendhal’in- bu özümseyişten yoğurduğu roman kişisinin -yani Julien Sorel’in- bir buçuk yüzyıl sonrasına, ömrünün rastladığı tarihsel zaman ile dünya edebiyatından beslenirken kişiliğine katılan öğeleri harmanlayan bir diğer beynin yaratıcılığına, -yani Dostoyevski’nin kalemine- yaptığı katkıya işaret etmektedir. Kendiliğinden gelişen bir sürekliliktir bu. Kaynağı ise yazarın sadece kendi yaratıcılığına değil, bir parçası olduğu ulusal ve evrensel edebiyata sahip çıkması, yaratıcılığının uzayda asılı bir gökcismi olmayıp dünya edebiyatının geniş haritasında bir bölge, belki bir ada oluşturduğunu fark edebilmesidir. Bizim edebiyatımızda yeterince gelişmemiş bir farkında- lıktır bu; edebiyat eleştirimizin bu bağlamda edebiyata yeterince rehberlik edebildiği söylenemez herhalde. Bir Kuyucaklı Yusuf, bir İnce Memed yaratabilmiş Türk edebiyatının, üstünden yarım yüzyıl -yani olup bitene incelemeci bir gözle bakabilmeye yetecek süre- geçmiş olmasına rağmen, örneğin ’68 devrimcilerine dair adı geçen romanlar çapında bir eser verememiş olmasının bir nedeni belki de burada aranmalıdır.
20. yüzyılın ünlü eleştirmenlerinden George Steiner, “Edebiyat eleştirisi hayranlıktan, sevgi borcundan doğar,’’[2] diyor. Hayatımızı zenginleştirdiği için sanatçıya duyduğumuz sevgi borcundan… Ve ekliyor: “Edebiyat eleştirisi ‘iyi’ ile ‘iyi’yi kıyaslamalıdır; ‘iyi’yi ‘kötü’den ayırmak edebiyat eleştirisinin değil, edebiyat tarihinin işidir.” Steiner, “Ey eleştirmenler, ‘kötü’lerle vakit harcamayın, ‘iyi’leri kavramaya çalışın. Bırakınız edebiyat tarihçileri bir devrin molozlarının kayıt defterini tutsunlar,” demeye getiriyor.
Tartışmaya açık görüşler elbette, ama şurada büyük bir haklılık var: Derinlikli bir yapıta gönül gözüyle yaklaşmazsanız, yapıt sizi derinliğine kabul etmez! Zeki bir insanın bunalımına nasıl vasat bir psikiyatrist derman bulamazsa, kavrayışsız bir eleştirmenin eline düşmüş bir yapıt da o kişi tarafından anlaşılamaz. Edebiyata verilen emeğe saygı duymayan, yapıtlara bu saygıdan kaynaklanan bir sempatiyle yaklaşmayan eleştirmen; haliyle, gerçeklikleri ders kitabı gibi madde madde sıralamayan edebiyat yapıtını değerlendirmeye uygun bir zihin yapısına ulaşamayacaktır.
Akademik bir dal olarak edebiyat eleştirisine kulak verecek olursak, edebiyat eleştirisi çeşit çeşit olabiliyor: Metni mutlak bir olgu olarak ele alan yapısalcı ve/veya yapıbozumcu eleştiri… Birincisi metnin nasıl kurulduğunu gösterirken, ikincisi metni parçalarına indirgeyerek büyüsünü bozmayı hedefliyor. Her ikisi de metne derinlemesine nüfuz edilmesini zorunlu kılıyor. Marksist ve/veya feminist eleştiri metne ideolojik bağlamda yaklaşıyor. Metni yazarın kişiliğiyle ve yaşadığı dönemle ilişkilendirerek değerlendiren bir eleştiri türü de var. İzlenimci eleştiriden de söz ediliyor ki (herhalde Nurullah Ataç’ın ve Fethi Naci’nin eleştirileri bu gruba girmektedir), bu tür eleştiri yazıları eleştirmenin bir yapıttan edindiği izlenimleri herhangi bir disipline uymadan keyfî biçimde sıralamasından ibaret kalıyor.
Sonuçta eleştirmen bir yargı bildirecek; yapısalcı ise metnin oluşumundaki (dilerseniz sentezlenmesindeki diyelim) tutarlılığı ya da tutarsızlıkları saptayacak; yapıbo- zumcu ise metni parçalarına ayıracak, dilerseniz analizle- yecek diyelim. Marksist bir eleştirmen, temadaki sınıf çelişkileri, feminist bir eleştirmen ataerkil bakış açıları ya da ataerkilliğe yöneltilen eleştiriler üstünde duracak; eser Marksist ya da feminist bir ileti hedeflemişse, hedefine ulaşıp ulaşmadığına dair bir hüküm bildirirken keyfî izlenimine değil, tema ve biçim ilişkisine dayanacak;
eserde kimi tutarsızlıklar varsa, yazarın sınıf çelişkilerine ya da cinsiyet ayrımcılığına körlüğü bu tutarsızlıklara yol açmışsa, bu durumu saptayacak, vs. vs.
