Tanpınar’ın gazete ve dergilerdeki yazılarının derlenmesinden oluşan Yaşadığım Gibi 7 bölüm halinde düzenlenmiştir:
1. İnsan ve cemiyet, 2. İnsan ve ötesi, 3. Üç şehir (İstanbul, Bursa, Maraş), 4. Paris tesadüfleri, 5. Türk edebiyatı, 6. Musıkî, 7. Plâstik sanatlar.
Bu yazıların çoğu deneme özelliği taşısa bile yine de Tanpınar’ın Türk kültürü, medeniyeti, edebiyatı, sanatlar, batı dünyası üzerindeki fikirleri bakımından önemli bilgiler ihtiva etmektedirler.
Yaşadığım Gibi
İnsanlar duygu ve düşüncelerine göre hareket ederler. Sevgi, nefret, korku, ümid, zan, inanç, şüphe, bilgi gibi manevî kuvvetler, insanları içten içe, şu veya bu şekilde davranmaya zorlar. Nefret ettiğimiz bir şeyi yapmak bize çok güç gelir. Korku kaleleri yükseltir, hendekleri derinleştirirken sevgi bütün kapıları açar ve bütün ârızaları dümdüz eder. Yunus’un ısrarla belirttiği gibi, insan hayatında mühim olan «gönül »dür. Gönül, «Çalab’ın tahtı»dır ve dünyaya hükmeden odur.
Mağara devrinden bugüne kadar insanları, semavî dinler dışında, çoğu yalan, azı doğru dinler, hayaller ve ideolojiler idare etmişlerdir. Bugün de insanlar inançlarına göre şu veya bu cephede savaşıyorlar. Eski çağlardaki dinler gibi bugün de ideolojiler, yâni heyecan verici inanç sistemleri devletleri yıkıyor veya yükseltiyor.
Şu halde asıl savaş, kafalarda ve kalblerde cereyan ediyor. Bizi yıkmak isteyen düşmanlar artık sadece tüfek ve kılıç kullanmıyorlar. Şiir, roman, piyes, deneme veya fikrî eserlerle kafamızı çelmeye, gönlümüzü fethetmeye çalışıyorlar. Aslında bu, asırlardan beri süregelen savaşın silâh yerine başka medenî vasıtalar kullanılarak devam etmesidir. Çünkü güzel bir şiir, hayat dolu bir roman, mâkul bir tenkit veya teklife karşı kim ne diyebilir? Onun için içlerinde ruhî mukavemet olmayan, muhakeme etmesini bilmeyen ve kültür eserleriyle beslenmeyen kimseleri böyle basit propagandalarla avlamak kolaydır. Bu devirde ancak kültürlü, bilgili, şuurlu imana sahip olanlar, binbir kılığa ve renge giren yıkıcı fikirlere karşı mukavemet edebilirler.
Bugün Türkiye’de vitrinleri ve kitap sergilerini, milli ruhu yıkma gayesini güden yüzlerce eser dolduruyor. Okumak isteyen gençlik onları alıyor ve başka cinsten eserlerle karşılaşmadığı için onlarda anlatılanları yegâne gerçekler sanıyor. Gençliği terbiye etmekle mükellef olan Millî Eğitim Bakanlığı, maalesef, dışarda yapılanlar kadar kitap yayınında bulunamıyor. Şimdiye kadar onun bu sahayı tamamiyle boş bırakmasıdır ki ortalığı zararlı yayınlarla doldurmuştur. Memlekette milyonlarca okur-yazar yetiştiren Millî Eğitim Bakanlığı, büyük bir gafletle, milyonları hangi eserlerle besleyeceğini düşünmemiş ve âdeta dışardaki zararlı neşriyata müşteri hazırlamıştır.
Ruhu ve kafası millî eserlerle beslenmeyen bir gençlik kitlesinin memleketi hangi istikamete sürükleyeceği son yıllarda meydana gelen hâdiselerle açık bir şekilde belli olmuştur. Gençleri, kendileri ve Türkiye için çok tehlikeli olan bu yoldan ayırmanın çaresi, millî gerçekleri anlatan ve millî değerleri ortaya koyan eserler yayınlamaktır. Bugün bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de bir kültür ve medeniyet mücadelesi cereyan ediyor. Gücü yeten ve aklı eren herkes bu mücadelenin içinde yer almalıdır.
