“Umberto Eco”nun ilk romanı olan “Gülün Adı” gibi, bu ikinci romanı “Foucault Sarkacı” da, bildiğimiz roman türlerinden hiçbirine girmiyor. Belki de en uygunu, onu bir “bilim-roman” ya da “Eco-roman” diye nitelendirmek.

“Foucault Sarkacı”, çok-katlı, çok değişik düzlemlerde okunabilecek bir roman. Bu da romana, değişik açılardan yaklaşmamıza olanak veriyor. “Foucault Sarkacı”, kısaca, irrasyonel düşüncenin 500 yıllık tarihinin 500 küsur sayfalık bir serüveni:

Pozitif bilimin yanısıra, uzantıları günümüze dek süregelen, gizli bilimlerin, Ortaçağı da kapsayan çok uzun bir zaman dilimi içinde bilim-büyü kardeşliğinin öyküsü. Okuyucuların, bu çetin, ama keyifli okuma serüveninden nice hazlar derleyecekleri umuduyla.

– Şadan Karadeniz


İçindekiler

“Foucault Sarkacı’nın Türkçe Çevirisine Bir Önsöz Denemesi 11
Öndeyiş 15
Keter 21
Hokmah 45
Binah 79
Hesed 227
Geburah 301
Tiferet 501
Nezah 721
Hod 761
Yesod 815
Malkut 843
Çevirmenin Notu 849
Sözlükçe 851
Notlar 877
Kaynakça 899

Bu yapıtı yalnızca sizler için, öğretinin ve bilgeliğin çocukları için yazdık. Kitabı inceleyin; birçok yerlere dağıtıp topladığımız anlama uygun olarak kavrayın onu; bir yerde gizlediğimizi bir başka yerde açığa vurduk;
bilgeliğinizle anlayabilesiniz diye. (Heinrich Cornelius Agrippa von Nettesheim, De Ucculta Philosophia, 3, 65)

Batıl inanç uğursuzluk getirir. (Raymond Samullyan, MÖ 5000, 1.3.8)


1

Keter

1

Sarkaç’ı o zaman gördüm.

Küre, koro yerinin tonozuna tutturulmuş uzun bir telin ucunda, devingen, eşzamanlı bir görkemle geniş salınımlar çiziyordu.

Dönümü, telin uzunluğunun karekökü ile yeryüzü zihinleri için usdışı da olsa, tanrısal usla, tüm olası dairelerin çemberleriyle çaplarını zorunlu olarak birbirine bağlayan p sayısı arasındaki ilişkinin belirlediğini biliyordum -bu dingin soluğun büyüsü içinde kim olsa sezinlerdi bunu- böylece, kürenin bir kutuptan ötekine salınma süresi, zamandan bağımsız ölçüler arasında gizemli bir elbirliğinin sonucudur: asılma noktasının birliği, soyut bir boyutun ikiliği, p sayısının üçlü niteliği, kökün gizli dörtgeni, dairenin kusursuzluğu arasında.

Asılma noktasının düşeyi üzerinde, tabanda, çekimi kürenin içinde gizli bir silindire ileten manyetik bir düzenin, devinimin sürekliliğini sağladığını da biliyordum: Maddenin direncine karşı koyan, ama Sarkaç Yasasına ters düşmeyen, tersine, bu yasanın kendini ortaya koymasına izin veren bir düzen; çünkü, boşlukta, genleşmeyen, ağırlıktan yoksun bir telin ucuna asılı, havanın direnciyle karşılaşmayacak, asılma noktasıyla da sürtüşmeyecek, ağırlığı olan herhangi bir maddi nokta sonsuza dek düzenli olarak salınırdı.

