İstihbaratçılar, polisler, askerler…

Başarılı bir gazeteci olduğu günleri ardında bırakmış Adnan’ın yolu yıllardır görmediği üvey kardeşi Doğan’la kesişir. Taban tabana zıt karakterli, bambaşka yaşamlar süren kardeşlerin bir araya gelme sebebi hangi karanlık güçlere hizmet ettiği bilinmeyen, devletin üstlenmediği operasyonlarda parmağı olan Doğan’ın köşeye sıkışmış olmasıdır. Kardeşine karşı hiçbir yakınlık hissetmeyen Adnan, içindeki ölmüş gazeteciyi de hayata geçiremez ve olayların dışında kalmak ister. Doğan’ın ısrarı ve kendi yaptığı bazı hatalarla, Türkiye’nin yakın tarihine damgasını vuracak en büyük siyasi çekişmenin ortasında bulur kendisini.

Silahlarımız, bilgeliğimiz, yüreğimiz…

Yakın tarihimizde Susurluk Kazası olarak geçen olayın ardından yazılan Kukla, siyasi komplo, faili meçhul cinayetler ve komplolar üzerindeki sisi aralıyor ve okurun karşısına büyük resmi koyuyor.


Kukla

Birinci bölüm

Gazete binasının önüne geldiğimde vakit öğleyi bulmuştu. Sabahtan beri yağan yağmur dinmiş, cüretkâr bir güneş, kül rengi bulutların arasından sıyrılıp, tatlı tatlı gülümsemeye başlamıştı. Yaşlı Plymouth’undan inerken Tolga’yı gördüm. Fotoğraf çantası omzunda hızlı hızlı yürüyordu. Beni fark edince duraksadı.

“Merhaba Adnan Abi.” Eliyle arabamın kaportasına dokunarak ekledi. “Senin Anka Kuşu yine formunda.”

“Anka Kuşu” bizim 54 model Plymouth’un lakabıydı. Babamdan miras kalan arabayı gördüğü gün rahmetli irfan Abi takmıştı bu adı ona.

“Formunda olacak tabiî. Kimin arabası?”

“Öyle, öyle de” dedi, “sahibi gazeteye biraz erken gelse daha iyi olacak.”

Takılmasına aldırmadım. Gençlerin içinde en çok onu severdim. Biraz laubaliydi, ama işinin erbabıydı. İki yıl önce. yani henüz haber yapma yeteneğimi yitirmemişken hep onu alırdım yanıma.

“Daha öğrenememişsin bu mesleği” dedim başını sallayarak. “Erken gelmek çömezlere mahsustur. Tecrübeli gazeteciler öğleden önce işe gelmez.”

Gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı, eliyle bir hoşça kal işareti çakarak, ileride onu bekleyen beyaz Opel’e doğru yürüdü. Öperin arka koltuğunda kendini araştırmacı gazeteciliğin üstadı ilan eden Sekip ince oturuyordu. Baktığımı gönlüce, solanı vermemek için başını öne eğdi. Bir zamanlar kıçımdan ayrılmayan adam, gazetede yıldızım söndüğünden beri benden uzak duruyordu. Bugün selamımızı da almamıştı. Demek ki artık ilişkileri iyice koparmak istiyordu. Ne diyebilirdim, akıllı çocuktu. Ben de ona arkamı dönerek, gazete patronu muzun “Balkanların ve Ortadoğu’nun en görkemli plazası” olarak tanımladığı, o biçimsiz, beton, çelik ve cam yığınına yürümeye başladım. Döner kapının hemen önünde iki küme oluşturan benim gibi tiryakiler tutkuyla sigaralarını içiyorlardı. İkitelli’ye taşındıktan sonra, Cağaloğlu’ndayken Özgürce tüttürdüğümüz sigaralarımızı bina içerisinde içmemiz yasaklanmıştı. Zaten şehirden bu kadar uzak bir yerde çalışmayı henüz içimize sîndirememişken, sigaranın dışarıda içilmesi zorunluluğunu önceleri açık bir zulüm olarak görüp direnmeye kalkmış, fakat yönetimin kararlılığı karşısında duruma razı olup, nikotin İhtiyaçlarımızı, yağmur, kar demeden kapı önünde giderir olmuştuk.