«Türkiye Kültür Enstitüsü» işte bu gaye ile teşekkül etmiş ve milli ruhu, millî değerleri besleyen eserleri neşre karar vermiştir. Zira unutulmamalıdır ki millî varlığı ayakta tutan millî ruhtur. Millî ruh ise millî eserlerle beslendiği takdirde kuvvetini ve sürekliliğini muhafaza eder.
TÜRKİYE KÜLTÜR ENSTİTÜSÜ
Tanpınar’ın Denemeleri Hakkında Bir Kaç Söz
1901 de İstanbul’da doğan Tanpınar, çocukluk yıllarını, kadı olan babasıyle beraber, henüz Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunan Kerkük ve Musul’da, Karadeniz ve Akdeniz kıyısındaki şehirlerde, doğu, orta ve batı Anadolu şehirlerinde geçirmiştir. Onun dış âleme karşı son derece hassas olan ruhu bu şehirlerden pek çok intibaı hafızasında saklar. Mütareke yıllarında üniversitede Yahya Kemal’in talebesi olan Tanpınar, ondan batılı bir gözle Türk tarih ve san’atına bakmasını öğrenir. Daha sonra o, asıl metinlerinden Batı’nın büyük şâir, romancı ve fikir adamlarım okur. Tanpınar’ın sevdiği en mühim kelimelerden biri «dikkat»dir. O, dehayı bu kelime ile izah eder. Derin bir tabiat ve güzellik duygusu, zengin bir muhayyile, geniş bir kültür ve duygu ve düşüncelerini san’atkârâne bir şekilde ifade etme gücü… İşte Tanpınar’ı Cumhuriyet devrinin en kudretli yazarlarından biri haline getiren bu müstesna kabiliyetlerin terkibidir. Onun şiirlerinde, hikâyelerinde, romanlarında ve denemelerinde bu müstesna kabiliyetlerin parıltılı akislerini bulursunuz. Hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim ki, Tanpınar, Türk edebiyatının, bugüne kadar yetiştirdiği en zengin kültürlü yazarıdır.
Eserlerinin zor anlaşılması, kafasında ve ruhunda yığılı olan duygu, hayal ve düşünce hazinesini kendisine has, kompleks bir terkip halinde ortaya koymak istemesinden ileri gelir. O, gergin bir dikkatle, bir kaç kere okunması gereken yazarlardandır. Hiç bir cümlesi boş olmadığı için onun eserleri üzerinde kafa yoranlar harcadıkları emeğin mükâfatım görürler.
Tanpınar, Türk edebiyatının en büyük denemecilerinden biridir. Kendi nev’inde yegâne olan Beş Şehir adlı kitabı, Türk edebiyatında benzeri olmayan XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi onun zengin kültürünün, orijinal görüşlerinin en kuvvetli şahitleridir. Tanpınar, bunların dışında, aynı derecede değerli makaleler de yazmıştır. Zeynep Kerman, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından basılan Edebiyat Üzerine Makaleler adlı kitapta, Tanpınar’ın edebiyata dair yazılarını toplamıştı. Şimdi, Türkiye Kültür Enstitüsü, değerli yazarın bunların dışında kalan denemelerini bir araya getirmiş bulunuyor.
Dergi ve gazetelerde dağınık olarak duran bu yazılar, bir kere okunduktan sonra unutulmuşlardı. Kimse onları bir arada toplu olarak görmemişti, yazarın kendisi bile. Şimdi okuma zevki olan herkes, türkçenin bu güzel yazılarını okuma saadetine kavuşacak. Bundan dolayı bu işe emek verenlere teşekkür borçluyuz.
Bir araya gelen bu yazılar, Tanpınar’ın alâka ve düşünce sahasını, ana fikirlerini daha açık bir şekilde gösteriyorlar. Bunlardan anlıyoruz ki, Tanpınar, tabiata olduğu kadar tarihe, memleket meselelerine olduğu kadar san’at meselelerine karşı ruhu alabildiğine açık bir fikir adamıdır. Onu okurken insan bir ideolojinin dar sınırları içinde boğulmaz, tabiatın, tarihin, san’atın, gerçek ve hayalin geniş ufuklarında nefes alır. Kafalara zorla çemberler geçirmek isteyenlere karşı en tesirli vasıta, işte bu neviden denemelerdir.
