Düşüncesi kanayan bir yazardır Camus. Umutsuzluğun yazarı olarak anılırsa da, gerçekte o, umutsuzluğu aşmayı denemiş bir yazardır. Yazarlık uğraşı boyunca insanoğlunun var oluş gizini irdelemiş, kendi yazgısına egemen olan özgürlüğünü savunmuştur. Ona göre, insandan başka, anlamı yoktur dünyanın. Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol’un özenle seçerek yetkin bir Türkçeyle çevirdikleri Denemeler’de, Camus’nün çağdaş bilinç, özgürlük, demokrasi, politika, yurtseverlik, ahlak, sanat vb. konulardaki düşüncelerini bulacaksınız.


Denemeler

İLLE DE YAŞAMA

Albert Camus ille de yaşayacağım demişti. On sekiz yıl önce, ortaya çıktı ve dedi ki insan da, yaşam da saçmadır, boşunadır, rastgeledir, sağlam hiçbir şey yoktur, ama yine de yaşamak gerektir. Bu, insanın insanlığı kabul etmesi ve ne kadar sınırlı olursa olsun, insan yazgısını sevmesi demekti; insan az bir şey, ama yine de çok şeydir, demek istiyordu. Camus’nün düşüncesi ve insanların tarihi, insanın küçüklüğü ve büyüklüğü demektir.

Albert Camus insanın yazgısını teraziye koydu ve umutsuzluğun yazan oldu; aynı zamanda, yalnız o, mutluluğu bir büyü ve bir yiğitlik olarak ele aldı. Yaşama boş dediği içindir ki, onu elle tutulur, zengin ve yüce yapabildi. İnsanın ölmek zorunda olması, onca fızikötesi bir rezaletti -bunu da Caligula rolünde Gerard Philipe’e söyletti.

Bu rezaletten, bu ayaklanmadan, bu küfürden çıkardığı sonuçlar, dünya sevgisi, yiğitlik, cömertlik ve insan sıcaklığı oldu.

Kendisinin. Caligula’nın Malentendu’nün (Anlaşmazlık) ve Sisyphos Söylencesi’nin ilk sözlerinin, umutsuzluk sözleri olması, yaşamın, uyanık insanın sürdürdüğü yasamın umutsuzluğa karşı, daha doğrusu umutsuzluk önünde kendisini ortaya koyması gerektiği içindir.

1942 ve 1944 yılları arasında “saçma”nın yazarı olarak ün kazanmaya başlayan bu gergin delikanlıda her şey sertlik ve başkaldırma gibi görünüyordu. Ama, yine de bütün o kırıcı ve çarpıntılı yazılarında bir gök, deniz ve insan sevgisi ışıl ısıldı. Suçun ve yazgı saçmalıklarının kurduğu bir kapana kısılmış dört kişi (Anlaşmazlık), bir serseriyle niçin ve neden bilmeksizin tanışan, cebine bir tabanca koyan, bir adamı öldürüp ölüme hüküm giyen bir küçük memur (Yabancı), başlangıç noktası kendini öldürme olan bir felsefe denemesi (Sisyphos Söylencesi)… İşte, yaşama isteği ve insan olma ataklığı içinde kurduğu masallar ve düşünceler!

Buna, bir aykırılık değil, tutkulu bir yüreğin dikmeliği demeli. İnsan alışkanlıkla değil, yaşamayı seçtiği için yaşar. Onun için, insan ne yaptığını bilerek, talihin bütün kötülüklerini karşısına alarak, boşuna düşlere kapılmayı teperek seçmeli. İnsanın yaşamı tam anlamıyla seçmesi demek, yaşamın saçma, dünyanın haksız, Tanrının sağır olabileceğini düşünmüş olması demektir. İnsan her şeyi yitirmeli ki, her şeyi alabilsin. Camus, yaşamın anlamı üzerinde Descartes’ın dünyanın varlığı üzerine yürüttüğü düşünce ile, önce yaşamın hiçbir anlamı olmadığım kabul ediyor. İşte, o zaman seçiyor ve yaşamdan yana oluyor… Stoik bir filozof… ama vahlanmayan ve böbürlenmeyen bir filozof.