Sigara içenlerin arasından tanıdıklarımla selamlaşarak, cam fanus adım verdiğim kapıya yaklaştım. Adımımı atmamla birlikte cam fanusun beni kapıp gazetenin içine fırlatması bir oldu. Çilem bitti mi dersiniz, ne gezer. Şimdi de geçilmesi zorunlu bir kale gibi, güvenlik kapısı dikiliyordu karşımda. Arabamın anahtarını, cep telefonumu görevliye verdikten sonra kapıdan geçi im. Gazeteye her gelişimde yaptığım gibi santraldaki Üç kızı başımla selamlayarak geçiş turnikesine yöneldim. Kimlik kartımı elektronik aygıta uzatıp, kendimden emin bir tavırla turnikeye girdim. O da ne? Çelik demirler geçişime izin vermiyordu. Teknik bir arıza olduğunu düşündüm. Kartı yeniden uzatarak, geçmeyi denedim. Boşuna, çelik çubukların beni geçirmeye hiç niyetleri yoktu. Halime acıyan bir güvenlik memuru yaklaştı. Kartı alıp bir de o denedi. Hayır, elektronik aygıt gerçekten de kartımı okuyamıyorduGüvenlik memuru elinde kartımı evirip çevirirken, bende jeton düştü. Koyulmuştum. Sekip İnce’nin beni görmezden gelmesinin nedeni de buydu. Kovulduğumu o da biliyordu. Büyük olasılıkla patron onlarla bu konuyu konuşmuş, tepki göstermelerini önlemek için onaylarını almıştı. Kovulduğumuza göre demek ki kimse de bizi savunmamıştı. Belki Arif… Yok canım Arif karşı çıksaydı, beni arayıp kovulduğumu da haber verirdi. Anlaşılan o da artık beni savunmaktan yorulmuştu. Yine de ona kızmaktım kendimi alamıyordum. Edeceği altı üstü bir telefondu. Hiç değilse insanların gözü önünde böyle kapıdan dönmek zorunda kalmazdım. Bir an turnikenin üzerinden atlayıp, içeri girmeyi başta Arif olmak Üzere alayına sövüp saymayı, rezalet çıkarmayı düşündüm. Ama bu duygum parladığı gibi çabucak söndü. Onlar buna değmezdi, daha da önemlisi düşündüklerimi yapacak güç yoktu bende. Olan olmuştu. Şimdi pişkin görünme zamanıydı, içimde büyüyen bozgun duygusunu bastırıp, yüzüme rahat bir ifade yerleştirdim. Güvenlik görevlisine teşekkür ederek, elindeki karlımı aldım. Kapıya yönelecekken, duraksadım. Kapıyla aramdaki uzaklık topu topu beş altı metreydi. Kimseye çaktırmadan gitsem, hayır, hayır, böyle kuyruğumu bacaklarımın araşma kıstırıp, kaçar gibi uzaklaşmamalıydım. Nasıl olsa kovulduğumu anlayacaklardı. Onlar anlamasa bile, daha şimdiden kuşkulu gözlerle beni süzmeye başlayan bu genç irisi güvenlik görevlisi olanları ballandıra ballandıra anlatmaktan geri durmayacaktı. Santraldaki kızlara yöneldim. Biri telefonla konuşuyor, öteki not alıyor, diğeri ise mutsuz gözlerle boş boş önüne bakıyordu. Beni görünce boş boş bakması kayboldu, ama mutsuzluğu öyle kolay kolay geçeceğe benzemiyordu.

“Buyurun Adnan Bey” dedi yılgın, adeta cansız bir sesle. “Ne istemiştiniz?”

Teşekkür ederim, hiçbir şey istemiyorum” dedim. Acınacak durumuyla alay edebilen birinin kendine güveni içerisindeydim. Az Önce bana geçit vermeyen turnikeyi işaret ederek ekledim. “Duruma bakılırsa işten ayrılıyorum. Sizlerle vedalaşmak istemiştim.”

Kız yine boş boş bakmaya başlayınca, bütün bu konuşmaları yapmaya kalkıştığım için kendime lanetler yağdırarak, “işten kovuldum” diye açıkladım. “Artık görüşemeyeceğiz. Sizlerle vedalaşmak istedim.”

Kızın boş bakan gözleri şaşkınlıkla büyüyünce rahatladım. Sonunda derdimi anlatabilmiştim.

“Ah, çok üzüldüm” dedi. Sonra dönerek yatımdaki arkadaşlarına kötü haberi verdi. “Duydunuz mu? Adnan Bey gazeteden ayrılıyormuş.”

İki kız da işlerini bırakıp bana baktılar.

“Hadi canım?” diye söylendi telefonla konuşanı, eliyle ahizeyi kapatarak.