Bakır küre, üstüne vitraylı pencerelerden giren son güneş ışınları düştüğünden, çevreye yanar döner soluk yansımalar yayıyordu. Kürenin ucu, eskiden olduğu gibi, koro yerinin döşemesi üstüne yayılmış nemli bir kum tabakasına teğet geçseydi, her salınımda yerde hafif bir iz bırakacak, bu iz de her an belli belirsiz yön değiştireceğinden, bir yarık, bir oluk biçiminde gittikçe genişleyecek, bir yıldızbakışım tasarlamamıza olanak verecekti – tıpkı bir mandala taslağı, bir beş köşeli yıldızın görünmez yapısı, bir yıldız, bir gizemli gül gibi. Hayır, daha çok bir çölün enginliğinde sayısız kervanların bıraktığı izlerin masalı. Binlerce yıllık ağır göçlerin öyküsü; Atlantisliler, Mu kıtasından çıkıp, Tasmanya’dan Grönland’a, Oğlak Burcu’ndan Yengeç Burcu’na, Prens Edward Adası’ndan Svalbard’a dek, belki de böyle, inatçı bir biçimde başıboş dolaşmışlardı. Kürenin ucu, çok daraltılmış bir zaman içinde, onların bir buzul çağından ötekine dek yapmış oldukları, belki de Üstat’ların ulaklarının hâlâ yapmakta oldukları şeyi yineliyor, bir kez daha anlatıyordu; belki de Zamoa ile Zemlia arasında aldığı yol boyunca, kürenin ucu, denge durumunda, Agarttha’ya, Dünyanın Merkezi’ne teğet geçiyordu.

Uzakkuzeydeki Avalon’la, Ayers Kayası gizini barındıran güney çölünü tek bir düzlemin birleştirdiğini sezinliyordum.

O anda, 23 Haziran öğleden sonra saat dörtte, Sarkaç, salınım düzleminin bir ucunda hızını azaltıyordu; sonra tembelce merkeze doğru inecek, yolun yarısında hız kazanacak, yazgısını belirten güçlerin gizli dörtgenine kılıç gibi inecekti.

Saatlerin geçmesine karşı koyarak, orada uzun süre kalıp o kuş kafasına, o mızrak ucuna, o baş aşağı edilmiş miğfere, astigmatik çemberinin karşıt noktalarına teğet geçerek, boşlukta kendi köşegenlerini çizerken gözlerimi dikip baksaydım, olmayacak bir yanılgının kurbanı olurdum; çünkü, Sarkaç’ın salınım düzleminin yassılmış bir elips -enleminin sinüsüyle orantılı, değişmeyen bir açısal hızla kendi çevresinde dönen bir elips- çizerek, tam bir dönüş yapıp otuz iki saatte başlangıç noktasına döneceğine inanırdım. Ucu, Süleyman’ın Tapınağı’nın kubbesine tespit edilmiş olsaydı, nasıl dönerdi acaba? Belki Şövalyeler orada da denemişlerdir. Belki de hesap, son anlam, değişmezdi. Belki de Saint-Martin-des-Champs Manastırı’nın kilisesi gerçek Tapınak’tı. Gene de, deney yalnızca Kutup’ta kusursuz olurdu: Asılma noktasının dünyanın dönüş eksininin uzantısı üstünde bulunduğu, Sarkaç’ın görünür dönümünü yirmi dört saatte gerçekleştireceği biricik yerde.

Ama bu, Yasa’dan sapma -Yasa’nın kendisi öngörüyordu bunu- yüce bir kuralın çiğnenişi, mucizeyi daha az olağanüstü kılmıyordu. Dünyanın döndüğünü biliyordum; onunla birlikte benim de, Saint-Martin-des- Champs’ın da, bütün Paris’in de. Hepimiz birlikte Sarkaç’ın altında dönüyorduk, gerçekte kendi düzleminin yönünü hiç değiştirmeyen Sarkaç’ın; çünkü orada, yukarıda asılı olduğu yerden, yukarıya, en uzak gökadalara doğru, telin düşüncedeki sonsuz uzantısı üstünde, Sabit Nokta, sonsuza dek kımıltısız duruyordu.

Dünya dönüyordu, ama telin tutturulduğu yer evrenin biricik sabit noktasıydı.

Böylece, bakışlarım yeryüzünden çok, yukarıya, mutlak kımıltısızlığın gizinin kutlandığı yere yöneliyordu. Sarkaç bana diyordu ki, her şey, yerküre, güneş dizgesi, bulutsular, kara delikler, ilk eonlardan en yapışkan maddeye dek büyük kozmik yayılmadan türeyen her şey dönerken, bir tek nokta, evreni kendi çevresinde dönmeye bırakarak, kımıltısız kalır: bir menteşe, bir cıvata, kusursuz bir kanca gibi. Ben de şimdi bu yüce yaşantıya katılıyordum; her şeyle, hepsiyle birlikte ben de dönüyordum, ama O’nu, Kımıldamayan’ı, Kaya’yı, Güvence’yi görebiliyordum: Nesne olmayan, görmeyen, işitmeyen, duyularla algılanamayan, zaman ya da uzam içinde yer almayan, biçimi, ağırlığı, niceliği ya da niteliği olmayan, ruh, us, imgelem, düşünce, sayı, düzen, ölçü, öz, sonsuzluk olmayan, ne karanlık ne de aydınlık, ne yanılgı ne de gerçek olan apaydınlık sisi görebiliyordum.