Bu kadar genci az görülen bir stoacı, duygulu, duyulu, cömert bir stoacı. Ama insan yaşamın sınırlarını, sertliğini, haksızlığını kabul ettikten sonra, yiğitlik ve sevgi ile yaşamaya karar verince, dünyanın renkli, insanların sıcaklığı ortaya çıkar, bir perhizden sonra varılan tatlar gibi tazelenip artar. Camus doğanın amansız ama yine de içli güzelliğini derinden duyuyordu. Onun için evren artık bir yardımcı, bir öğretici olmaktan çıkmış, bir dost olmuştu:

Gecenin kokuları, toprak ve tuz kokuları şakaklarımı serinletiyordu… işaretler ve yıldızlarla yüklü olan bu gecede kendimi ilk kez olarak, dünyanın tatlı kayıtsızlığına açıyordum. Dünyayı kendime böylesine eş, böylesine kardeş bulunca, anladım ki, eskiden mutluluğa ermişim. Hatta hâlâ da mutluydum.

Her şeyi ortaya koyan bir insana, garip, tutkulu bir rahatlık gelir. Mutluluk, dünyayı, ondan hiçbir şey beklemeden sevmektir. Yansız, yakıcı güneşin altında, insanı, denizi ve toprağı kucaklamak. Camus bunda, eski Antigone’nin, kendisi kadar sert, kendisi kadar titiz olan Antigone’nin dokunaklı sesini buluyordu. O Antigone ki, sadece yaşamak diyecek yerde, “Güneşin ışığını görmek” diyordu, insanın daha insanca kaygılara düştüğü bir zamanda Camus, bize dünyayı daha kardeşçe yaptı ve

Vigny’ye pek yaklaşarak, geri kalan bütün duyarlığımızı insan sevgisine açtı.

Doğrular’da anarşistler, Veba’da o kadar sadelikle kahraman olan hekimler umutsuzluk içinde dünyayı haksız görürken bile ona karşı insanın insana, insanın haksız yazgısına olan dostluğundaki sıcaklığı koyuyorlar. Bir sevgi, tabii, gösterişsiz bir insan sevgisi, ama ne kadar derin, ne kadar alçak gönüllü, yine de ne kadar kendine güvenli: İnsanın her zaman isteyebileceği, ancak, zaman zaman bulacağı bir şey varsa, o da insan sevgisidir. Mızmızlığa kaçmayan bir sevgi, büyük sorunlarda ve günün olayları içinde kendi vicdanıyla çekişen insanın etkin sevgisi.

Hiç de genç vaiz kılığına girmeden, kürsülere çıkmadan, öğüt vermeden, birkaç yıl içinde, bir vicdan olmuştu.

R. M. Alberes

İSVEÇ SÖYLEVİ

Ben kendi hesabıma sanatım olmadan yaşayamam. Ama, bu sanatı her şeyin üstüne koymuş da değilim. Tersine, onsuz edemeyişim, onun beni herkesle bir etmesi ve olduğumdan başka türlü olmaksızın herkesle bir düzeyde yaşatmasıdır. Sanat, benim için tek basma tadı çıkarılan bir şey değildir. Sanat bence, en büyük sayıda insanı, ortak acılar ve sevinçlerle coşturacak görüntüleri, biçimleri bulmaktır. Demek ki sanat, sanatçıyı insanlardan ayrılmamaya zorlar; onu, en gündelik ve en evrensel gerçeğe bağlar. Ve çok kez, kendilerini başkalarından ayrı gördükleri için, sanatı seçenler kısa bir zaman sonra anlarlar ki, sanatlarını ve başkalıklarım ancak herkesle benzerliklerini ortaya koyarak gösterebilirler. Sanatçı, kendini bu başkalarına gidip gelme ile yoğurur. Vazgeçemediği güzellik ve kopamadığı topluluk arasındadır. Onun için gerçek sanatçılar hiçbir şeyi küçük görmezler; yargılamaya değil, anlamaya çalışırlar. Ve dünyada tutacakları bir yer varsa, o da, Nietzsche’nin çok güzel söylediği gibi, yargıcın değil, işçi olsun aydın olsun, yaratıcının başa geçeceği bir dünya olacaktır.