“Evet, Kenan Bey’e yaptıklarını Adnan Bey’e de yapmışlar. Turnikenin önünde kalmış.”
Ne kadar ayıp” diye mırıldandı öteki. “Hadi Kenan Bey neyse de siz bu gazetenin direğiydiniz.”

“Zaten hep iyi hısımlar gidiyor” dedi hâlâ eliyle telefonun ahizesini kapatan kız. “Şu gazetede o kadar gereksiz insan varken sizi mi buldular kovacak!”

içten görünüyorlardı, ama benim konuşmayı uzatmaya hiç niyetim yoklu, güvenlik görevlisini de unutmadan hepsine ayrı ayrı teşekkür ederek ayrıldım yanlarından.
Döner kapıdan çıkarken, kızın bahsettiği Kenan’ı düşünüyordum. İkitelli’ye taşındıktan sonra işten çıkarılan ilk üst düzey gazeteciydi. Benim gibi bir sabah işe gelmiş ve içeri girememişti. Ne olup bittiğini anlayıncaya kadar iyice rezil olmuş, sonra da çaresizce evinin yolunu tutmuştu. Kapıdan çıkmadan önce, “Demek ki İkitelli’de insan işten böyle atlııyormuş” diye mırıldandığını söylediler. Gazetecilerin arasında pek sevilmezdi Kenan. Ne yalan söyleyeyim, birçok arkadaş gibi ben de içten içe sevinmiştim onun böyle aşağılanarak işten atılmasına. Kim derdi ki bir gün ben de aynı biçimde işten atılacaktım.
Gerçekten de işten atılmayı hiç beklemiyordum. Evet, son iki yıldır işler çok kötü gidiyordu. Artık gazetecilik yaptığım söylenemezdi. Bana açtıkları köşede haftada bir suyuna tirit yazılar yazıp, durumu idare etmeye çalışıyordum. Ama benim gibi o kadar çok gazeteci vardı ki. Bir dönem başarılı işler yapıp sonra yorulan, sıkılan, bunalıma düşen gazetecileri yönetim başından atmaz, belki vefa borcuyla, belki ileride işe yarar düşüncesiyle elinde tutmaya devam ederdi. Ben de yedekte tutulan gazetecilerden biri olarak gül gibi geçinip gidiyordum. Geçinmek deyince kendi faturaları nidan önce oğlumun son okul taksiti aklıma geldi. Öde* yemezsem Funda’ya yani eski kanma çok ayıp olurdu. Kovulduğumu anladıktan sonra ilk kez panikliyordum. Geçim derdi hiç aklıma gelmemişti. Boşuna suçlamamıştı Funda beni, “Sorumsuz herif” diye… Dur dur hemen karamsarlığa kapılmayalım, işten çıkardıklarına göre bu adamlar tazminatımı da ödemek zorundaydılar. Kenan’ı kovduklarında tazminatını geciktirmeden ödemişlerdi. Altı yıldır bu gazetede çalıştığıma göre alacağım para da hatırı sayılır bir miktar olmalıydı. O parayla oğlanın son taksitini öder, kalanıyla da iş buluncaya kadar idare ederdim artık. Yeniden rahatlamıştım. Önüme çıkan su birikintisinin üzerinden sevinçle atladım. Ama çok geçmeden kapıldığını bu sevincin ne kadar aptalca olduğunu anladım. Elimdeki para bitince ne yapacaktım? İş bulurum, diye mırıldandım, kendimi ikna etmeye çalışarak, ama buna inanmak çok zordu. Bizim camiada, benim artık işe yaramayan bir alkolik olduğum söylentisi çoktan yayılmıştı. Hangi gazete benim gibi birini işe alırdı? Hadi eski günlerin hatırına, dostların yardımıyla işe alındım diyelim, ben bu karmakarışık kafayla, bu yılgın ruh haliyle nasıl çalışırdım? Gazete yönetimine, beni işlen çıkaranlara içimden küfürler yağdırmaya başladım. Sahi bunlar beni niye işten çıkarmışlardı ? Ocak ya da temmuz ayı olsa enflasyonla mücadele gerekçesiyle attıklarını düşünecektim, gazeteler genellikle bu aylarda insanları işten çıkarırdı. Ama nisanın başlarında tensikata gittikleri görülmüş iş değildi. Üstelik benden başka kimseyi çıkardıklarım da sanmıyordum. Son zamanlarda, bırakın yayın yönetmeni, yazı işleri müdürü gibi üst düzey yöneticilerini, gazetenin çaycısıyla bile kavga etmemiştim. Öyle, kimsenin etlisine sütlüsüne karışan yazılar da kaleme almıyordum. O halde neden beni işten çıkarmışlardı?