Bir konuşmayla silkindim; gözlüklü bir oğlanla -ne yazık- gözlüksüz bir kız arasında, kayıtsızca bir konuşma: “Bu, Foucault Sarkacı,” diyordu oğlan. “İlk deney, 1851’de, bir mahzende yapıldı, sonra Observatoire’da, sonra da Pantheon’un kubbesi altında; altmış yedi metre uzunluğunda bir telle yirmi sekiz kilo ağırlığında bir küre ile. 1855’ten beri de burada, küçültülmüş boyutta, şu kirişin ortasındaki delikten sarkıyor.”

“Peki, ne yapıyor, sallanıp duruyor mu öyle?” “Dünyanın döndüğünü gösteriyor. Ama, asılma noktası sabit kalıyor…”

“Neden sabit kalıyor peki?”

“Çünkü, bir nokta… nasıl söylesem… tam merkez noktası, iyi bak, gördüğün tüm noktaların tam ortasında duran nokta, tamam işte o nokta -geometrik nokta- onu göremezsin, boyutları yoktur; boyutları olmayan bir şeyse ne sağa gidebilir, ne sola, ne aşağıya, ne de yukarıya. Demek ki, dönmez. Anlıyor musun? Noktanın boyutları yoksa, kendi çevresinde bile dönemez. Kendisi bile yoktur…”’

“Ama dünya dönüyor.”

“Dünya döner, ama nokta dönmez. İster hoşlan, ister hoşlanma, böyle bu. Tamam mı?”’

“Bu onun bileceği iş.”’

Zavallıcık. Başının üstünde kozmosun biricik sabit noktası, panta rei’nin1 lanetinden kurtulmuş biricik şey duruyordu da, bunun, kendisinin değil, Sarkaç’ın bileceği şey olduğunu düşünüyordu. Kızla oğlan hemen uzaklaştılar oradan; oğlan, olağanüstü şeylerin olabilirliğine karşı onu körelten bir elkitabıyla eğitilmiş, kızsa, uyuşuk, sonsuzun ürpertisine karşı duyarsız, ikisi de, Bir’le, Ensof’la, Söylenemez’le karşılaşmalarının -ilk ve son karşılaşmalarının- ürkütücü yaşantısını belleklerine kaydetmeksizin. Bu kesinlik sunağının önünde nasıl diz çökmez insan?

Korku ve saygıyla bakıyordum. O anda, Jacopo Belbo’nun haklı olduğuna inandım. Bana Sarkaç’tan söz ederken, heyecanını estetik bir coşkuya yoruyordum; ruhunda yavaş yavaş biçimlenen, oynadığı oyunu, kendisi farkına varmaksızın, adım adım gerçeğe dönüştüren o kanser. Ama, Sarkaç konusunda haklıysa, belki geri kalan her şey de gerçekti; Plan, Evrensel Gizdüzen, benim yaz gündönümünün eşiğinde buraya gelmem de. Jacopo Belbo deli değildi; oyunla, oyun aracılığıyla gerçeği ortaya çıkarmıştı yalnızca.

Çünkü, Numen2 yaşantısı, insanın aklını allak bullak etmeksizin uzun zaman süremez.

O zaman bakışlarımın yönünü değiştirmeye çalıştım; yarım daire biçiminde düzenlenmiş sütunların başlıklarından, tonozun silmeleri boyunca kilittaşına doğru yükselen eğriyi izledim; kemerin gizemini yansıtıyordu eğri; bir yokluğa dayanarak ayakta duran, sütunları, silmeleri yukarı doğru ittiklerine; kilittaşı tarafından itilen silmeleri ise, sütunları yere tespit ettiklerine inandıran yüce statik ikiyüzlülüğün gizemini. Tonoza gelince, hem her şeydi, hem de hiçbir şey; aynı zamanda hem sonuç, hem de neden. Ama tonozdan sarkan Sarkaç’a aldırmaksızın tonoza hayranlık duymanın, kaynaktan içecek yerde, çeşmeden içip sarhoş olmaya benzediğinin ayrımına vardım.