Yani nereden bakarsak bakalım, eleştirmenin bir sorumluluğu vardır ve bu sorumluluğun ağırlık merkezi, onun eserin tema ve biçim bütünselliğini kavramasında odaklanır.
“Eleştiri nasıl olmalıdır?’’ sorusunu yanıtlamak zor da, “Nasıl olmamalıdır?’’ sorusunun yanıtını vermek hiç zor değil:
- Eleştiri uzun uzadıya yapıtın konusunu anlatarak sayfa doldurmamalıdır.
- Övgülerden, sövgülerden ibaret olmamalıdır. Gereksiz övgü, söz konusu yapıtı yüceltmez, sövgü ise küçültmez; her ikisi de eleştiri yazısını değer- sizleştirir ve bu yazıyı kaleme alan kişinin karakterine dair doğrudan ipuçlarını ele verir.
- Eleştiri metni, eleştirmenin önyargılarından, saplantı ve fantezilerinden mümkün olduğunca arınmalıdır.
- Eleştirmen, elinde pertavsız, iz peşinde koşan Sherlock Holmes’vari bir dedektif rolüne çıkıp küçük gramer yanlışlarının, gerçekliğe değgin kimi küçük yanılgıların peşinde koşmamalıdır. Bu çeşit yanlışlar elbette düzeltilmeli, ancak bu iş, yapıtın içerik/biçim bütünselliğinin değerlendirilmesinin önüne geçmemelidir. Aksi halde eleştiri metni, konusu olan yapıta dair bir şeyler söylemektense eleştirmenin kişiliğine dair ipuçlarını ele vermek gibi kimseye yararı olmayan gereksiz bir işe koşulmuş olacaktır.
Neoliberal ekonomik düzeni dayatan günümüz dünyasında, bu düzenle aynı pakette gelen toplumsal ve kültürel alışkanlıkların düpedüz bir ideoloji, hem de toplumu bir örnekleştirmeyi, durmadan “birey” sözcüğü çevresinde dönen laf kalabalığına rağmen ve -biraz da bu lafazanlık sayesinde- bireysel farklılığı, farkındalığı ve yaratıcılığı köreltmeyi hedefleyen bir ideoloji olduğu gerçeği gözlerden kaçmaktadır. Böylesi bir alacakaranlıkta yazarın ve/veya eleştirmenin ideolojik tutumunu nasıl değerlendireceğiz? İdeolojisiz insan olmaz. Sadece farkına varmadan belli bir ideolojiye yakın duran ya da hizmet eden kişiler vardır. Topluma dair hiçbir olası düzeni benimsemediğini saflıkla iddia eden biri bile farkında olmadan anarşist ideolojiye yakın durmaktadır; ya da kolaylıkla herhangi bir ideolojiye, büyük olasılıkla egemen ideolojiye teslim olma potansiyeli taşımaktadır.
Kanımca ideoloji yazarın ve/veya eleştirmenin görüşlerini sınırlandıran ufuk çizgisi değil dünyayı ve metni değerlendirirken ayaklarını bastıkları yer olmalıdır. Marksizmi, hayat görüşü olarak benimsemiş bir eleştirmen, sınıf körü bir yazarın metninde bu körlük dolayısıyla aksayan yanları, neoliberal bir meslektaşına göre çok daha nüfuz edici biçimde seçebilecektir. Ama aynı eleştirmen, aynı yazarın kurguda, üslupta yarattığı güzellikler varsa eğer, onları göz ardı etmemek gibi zor bir işin üstesinden gelebilmelidir. Başka bir değişle, ideolojisi eleştirmenin ufkunu daraltmamalıdır.
Kanımca eleştiri her babayiğidin harcı değildir.
Günümüzde edebiyatçıyı da eleştirmenini de bekleyen tehlikelerin hepimiz az çok farkındayız. İçinde yaşadığımız alacakaranlıkta bu bulanık farkındalıkları özlü anlatımların berraklığına dökmek müşkülse de, deneyelim. Neoliberal dünyada, sanatçı yazar, yerini zanaatçı yazara bırakmaktadır. Peki eleştirmenin başına ne gelmektedir ya da gelecektir? Eleştirmen reklamcıya mı dönüşecektir yoksa?