Tanpınar, milliyetçi bir fikir adamıdır. Fakat onun milliyetçiliği, bir «doktrin milliyetçiliği» değil, milli varlığı her cephesiyle yaşamak isteyen ve dünyaya kapalı olmayan «kültür milliyetçiliği»dir. Son yıllarda gelişmeğe başlayan geniş ve zengin muhtevalı, «kültür milliyetçiliği» akımında Tanpınar’ın bu denemeleri ve diğer eserleri mühim bir yer tutacaktır.
Prof. Dr. MEHMET KAPLAN
I. İNSAN VE CEMİYET
İnsan ve Cemiyet
(Ülkü, 16 Mart 1944, nr. 60)
Diyalektik, insanı tarife çalıştı. Meşhur tüysüz ve iki ayaklı hayvan safsatasından siyasî, mantıkî veya sadece teessürî mahlûk düsturlarına kadar bir yığın tarif, «insan bir tezatlar mecmuasıdır», «insan bir âhenktir» tarzında epeyce müphem, hattâ bazan karanlıkta yapılmış bir el işareti gibi mânâsız izahlar hepimizin hatırındadır. Pascal’ın insan hakkında verdiği «düşünen saz» tarifi, şiirin diliyle söylendiği için bu cinsten tecritlerin en güzeli, belki en mânâlısıdır. İnsanoğlunun, en kudretli ve gerçekten yaratıcı olduğu tarafıyla en zayıf noktasını, kader karşısındaki aczini birleştirir. Böylelikle üçüncü bir unsuru, teessür şuurunu da içine alır. Ruhumuzla, idrâkimizle ne kadar büyüğüz ve gene bu yüzden —kaderi yenemediğimiz için— ne kadar biçareyiz! İşte Pascal’ın demek istediği şey. Belki, hattâ muhakkak, ebedîliğin gözünde böyleyiz. Bütün bu kâinat bizim idrâkimizde yaşar. İnsan düşüncesi zaman ve mekânın yaratıcısıdır. Bütün tanrılar ondan doğar. Her şey onunla başlar ve galiba onunla biter. Bir ânı bitmez tükenmez bir ülke yapan ihsasların cenneti, bütün teessürî hayat, san’atlar, işler… Bütün bunlara rağmen kâinatın yanında neyiz? Bizim, nabzımızı dinleyerek bulduğumuz, şuurunu beraberinde getirdiğimiz, ölçtüğümüz, biçtiğimiz, her şekilde tasarrufa çalıştığımız, her türlü icat, ihtira, ihtiras, vehim, vesvese, şiir ve sanatı, her şeyi içine attığımız halde bir türlü dolduramadığımız zamanın karşısında ne kadar küçüğüz!
Bir gün, ömrümüzün her türlü ârızasiyle doldurmaya çalıştığımız bu çukur birden kıpırdanır. Ebedîliğin hesaplarını yapan insanoğlunu, birdenbire genişleyen küçük bir an yutar, her şey silinir.
Kâinat dışında ebedî bir düşünce, gerçek ve sonsuz zamanın kendisi olan bir düşünce tasavvur edin ki bizi seyretsin. En kısa ömürlü hayvana bile onun bakışındaki hayret duygusiyle bakamayız. Bizi en büyük taraflarımızla da ne kadar gülünç bulur!
Muhakkak ki Pascal’ın tarifi bu cins düşüncelerin en güzelidir. Bununla beraber, o da bir tecrittir; çünkü talihiyle karşılaştırdığı insanı fert olarak alıyor, fertte tasavvur ettiği büyüklükle kaderindeki zavallılıktan bir tezat yapıyor.
Halbuki fert olarak alman insan tam değildir ve herhangi bir büyüklük fikriyle beraber yürümez. İnsiyaklarımızın emrinde bulunduğumuz zaman fert oluruz. Uzvî âhengi bozulan insan fert haline girer. Bir an dişi ağrıyan bir Aristo, yahut nasılsa bir gece aç kalmış olan bir Leonard veya Eflâtun aklıma geliyor. Üçü de bir kaderin pençesindedir. Fakat ıztıraplarında hiç te büyüklük fikri yoktur. Bu acıyı duyuşta herhangi bir insandan farksızdırlar.