Buna inandık mı, yazarın rolü, ister istemez, güçleşiyor. Sanatçı, tanımı gereği, bugün tarihi yapanların buyruğuna giremez. Tersine, ona katılanların buyruğundadır. Yoksa, tek başına ve sanatının uzağında kalır. Zorbalık milyonlarca adamı ile birlikte onu yalnızlığından ayıramaz, onlara ayak uydurmaya kalkışsa bile, hatta, asıl o zaman. Ama, dünyanın öbür ucunda hapse girmiş ve hor görülmüş, bilmediğimiz bir insanın çıkmayan sesi, yazarı, yalnızlığından kurtarmaya yeter, hiç değilse, özgürlüğün sağladığı olanaklar içinde, o çıkmayan sesi unutmamayı ve onu sanat yoluyla duyurmayı başardıkça.

Hiçbirimiz böylesine büyük bir işin adamı değiliz. İster bütün ömrünce ünsüz ya da bir zaman için ünlü olsun, ister zorbaların zincirlerine vurulsun, ister bir süre dileğini özgürce söylesin, yazar kendini haklı ve canlı bir topluluk içinde duyabilir; bu da, yazarın, elinden geldiğince, sanatının bü-yüklüğünü yapan şu iki görevi yüklenmesiyle olur. Gerçeği ve özgürlüğü. Sanatçının işi en büyük sayıda insanı toplamak olduğu için, yalanla ve kölelikle uzlaşamaz, çünkü, yalan da kölelik de, bulundukları yerde yalnızlıkları çoğaltırlar. Tek tek olarak sakatlıklarımız ne olursa olsun, soylu yazarlık sanatı, korunması güç olan şu iki ödeve bağlı kalacaktır. Bile bile yalan söylememek ve insanın insanı ezmesine karşı koymak.

BİLMECE

Göğün tepesinden düşen güneş dalgaları, çevremizdeki kırda sıçrayıp duruyor kırasıya. 3u patırtı karşısında susuyor her şey. Karşıda Luberon Dağı soluk almadan dinlediğim bir donmuş sessizlik yığını sanki. Kulak kabartıyorum : Uzaktan gelenler var bana doğru; gözle göremediğim dostlar çağırıyor beni; sevincim büyüyor, eskisi gibi. İşte, yeni bir mutlu bilmece her şeyin gizini açıyor bana.

Dünyanın saçmalığı nerede? Bu parıltıda mı, yoksa onun yokluğunu düşünmemde mi? Kafamdaki bunca güneşlere karşın, neden saçmadan (1), karanlıktan yana gittim? Çevremde herkes şaşıyor

(1) Bu sözcüğü absürde karşılığı kullanıyoruz. Absürde, akla sığmayan, mantığa aykırı anlamına gelir ve batı dillerinde bir felsefe terimi olarak kullanılır. Matematikte bir düşünce yöntemi olarak da kullanılır. Camus çevirilerini okurken, saçma sözünü abuk sabuk, deli saçması anlamından çok, yukarıki anlamıyla düşünmeli. Latince, sağır demek olan surdus sözcüğünden kurulan bu söz, ilkin uyumsuz anlamına geliyordu, buna; ben de şaşıyorum bazen. Şöyle diyebilirim onlara ve kendime : Güneşin kendisi götürdü beni karanlığa; öylesine kalındı ki aydınlığı, evreni bütün biçimleriyle pıhtılaştırıyor, bir karanlık parıltıya boğuyordu. Ama, bu başka türlü de söylenebilir. İsterdim ki, bu alacakaranlık — ki benim için, her zaman gerçeğin ta kendisidir — karşısında, kendimi rahatça anlatayım. Bu alacakaranlığı, dünyanın bu saçmalığını öylesine biliyorum ki, ondan kabaca konuşulmasına dayanamıyorum. Aslında, alacakaranlıktan konuşmak bizi güneşin ta kendisine götürecektir.