Bilinen şey, zanaatın amacı ustalıktır; sıra dışı bir ürün ortaya koymak değil; yineleme, zanaat için bir kusur sayılmaz; tersine zanaat gücünü yinelemeden alır; yineledikçe ustalaşır kişi. Sanat ise gücünü tazelikten alır. Sanatla zanaat arasında kesin bir sınır yoktur her zaman. Bu durumun en belirgin örneklerini sinemada görürüz. Ticari sinema yapıtlarının pek çoğunda, kalıpları aşan, sanat düzeyine ulaşan sahneler yer alır. Örnekse, Hitchcock filmleri; Hitchcock, bir Bergman, bir Ayzenştayn değildir ama sinema dili öyle güçlü sahneler çekmiştir ki, kim onu hafife alabilir? Sinema sanatına birkaç başyapıtını armağan etmiş olan Woody Allen, yaşlılığında işi zanaatçılığa vurmuş, seyirciyi derinden etkileyip günlerce düşündüren filmlerinden sonra, sabun köpüğünü andırır sevimli filmleriyle seyircinin patlamış mısırına eşlik etmeye başlamıştır; kendisi çekerken, seyirci izlerken eğlenip mutlanmaktadır. Türk edebiyatına derin bir sevgiyle bağlı olan, hiçbir yapıta kıyamayan, değerli yazarımız Selim İleri, zanaatçı diyebileceğimiz kalemlerin kimi eserlerindeki gerçek edebiyat sanatına dahil pasajları bulup ışığa çıkarmak için bir ömür vermektedir. Diyeceğim o ki, zanaat öyle dudak bükülecek bir şey değildir. Sanatçının zanaatçıdan öğreneceği çok şey vardır. Ancak sanatla zanaatı aynı şey sanmak, eninde sonunda sanatı öldürecek olan bir yola götürür toplumu.
Zanaat öğretilebilir; sanatın ise ancak teknikleri öğretilebilir, yaratıcı özü değil. O özün tohumları bir kişide ya vardır ya yoktur; bu bir kişilik meselesidir. Tohumların serpilip gelişmesi ise bir toplumsal ve kültürel ortam, kişisel azim ve çalışkanlık ile işin zanaat yanına verilecek emek meselesidir. Yaratıcı yazarlık kursları tabii ki yararsız değildir; işin zanaat kısmı, metinde ne gibi hatalardan kaçınılması gerektiği, bunun yolları öğretilir oralarda; yazıda güzellik yaratmanın yolları değil. Güçlü bir kalem yetenek ister; kimisinde doğuştan ya da yaşamın ilk yıllarında edinilmiş bir dil duyarlığı vardır; üstün nitelikli metinler okuyarak ve yazma temrinleri yaparak dil duyarlığı geliştirilebilir, bir anlamda öğrenilebilir ama bu da sanatçı yazar için yeterli değildir. Üstün bir edebiyat yapıtını, pek çok sıradan yapıttan ayıran özellik, yazarının temasını kişisel bir acı gibi duyabilmesi, bu acıyla baş etmenin ıstıraplı sürecinde, konuya hem içeriden hem dışsallaştırabildiği anlarda dışarıdan bakabilmesi, bu ruhsal mücadele sırasında uyarılan zihninin, bilinçaltının ve düş gücünün ortaklaşa çabasıyla temayı varlığından söküp çıkarırken kalıpları aşarak yeni ve temaya tam anlamıyla uygun bir biçim geliştirebilmesidir. Sanat eseri roman ya da öykü, yazarın zihninde biçimiyle birlikte doğar. Steiner’in sözünü ettiği eserler böyle eserlerdir. On derste nasıl sürükleyici bir dedektif öyküsü yazılır, türünden olanlar değil.
Yirmi derste aşk hikâyesi, otuz derste hiçbir ideolojik ağırlığı olmasa da şık bir politik duruş sergiliyormuş havası taşıyan romanlar yazıldığı bir dönemde, Steiner’in kastettiği anlamdaki eleştirmen, sinek avlayacak demektir.
Sanatçı yazar ile ciddi eleştirmenin kaderleri tavukla
yumurtanınki gibi birbirine bağlıdır. Steiner’in kastettiği anlamda
eleştirinin bulunmaması, günümüzün furyasında sanatçı yazarın fark edilmesini,
iz bırakmasını güçleştirecek, giderek imkânsızlaştıracak; sanatçı yazarın
kayboluşu ise eleştirmenin varlığını gereksizleştirecektir.
Edebiyat eleştirisi varlığını sürdürebilmek istiyorsa, günün geçerli
koşullarına uyarlanmak yerine Steiner’in işaret ettiği yolda dirençle yürümeye
devam etmek zorundadır. Bir edebiyat eleştirisinin, eleştiri olmaktan öte
edebî bir değer taşıyabilmesi ise tüm edebiyat yapıtlarında olduğu gibi o
yapıtın içinde saklı bir bilmecedir; ve yazarı o bilmeceyi çözebildiği ölçüde
yazısı edebî değer kazanacak ya da kazanamayacaktır.
[1] Stefan Zweig, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova, Stendhal, Tolstoy, çev. Ayda Yörükkan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1998.
[2] George Steiner, Tolstoy mu, Dostoyevski mi, çev. Sevda Çalışkan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015.
Türk Romanında Bir Gezinti kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Türk Romanında Bir Gezinti
Deneme
Yazar: Erendiz Atasü