Cemiyet fikri işe karışınca kader trajedisi azalır. Çünkü cemiyet için fertte olduğu gibi ölüm yoktur. Orada süreklilik vardır. Zincir ebedîlik boyunca uzanıp gider. Parça parça olsa bile bir sonraki, kendinden önce geleni tamamlar. Cemiyet hayatı, topluluk için olduğu gibi, fert için de ölüm düşüncesini yener. Çünkü kurduğu değerler zincirinde ölümün de bir yeri vardır. Fert için bir bitiş, bir son olan ölüm, çok defa cemiyette bir başlangıçtır. Hakikî fert için ölüm hiçliktir. Hiçliğin vasfı olamaz. Kahramanca veya ona benzer herhangi bir vasfı olan ölüm, artık hiçlik olmaktan çıkar ve yeni bir şekle bürünmüş bir varlık olur. Bu yeni varlık fikri, şahsa ait olandan cemiyete doğru yükseldikçe, doğrudan doğruya alâkalı şahısların — dost, ana, baba, kardeş, sevgili, evlât — hâtırasından cemiyetin hâtırasına gittikçe sağlamlaşır. Yani fert, ferdî hayatından ayrıldıkça cemiyet onu devam ettirir. Bu ayrılış, şahsiyete ait hususîliklerin inkârı değil, aksine, bu hususîliklerin değer kazanmasıdır. Tarihin mânâlandığı yer, bu hâtıralarla topluluk şuurunu devam ettirmesidir. Tarih, sanat eserleri, gelenekler, hepsi cemiyetin süreklilik şuurudur.
Hayvanlar çok defa her şeye küsmüş gibi ölürler. İnsanoğlu vedâ eder, vasiyet eder, şöyle olmasını, böyle olmasını ister. Kısacası, ayrılıyormuş gibi ölür. Cemiyet hayatı ona kendi ölüm tecrübesini sâde kabul ettirmemiş, bu ölümü hayatın başka bir şekilde devamı haline getirmiştir. Fert halinde, yâni cemiyet şuurundan ayrıldıkça insanoğlu sadece bir zaaflar bütünüdür. Cemiyet hayatına girdikçe, onu benimsedikçe bu zaaflardan kurtulur.
Sanat, ölümden sonraki hayattır. Her sanat adamı, devrinin kalabalığı içinden kendisini seçecek, dehâsını anlayacak zamanı düşünür. «Tâ haşra kadar» sözü, açıktan açığa o gün için yazılmış görünen eski kasidelerde bile en çok geçen tâbirlerdendir. Haşra kadar, yani ebedîlik boyunca… Ebedîlik boyunca yaşayacak olan fertler, hattâ nesiller değil, cemiyettir. Kaderin ve zamanın karşısında ancak cemiyet ve onun tarihî varlığı olan milliyet durur. Fırtınaya karşı yaprak değil, kökünü toprağın derinliklerine salmış olan çınar dayanır.
Bu inanış, her kaderin üstündedir.
Kültür ve Sanat Yollarında Gösterdiğimiz Devamsızlık
(Cumhuriyet, 25 Ocak 1951, nr. 9510)
Bir kaç günden beri kafamda şu sualler dolaşıyor: «Bu yıl, Encümen-i Dâniş’in açılışının yüzüncü yıldönümü! Bu müessese devam etseydi fikir hayatımız acaba nasıl olurdu?» ve tabiatıyla arkasından ikinci bir sual geliyor: «Niçin devam etmedi?»
Cevdet, Tezâkir-i Cevdet’de bu ilk Türk Akademisinin, Reşid Paşanın nutkuyla, dualarla, mutad debdebe ve merasimle, Abdülmecid’in huzurunda nasıl açıldığını o tatlı üslûbuyla uzun uzun anlatır. O gün, Fuat Paşa ile kendisi, — o zaman daha efendiydiler— bir müddet evvel Bursa’da hazırladıkları Kavaid-i Osmaniye’yi padişaha takdim ederler. Takvim-i Vekayi’in de yazdığı gibi, bu encümenin asıl vazifesi, açılacak olan Darülfünun’a lâzım olan ders kitaplarım hazırlamaktı. Encümen bir taraftan bu iş için hazırlanırken, bir taraftan da bir İbn-i Haldun tercümesiyle, Hammer’in Osmanlı Tarihi’ni bıraktığı yerden tamamlayacak bir tarihin yazılmasına karar verir. Cevdet Paşa Tarihi şu halde bu encümenin kararıyla oluyor. Mamaafih Üniversite Kütüphanesi yazmaları arasında encümen nâmına yapılmış bazı tercümeler de vardır.