Arabama gidene kadar bunun nedenini bulamadım. Ön camında kurumaya başlayan yağmur damlalarıyla hüzünlü, ama uysal bir arkadaş gibi beni bekleyen Plymouth’uma binip, geniş göğsünde, geçen hafta Gazeteciler Cemiyeti’nde verilen kokteylin atmayı unuttuğum davetiyesini görünce gerçek kafama dank etti. Kokteylde Cengiz’e, yeni yayın yönetmenimiz Bahri Narman’ı çekiştirmiştim. işten atılmama neden olan buydu. Bizim camiada yayılmasını istediğin bir söylenti mi var, Cengiz’e anlatman yeter. Ne yapar eder, hatta yalnızca bu haberi vermek için insanların ayağına kadar gider, olanları herkesin duymasını sağlardı. Kötülük olsun diye değil, yapısı böyle olduğundan. Anında başkalarına anlatmıştır benim yayın yönetmem hakkında söylediklerimi ve kısa sürede Bahri Narman’ın kulağına ulaşmıştır bu haber. Aslında Cengiz’le konuşurken, bunları anlatabileceğimin farkındaydım, ama içkiden nü, yoksa iki yıldır yan gelip yattığım halde beni işten atmamalarının verdiği rahatlıktan mı, dilime engel olmamıştım. Şanssızlığım biraz da, yayın yönetmenliğine getirilen Bahri Narman’ın kişiliğinden kaynaklanıyordu. Eğer eski yayın yönetmenimiz Mazhar işbaşında olsaydı hakkında konuştuğum için asla beni işten uzaklaştırmayı düşünmez, “geveze pezevenk” diyerek duyduklarına gülüp geçerdi. Fakat Bahri Narman böyle bir davranışı asla affetmezdi. Çünkü o, gazeteyi yönetmekten çok kendini ispat için uğraşıp duruyordu. Özgüveni zayıf olduğu için sert yöntemlere başvurmaktan çekinmiyordu. Ama hakkını da yemeyelim, Bahri Narman günümüz gazete patronlarının tam aradığı adamdı. Uyanıktı, ataktı, iki dil biliyordu daha da önemlisi gazetecilik kadar ticaretten, işletmecilikten de anlıyordu. Son iki yıl içerisinde, yani ben dibi boylarken o, patronunun yeni gözdelerinden biri olmuş, genç yaşta gazetenin yayın yönetmenliğine kadar yükselmeyi başarmıştı. Ama daha alacağı çok yol, öle geçireceği çok kale vardı. Bu yüzden otoritesini sarsacak en ufak bir söylentiyi bile kaldıramazdı. Gazetecileri iyi tanımadığı için de saygınlığını ancak böyle koruyabileceğini sanıyordu. Bir gün hanyayı konyayı anlayacaktı, ama bu arada benim gibi bir düzine ekâbir gazetecinin de ekmeğiyle oynamış olacaktı.

Arabamı çalıştırırken, Bahri Narman hakkında düşünmenin bile beni yorduğunu fark ettim. Bir sigara yaktım. Arabamı hareket ettirmeden Önce son bir kez, gazete binasına baktım. Gözlerim üst katta Bahri Narman’ın odasının penceresine takıldı. Acaba beni izliyor muydu? Oradan kim bilir ne kadar küçük biri olarak görünüyordum. Belki de benim umutsuz adımlarla arabama binmemi, çaresizlik içinde evime dönmemi, kendi büyüklüğünün kanıtı olarak görüyordu. Hadi canım sen de adamın işi gücü yok, gazete için hiçbir önemi kalmamış bir elemanın ayrılışım mı izleyecekti? Aklımdan bunlar geçerken pencerenin önünde bir gölge kıpırdar gibi oldu. Neden izlemesin, diye geçti aklımdan. Bunlar manyaktır. Pencereye daha dikkatli bakmaya başladım. Hayır yanılıyordum, penceredeki kıpırtıların nedeni, beni izleyen Balın Narman değil, yağmur bulutlarının gökyüzünde hızla çoğalmaya başlamasıydı. Güneşin kaybolmasıyla bina rengini yitirip, gökyüzünün koyu kurşunîliğine büründü. Tuhaftır, nefret ettiğimi sandığım bu binaya bakarken, içimde hüzne benzer duyguların uyandığını hissettim, ama aldırmadım, sigaramdan derin bir nefes daha çekip, arabamın gazla usulca dokundum.

"

Kukla kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?