Kimse ne olduğunu söyleyemez. Ama, ne olmadığım söylediği olur. İstiyorlar ki, arayan adam, neyi bulduğunu söylesin. Bin ağızdan ona neyi bulduğunu söylerler. Ama, kendisi, daha bulamadığını bilir. Diyeceksiniz ki, sen ara ve bırak onlar konuşsun. Doğru. Ama uzaktan uzağa insanın kendini savunması da gerek. Ben neyi aradığım: biliyorum, onu ürke ürke adlandırıyorum, o değil diyorum, odur diyorum, ileri varıyorum, geriliyorum. Ama, zorluyorlar beni, bulduklarının adını ver, adını ver, kestir at, diyorlar bana. Şahlanıyorum o zaman. Bir şey, adı konduğu anda yitirilmiş değil mi-dir? İşte, hiç olmazsa bunu söyleyebiliyorum.

Bir dostumun dediğine bakılırsa, bir adamın iki kişiliği vardır : Biri kendininki, biri de karısının onda gördüğü. Karısına toplum diyelim, o zaman anlarız bir yazarın bütün bir duyuşa verdiği adın, bir yorumla nasıl ondan ayrıldığım ve yazar bir başka şeyden konuşmak istedikçe yüzüne vu-rulduğunu. Bir şey söylemek, onu yapmak gibidir : “Bu çocuk sizden mi dünyaya geldi?” “Evet”, “öyleyse sizin oğlunuz bu çocuk.” “O kadar kolay değil bu iş!” Nitekim, Nerval, berbat bir gecede iki kez astı kendini; bir kez kendi dertlerine son vermek için, bir de başkalarına para kazandıracak bir söylence yaratmak için. Kimse ne gerçek mutsuzluk üzerine yazı yazabilir, ne de kimi mutluluklar üzerine. Ben de bunu deneyecek değilim. Ama söylenceye gelince, onu anlatabilir insan, ve bir an için olsun, onu söylencelikten çıkardığını sanabilir.

Bir yazar, çokluk, okunmak için yazar. Bunun tersini söyleyenleri alkışlayalım, ama inanmayalım onlara. Bununla birlikte, bizde yazar, gittikçe okunmama onurunu kazanmak için yazıyor. Yazar, bizim çok satılan gazetelerimizde göz alıcı bir yazı konusu olabildi mi, birçok insanca tanınabilir. Ama, bu insanlar onu hiçbir zaman okumayacaklar, adını ve onun üstüne yazılanları bilmekle yetinecekler. O andan sonra bu yazar olduğu gibi değil, aceleci bir gazetecinin onu tanıttığı gibi bilinmiş (daha doğrusu, unutulmuş) olacak. Demek ki, edebiyat dünyasında ad yapmak için artık kitap yazmak gerekli değil. Akşam gazetelerinin ondan bir kitap yazmış gibi söz etmeleri elverir ve kimse de artık bu haberden öteye gitmez.

Kuşkusuz, bu ün büyük küçük, çalınma bir ündür. Ama, ne yapabiliriz? Bundan bir hayır gelmesini beklemekten başka çare yok. Hekimlere göre, kimi hastalıklar hayırlıdır. Çünkü, onlar daha büyük birtakım güçlükleri önlemiş olurlar. Böylece, mutlu kabızlar, insana Hızır gibi yetişen damar hastalıkları vardır. Her yaptığımız işin bir sürü lafa ve çabuk yargılara boğulması Fransız yazarına hiç değilse bir alçak gönüllülük dersi verebilir. O yazar ki, mesleğine gittikçe ölçüsüz bir önem veren bir toplum içinde bu alçak gönüllülüğe son derece gereksinimi vardır. Bildiğimiz birkaç gazetede adını görmek insan için yararlı bir sınav oluyor. Ne mutlu bize ki, her gün bedavadan övülerek şanın şerefin boş şeyler olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Koparılan gürültü ne kadar güçlü olursa, o kadar çabuk sönüyor. Altıncı Alexandre’in bu dünyadaki şanın şerefin bir duman gibi gelip geçtiğini unutmamak için önünde yaktırdığı pamuğun alevi gibi.