Saint-Martin-des-Champs’ın koro yeri, Yasa’dan ötürü Sarkaç var olabildiği için vardı. Sarkaç da, koro yeri var olduğu için vardı. İnsan bir sonsuzdan başka bir sonsuza doğru kaçarak kurtulamaz, dedim kendi kendime; farklı olana rastlayabilme kuruntusuna kapılarak, özdeş olanın açıklamasından kaçamaz.

Gözlerimi tonozun kilittaşından ayıramadan adım adım geriledim; çünkü, içeri girdiğimden beri, birkaç dakika içinde yolu ezberlemiştim; iki yanımda sıralanan kocaman metal kaplumbağalar, varlıklarını göz ucuyla fark ettirecek denli görkemliydiler. Nef boyunca, giriş kapısına doğru geri geri gittim; aşınmış yelkenbeziyle metal tellerden yapılma o yıldırıcı tarihöncesi kuşlardan, nefin tavanından gizli bir istencin sarkıttığı o kötücül yusufçuklardan ürküntüye kapıldım yeniden. Öğretici bahaneden çok daha anlamlı, anıştırmalı, bilgece eğretilemeler gibi algılıyordum onları. Jura jeolojik zamanından kalma bir sürü böcekle sürüngen, Sarkaç’ın yeryüzünde izini belirttiği uzun göçlerin eğretilemesi, yoldan sapmış Arkontlar, uzun arkeopteriks gagalarıyla, işte karşımda asılı duruyorlardı: Breguet’nin, Bleriot’nun, Esnault’nun uçakları, Dufaux’nun helikopteri.

Gerçekten de, Paris’teki Conservatoire des Arts et Metiers’ye böyle girilir; bir on sekizinci yüzyıl avlusundan geçilip bir zamanlar ilk manastırın bir parçasını oluşturan, şimdiyse daha sonraki yapılar bütününün içinde yer alan eski manastır kilisesine ayak basılır. İçeri girer girmez de, göksel kubbelerin yüce evreniyle, madensel yağ yutucuların yeraltı dünyasını bir araya getiren bu gizdüzenden gözleri kamaşır insanın.

Yerde bir dizi motorlu taşıt, bisikletler, buharlı arabalar, otomobiller sıralanıyor, tavandan öncülerin uçakları sarkıyor; kimileri zamanla soyulup dökülmüş, aşınmış olsalar da, bütünlüklerini koruyorlar; hepsi bir arada, doğal ışıkla elektrik ışığı karışımı belirsiz bir ışıkta, bir pas katmanıyla, eski bir kemanın verniğiyle kaplanmış gibi görünüyorlar; kimilerinden artakalan yalnızca iskeletler, şasiler, kopuk devim kolları, insanı anlatılmaz işkencelerle tehdit eden manivelalar. Bir şeyin devinime geçip itiraf ettirinceye dek, insanın etlerini didik didik edeceği o işkence yataklarına zincirlenmiş gibi görüyorsun kendini.

Bu dizi dizi -bir zamanlar devingen, şimdi artık devingen olmayan- ruhları paslanmış eski makinelerin -onları ziyaretçilerin saygısına sunan teknolojik bir gururun saltık belirtilerinin- ötesinde, solda Özgürlük Yontusu’nun, Bartholdi’nin başka bir dünya için tasarlamış olduğu yontunun küçültülmüş modeli, sağda ise bir Pascal yontusunun gözcülük ettiği koro yeri var. Burada, çılgın bir böcekbilimcinin karabasanı -kıskaçlar, çeneler, duyargalar, boğumlar, kanatlar, pençeler- tümü birden her an yeniden işlemeye başlayabilecek bir mekanik cesetler mezarlığı -manyetolar, tek evreli transformatörler, türbinler, değiştirgeçler, buharlı makineler, dinamolar- Sarkaç’ın salmımlarmı çevreliyor. Dipte, Sarkaç’ın ötesinde, koridorda, Asur, Kalde, Kartaca putları, bir zamanlar karınları ateşten kıpkırmızı Baal’ler,3 yürekleri çivilerle dolu Nürnberg bakireleri; bir zamanların uçak motorları, şimdi Sarkaç’ın çevresinde saygıyla eğilerek, anlatılmaz bir ayla oluşturan imgeler; Us’un ve Aydınlanma’nın çocukları, Gelenek’in ve Bilgelik’in simgesine sonsuza dek bekçilik etmeye hüküm giymiş gibi.