Encümen-i Dâniş’in âzâları devrin modasına uyarak seçilmişti. Hemen hemen vezirlerin çoğu, ileride gelen ulema, ikinci derecede gelen ricalin, bilhassa Tanzimat’la beraber kurulan meclisler âzâsının çoğu encümenin aslî âzâsı idi. Bizzat Cevdet Paşa ile bazı yeni yetişenler, ezcümle Ahmed Vefik Efendi onların arasındaydı. Haricî âzâ arasında ise bazı azlık münevverler —ezcümle Hacı Sahak — ile Hammer, Bianchi ve Redhouse gibi ecnebiler bulunuyordu.
Reşid Paşa encümene o zamanlar arası açık olan Fethi Ahmed Paşayı almamıştı, bu hâdise aralarındaki düşmanlığı arttırmış ve ikisinin de biraz sonra azline sebeb olmuştur.
Cevdet Paşa, encümenin evvelâ gayesine aykırı olan bu kadro ile kuruluşunu tenkid ettikten sonra, müteakıb devirlerde sadaret değişmeleri ve Paşalar arasındaki rekabetler yüzünden mühim bir iş görmediğini, nihayet on bir sene sonra Âli Paşa tarafından «tasarruf bahanesiyle» lâğvedildiğini söyler.
Bu ilk akademinin lâğvından sonra daima ortada bir Türk akademisinin kurulması fikri dönecek, fakat bir türlü karar verilemiyecektir. Bu yokluğu, memlekette ilim hayatının hâlâ gerektiği gibi kurulamaması, güzel sanatların ve edebiyatın bir türlü gerektiği gibi devletten yardım görememesi, sanat ve fikir meselelerinde efkârıumumiye ile devlet arasında mutavassıt vazifesini görecek cihazın bulunmaması, tenkidin kurulmaması, hızlandırıcı mükâfatların ve vasıtaların eksikliği ve nihayet dil meselesindeki bugünkü cezir ve medli anarşi ile ödüyoruz.
Cevdet Paşa’nın Encümen-i Dâniş’in lâğvı için kullandığı «tasarruf bahanesi» tâbiri çok dikkate değer. Çünkü Tanzimat’ın ilk büyük mağlûbiyeti olan bu ilga hareketini, kültür sahasında ona benzer bir yığın hâdise takib edecek ve hemen hepsi için gösterilen sebebler, bir kaç yıl sonra, tıpkı Cevdet Paşa’da olduğu gibi bahane addedilecektir.
Darülfünun meselesi Encümen-i Dâniş’le beraber ortaya atılmıştı. Abdülmecid devrinde uzun zaman hülyası kuruldu. Abdülâziz devrinde açıldı, kapandı. Hamîd devrinde şöyle böyle tecrübe edildi ve ancak 1908’den sonra millî hayata lüzumu kabul edilebildi.
Mecid devri tiyatroya, operaya heves etmişti. Garb musikisinin memleketimize giriş tarihi daha eskidir. ] 827 28 yıllarında İstanbul’da bulunan ve çok güzel bir seyahatnâme yazan Mac Farlane, bir gün İstanbul sokaklarında dolaşırken, uzaktan bir İskoç havasını işiterek olduğu yerde şaşırıp kaldığını, nihayet bunun bir askerî bando tarafından çalındığım söyler. Abdülmecid devrinde ise garblı musikî şehirli hayatına karışmıştır. Hükümdar bu iki sanatı da sever. Hattâ sarayının karşısına bir tiyatro binası dahi yaptırır. Fakat kasdî olması ihtimali de bulunan bir yangından sonra saray bu hevesini uzun zaman açığa vuramaz. Tiyatro, sarayın gizli eğlenceleri arasında kalır.
Bu yüzden memleketimizde ilk tiyatro hareketleri başıboş bir şehirli zevki veya eğlencesi şeklinde uzun zaman devam eder. En uyanık ruhlu vezirlerimizden biri olan Âli Paşa bile bu sanatı himayenin kendisine getireceği şerefi ölçemez. Bilindiği gibi Abdülaziz’in son yıllarında, resmî makamlardan daha müsait cevaplar alan, hattâ sarih himayeler gören bir tiyatro hareketi başlarsa da, Namık Kemal’in etrafındaki şüphe, Vatan yahut Silistre’yi karşılayan tezahürat yüzünden, bu geniş kımıldanış olduğu yerde durur. Abdülhamid Hanin vehmi Abdülâziz’in işini tamamlar.
Yaşadığım Gibi kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Yaşadığım Gibi (2013)
Deneme
Edebiyat
Yazar: Ahmet Hamdi Tanpınar
İlk Basım: 2013
Yayınevi: Dergah Yayınları