Ama acı şakayı bırakalım. Bizim konumuz için şu kadarım söylemek yeter : Sanatçı, ister istemez, dişçi ve berber salonlarında hiç hak etmediğini bildiği bir ünün kendi üstünde bir kimlik bırakacağını bilmek ve bunu hoş görmek zorundadır. Zamanımızda beğenilen bir yazar tanıdım. Adı hovardaya çıkmıştı : Her gece, içkili kadınlı cümbüşlerde, çıplak kadınlar, kirli pasaklı çapkınlar arasında yaşıyormuş. Peki ama, nasıl oluyor da bu adam, kitaplıklar dolusu yapıt vermiş, buna nerden vakit bulmuş, diye düşünmemiş kimse. Aslında bu yazar, daha birçokları gibi, geceleri uyur, gündüzleri de saatlerce masası başında çalışır, karaciğerini korumak için de madensuyu içer. Ama, orta Fransız dinler mi? Kendisi sanki çöl insanları gibi ağzına içki koymaz, sabah akşam yıkanırmış gibi, yazarlarımızdan birinin içki içmeyi, yıkanmamayı öğütlemesine ifrit olur. Buna bol bol örnekler ve-rilebilir. Ben kendim, bir insanın ne kadar ucuza sofuluk ünü kazanabileceğine örnek olabilirim. (Gerçekten ben böyle bir ünün baskısı altındayım, ama dostlarım gülüyor buna. Hiç hak etmediğim ve bile bile katlandığım bu ün yüzümü kızartıyor benim). Değer vermediğiniz bir gazete sahibinin çektiği şölene gitmek onurunu teptiniz mi tamamdır. En basit dürüstlükte, herkes, gizli kapaklı birtakım ruh sakatlıkları bulmaya çalışır. Kimse düşünmez ki, bu gazete sahibinin şölenine gitmemeniz, ona değer vermediğiniz ya da sıkılmaktan korktuğunuz içindir. Az mı sıkıntılıdır Paris’in o ünlü şölenleri!…

Kısacası, katlanmak gerekiyor buna. Ama sırası gelince, insan yanlışı düzeltmeye çalışabilir, diyebilir ki, insan her zaman saçma üstünde durmaz ya, kimse de umutsuz bir edebiyata inanmaz. Saçma kavramı üzerinde bir deneme yazmak ya da yazmış olmak, olağan bir şeydir. Ama insan, hiç de zavallı kızkardeşine saldırmadan da korkunç günahlar üstüne yazabilir, örneğin, ben hiçbir yerde Sophokles’in babasını öldürdüğünü ve annesiyle günaha girdiğini okumadım. Her yazarın, ister istemez, kendini anlattığı ve kitaplarında yalnız kendisi olduğu düşüncesi bize romantizmin bıraktığı çocukça inançlardan biridir. Tam tersine, bir sanatçının ilkin başkalarıyla, yaşadığı çağla ve çevresindeki insanlarla ilgilenmesi hiç de olmayacak bir şey değildir. Hatta, kendini ortaya koyduğu olsa bile, gerçekten ne olduğunu söylemesi binde bir görülecek şeylerdendir. Bir insanın yapıtları, çoğu kez, onun özlediği, heveslendiği şeylerin öyküsüdür. Yapıtınız hiçbir zaman kendi öykünüz değildir, hele yaşamöykümüz olmak savındaki yapıtlarda. Hiçbir insan, hiçbir zaman, kendini olduğu gibi anlatmayı göze alamaz.

Ben, tam tersine, olabildiğim ölçüde nesnel bir yazar olmayı isterdim. Benim nesnel dediğim yazar, konularını hiç kendini hesaba katmadan seçen yazardır. Ama, çağımızın, yazan konusuyla karıştırma tutkusu, bu kadarcık özgürlüğü bile çok görür yazara. Ve işte böylece insan, saçmalığın peygamberi oluverir. Oysa ben, zamanımda, sokaklarda bulduğum bir düşünce üzerinde kafa yormaktan başka ne yaptım ki? Böyle bir düşünceyi beslemedim mi, hâlâ da bir yanımla beslemiyor muyum bütün benim yaşımdakilerle birlikte? Hayır, diyemem buna. Şu var ki, ben konuyu incelemek, mantığına varabilmek için gerektiği kadar uzağında durdum. Daha sonra yazdıklarım bunu yeterince gösterir. Ama, bir kalıp-düşünceyi işlemek, bir incelik üzerinde durmaktan çok daha kolaydır. Benim için kalıp-düşünceyi seçtiler : Ben de saçma oldum kaldım.