Gişede dokuz franklarını ödeyerek, pazar günleri ise bedava içeri giren canları sıkılmış turistler, bu on dokuzuncu yüzyıl Üstatlarının -sakalları nikotinden sararmış, yakaları buruşuk, yağlı, siyah papyon kravatlı, redingotları pis pis enfiye kokan, parmakları asitten kararmış, zihinleri akademik kıskançlıklarla buruklaşmış, birbirlerine karşılıklı olarak cher maître diyen bu gülünç hortlakların- bu nesneleri bu tonozların altına, erdemli bir sergileme isteğiyle, içeri girmek için para ödeyen burjuvalarla köktencileri eğitip eğlendirmek, büyük sanayi ve teknoloji atılımlarını kutlamak için koymuş olduklarını düşünebilirler mi? Hayır hayır, Saint-Martin-des-Champs, önce manastır, sonra da devrim müzesi olarak tasarlanmıştı; o alabildiğine gizemli bilgi derlemesi, o uçaklar, o kendi kendine devinen makineler, o elektromanyetik iskeletler, henüz sözcüklerini yakalayamadığım bir diyalog sürdürmek için duruyorlardı orada.

Kataloğun ikiyüzlülükle söylediklerine, bu güzel girişimin, Gelenek’in Üstatları tarafından, tüm sanatlarla mesleklerin bu tapınağına yığınların girebilmelerini sağlamak için tasarlanmış olduğuna inanmalı mıydım? Tasarıyı betimlemek için kullanılan sözcüklerin, Francis Bacon’ın, New Atlantis’te, Süleyman’ın Tapınağı’nı betimlerken kullandığı sözcüklerin aynı oldukları böylesine açıkken.

Gerçeği yalnızca biz -ben, Jacopo Belbo ve Diotallevi- sezinlemiş olabilir miyiz? O gece belki de yanıtı öğrenebilecektim. Kapanış saatinden sonra müzede kalmanın bir yolunu bulmalı, beklemeliydim.

Onlar’ın nereden içeri girebileceklerini bilmiyordum; Paris’in lağım ağı boyunca bir yolun, müzenin bir noktasını, kentin, belki de Porte-St-Denis yakınlarındaki bir noktasına bağladığından kuşkulanıyordum. Ama kesinlikle biliyordum ki, dışarı çıkacak olursam bir daha aynı yoldan içeri giremeyecektim. Öyleyse içeride bir yerde saklanmalıydım.

Bulunduğum yerin büyüsünden sıyrılmaya, nefe soğuk gözlerle bakmaya çalıştım. İstediğim bir açıklama değildi şimdi; bir bilgiydi. Öteki salonlarda bekçilerin gözünden kaçabileceğim bir yer bulmanın güç olduğunu düşündüm (müzeyi kapatırken, salonlarda dolaşmak, bir yerde bir hırsızın saklanmamasına dikkat etmek onların meslekleri gereğidir), ama bir yolcu gibi gecelemek için buradan, taşıtlarla dolu bir neften daha iyi bir yer olabilir mi? Diri diri bir ölü taşıtın içinde saklanmak. Gereğinden çok oyun oynamıştık; buna da girişebilirdim pekâlâ.

Hadi, cesaret, dedim kendi kendime, artık Bilgelik’i düşünme, Bilim’den medet um.

(…)

Kitaptan tadımlık bir bölümü okumak için aşağıdaki PDF bağlantısına tıklayın.

PDF indir
"

Foucault Sarkacı kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Foucault Sarkacı (1988)

Foucault Sarkacı

❤ Popüler Roman
Yazar: Umberto Eco  
İlk Basım: 1988
Yayınevi: Can Yayınları  

Yayıncı ‏ : ‎ Can Yayınları; 34. basım (1 Ocak 1992) Dil ‏ : ‎ Türkçe Kağıt Kapak ‏ : ‎ 904 sayfa ISBN-10 ‏ : ‎ 9750732774 ISBN-13 ‏ : ‎ 978-9750732775 Boyutlar ‏ : ‎ 1 x 12.5 x 19.5 cm