Beni ilgilendiren ve bir ara üstünde yazı yazdığım yaşantı içinde saçma, yalnızca bir çıkış noktası sayılabilir. Onu anımsamak, coşkusunu duymak, sonraki davranışlarıma karışmış olsa bile. Ama, neye yarar bunu söylemek? Haddimi aşmayayım ama, Descartes’in yöntem olarak ele aldığı kuşku da onun bir kuşkucu ..olmasını gerektirmez. Ne olursa olsun, her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umudu kesmek gerektiği düşüncesiyle nasıl kalır insan? İşi pek derinleştirmeden şu kadarını olsun söyleyebiliriz : Salt maddecilik diye birşey olamaz, çünkü bu kavramı kurabilmek için dünyada maddeden başka bir şey daha olduğunu kabul etmek gerekir. Her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz. Dünyanın hiçbir anlamı yoktur, demek, her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak olur. Ama, yaşamak ve örneğin, yiyip içmek kendiliğinden bir değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer veriyoruz demektir. Umutsuz bir edebiyat ne demek olabilir? Umutsuzluk susar. Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa, bir anlam taşır. Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur. Umutsuzluk konuştu mu, düşündü mü, hele yazdı mı, hemen bir kardeş el uzanır sana, ağaç anlam kazanır, sevgi doğar. Umutsuz edebiyat sözü birbirini tutmayan iki sözdür. Çünkü, edebiyat olan her yerde umut vardır.

Elbette bir çeşit iyimserlik var ki, ben onda yokum. Bütün benim yaşımdakiler gibi ben de, Birinci Dünya Savaşının trampet sesleri arasında büyüdüm. O gün bugündür de bizim tarihimiz hep kanla, haksızlıkla, zorbalıkla dolu. Ama, bugün insanlar kötümserlik dedikleri bunca canavarlıkları ve aşağılıkları büyütmekle kalıyorlar. Ben kendi hesabıma insanlığın yüzkarasıyla savaşmaktan hiç geri kalmadım, katı yürekli insanlardan tiksindiğim kadar hiçbir şeyden tiksinmedim. Şu var ki, en koyu umutsuzluğumuz içinde, bu umutsuzluğu (bu yadsımacılığı) aşmanın yollarını aradım. Bunu da iyiliğimden, herkesten daha üstün ruhlu olduğumdan yapmış değilim. Ama, ben doğuştan içimde taşıdığım bir sezgi ışığına bağlıyım. Bu sezgi ile insanlar binlerce yıldır yaşamı en büyük acılar içinde bile sevmesini bilmişlerdir. Aiskhylos umutsuzdur çok kez, ama yine de ışık saçar dört bir yana, ısıtır insanı. Onun dünyasının ortasında bulduğumuz cılız bir anlamsızlık, saçmalık değil, bir bilmecedir. Yani, insanın gözünü kamaştırdığı için pek çözemediği bir bilmece. Bunun gibi, eski Yunana layık olmayan ama, ona canla başla bağlı kalan bir sürü insan olduğu gibi, tarihimizin yakıcılığı da bize acı gelebilir. Ama, yine de bu tarihi tutuyorlar, çünkü onu anlamak istiyorlar.

Kara da olsa, yapıtımızın göbeğinde tükenmez bir güneş parıldıyor ki, o da bugün ovada, tepelerde bağıran güneştir.

Bu böyle olduktan sonra sinsi pamuk ateşi yanabilir; bizi şöyle görüyorlarmış, böyle görüyorlarmış, layık olmadığımız rütbeleri alıyormuşuz, ne çıkar bundan? Biz neysek, ne olacaksak, bu, yaşamımızı, çabamızı doldurmaya yeter. Paris görülmedik bir mağaradır, içinde yaşayanlar, dipteki kayada kımıldanan kendi gölgelerini gerçeğin ta kendisi sanıyorlar. Bu kentin insana kazandırdığı garip ve uçucu ünler de böyle bir şeydir. Ama, biz Paris’ten uzakta öğrendik sırtımızda bir başka aydınlık olduğunu, onunla yüz yüze gelmek için zincirlerimizi koparıp arkaya dönmemiz gerektiğini, ölmezden önce ödevimizin her sözümüzde onu dile getirmek olduğunu. Her sanatçı kuşkusuz kendi doğrusunun peşindedir. Büyük bir sanatçı ise, her yapıt onu bu doğrudan yana yaklaştırır ya da, hiç değilse, o kaynağa doğru çeker. O kaynak ki, günün birinde her şeyin içine dökülüp yanacağı uzak güneştir. Eğer şöyle böyle bir sanatçıysa, her yapıtı onu güneşten uzaklaştırır ve o zaman kaynak her yandadır, aydınlık dört bir yana dağılır, eriyip gider. Sanatçıyı inatçı araştırmasında yalnız onu sevenler destekler, bir de, sevdikleri ya da kendilerini yarattıkları için, kendi tutkularında her tutkunun ölçüsünü bulan ve giderek yargılamasını bilen insanlar.

Evet, nedir bütün bu gürültü… sessizce sevmek ve yaratmak varken! Ama beklemesini bilmeli. Ha biraz daha, güneş nerdeyse tıkayacak ağzımızı.

L’ETE’den, 1950

HELENA’NIN SÜRGÜNLÜĞÜ

Akdeniz’in tragedyası güneşe bağlı, Kuzeyinki gibi sislere değil. Kimi akşamlar, denizin üstünde, dağların eteğinde, gece, küçük bir koyun pürüzsüz kıvrımı üzerine iner ve o zaman sessiz sulardan acı bir olgunluk yükselir. İnsan buralarda anlayabilir ki, Yunanlıların tanıdıkları umutsuzluk, hep güzellik içinden, güzelliğin insanı ezen yanından varılmış bir umutsuzluktur. Bunaltıcı altın sarısı içinden, tragedya yükselir. Bizim çağımızsa, tam tersine, umutsuzluğu, çirkinlikler, kıvrantılar içinde besledi. İşte, onun için, Avrupa korkunç olabilirdi; bereket versin acı, hiçbir zaman çirkin olmuyor.

Bizler güzelliği sürgün ettik. Yunanlılar onun uğrunda silaha sarıldılar. İlk ayrılık burada. Ama, kökleri derin bu ayrılığın. Yunan düşüncesi belli sınırlar içine sarmıştır kendini. Hiçbir şeyi aşırılığa götürmedi, ne kutsalı, ne aklı. Çünkü, hiçbir şeyi yadsımadı, ne kutsalı, ne aklı. Gölge ile ışığı den- geleştirerek, her şeyin hakkını verdi ayrı ayrı. Bizim Avrupa’mız ise, tam tersine, ölçüsüzlüğün kızıdır. Güzeli yadsır, sonuna kadar götürmediği her şeyi yadsıdığı gibi. Yunandan başka türlü olmakla birlikte, göklere çıkardığı tek şey var : Akim gelecekteki gücü. Çılgınlığı içinde, sonsuz sınırları gerilere atıyor ve atar atmaz da, karanlık Erinys’ler üzerine atılıyor, bağrını delik deşik ediyorlar, öç Tanrıçası değil, ölçü Tanrıçası olan Nemesis, göz kulak, bekliyor. Kimse ölçüyü aşmaya görsün, Tanrıçanın vereceği ceza amansızdır.

Yüzyıllar boyunca doğrunun ne olduğunu aramış olan Yunanlılar, bizim doğruluk düşüncesinden bir şey anlamayabilirler. Hak, onlara göre, sınırlıydı. Avrupa ise, toptan bir doğruluk peşinde çırpmıyor. Yunan düşüncesinin sabahında Herakleitos doğruluğun fizik dünyayı bile sınırlandırdığını düşünüyordu : “Güneş sınırlarını aşamaz, yoksa doğruluğun bekçileri Erinys’ler bulurlar şuurları.” Gönlümüzce güneşler parlatıyoruz gökyüzünde. Ama, sınırlar yerli yerinde duruyor, biz de bunu biliyoruz. En aşırı çılgınlıklarımız içinde, arkada bıraktığımız ve yanılgılarımızın sonunda yeniden bulacağımızı safça umduğumuz bir denge düşünüyoruz. Çocukça bir görüş bu. işte, bu yüzden, bugün tarihimizi, çılgınlıklarımızla beslenen çocuk uluslar yürütüyor.

Yine Herakleitos’un olduğu sanılan bir parçada şöyle deniyor : “Kendini beğenme ilerlemeyi geri çeker.” Ephesoslu filozoftan yüzyıl sonra, Sok-rates’in, onu öldürmek isteyenler karşısında, kendinde bulduğu üstünlük şuydu : Bilmediğini biliyorum sanmıyordu. Bu yüzyılların bu en beğenilen örnek yaşamı ve düşüncesi, böylece, meydan okuyan bir bilgisizlik itirafı ile sona eriyordu. Bunu unutmakla biz ülkümüzü de unuttuk; büyüklük sayılan güce, önce İskender’e, sonra Roma fatihlerine önem vererek. Ders kitaplarımızı yazanlar eşsiz bir ruh düşkünlüğü ile hâlâ bize bu adamlara hayran olmayı öğretirler. Biz de fetihler yaptık, sınırları değiştirdik, yeri göğü avcumuzun içine aldık. Aklımız boşalttı dört bir yanı. Sonunda, saltanatımızı kendi başımıza bir çöl üstünde bitiriyoruz.

Nerede o doğanın tarih, güzellik ve iyilik ile baş başa geldiği, kanlı tragedyaya bile sayıların müziğini getiren o üstün denge? Bunu düşünmüyoruz bile. Sırtımıza doğaya çevirmiş, güzellikten utanıyoruz. Zavallı tragedyalarımız bir büro kokusu içinde sürünüyor. Akıttıkları kanlar mürekkep pıhtıları renginde.

İşte, bu yüzden, bugün kendimizi eski Yunanın evlatları saymak ayıptır. Ya da biz onu yadsımış evlatlarız. Tarihi Allanın tahtına oturtup, din devletine doğru yol alıyoruz. Tıpkı Yunanlıların barbar dedikleri ve Salamis sularında ölesiye dövüştükleri kimseler gibi. Aradaki ayrılığı görmek için, filozofların içinde Platon’un gerçek rakibi olana başvurmalı : “Yalnız bugünkü kent, demeye kalkıyor Hegel, düşüncenin alanı olabilir, yalnız orda düşünce kendi kendini bulabilir.” Demek ki büyük kentler döneminde yaşıyoruz. Dünya, kendisini sürdüren gövdesinden ayrıldı, besbelli : Doğa, deniz, dağ tepe, akşamların getirdiği derin düşünceler. Sokaklardan başka yerde bilinç yoktur, çünkü tarih yalnız sokaklardadır. Ferman böyle. Bu yüzden de, bellibaşlı yapıtlarımız sokaktan yanadır. Dostoyevski’den bu yana, büyük Avrupa edebiyatında doğa görünümleri görünmez oldu. Tarih, artık ne kendinden önce var-olan doğayı anlıyor, ne onun üstündeki güzelliği, ne de kendinden üstün olan güzelliği. Onları yok saymak istiyor demek. Platon’da her şey vardı : Akıl, akılötesi ve söylence. Bizim filozoflardaysa yalnız akıl ya da akılötesi var. Onun dışında her şeye gözlerini kapamışlar. Deliklerine kapanmış düşünüyorlar, köstebekler gibi.

Dünya sahnesinin yerine ruh tragedyasını koymaya başlayan Hıristiyanlık oldu. Ama o, hiç değilse ruhsal bir doğaya inanıyordu ve onunla ayakta durabiliyordu. Allah ölünce, geriye yalnız tarih ve insan gücü kaldı. Çoktandır filozoflar insan doğası yerine durumu, eski uyumun yerine rastlantının düzensiz atılışını ve akim amansız işleyişini koymaya uğraşıyorlar. Eski Yunanlılar istenci (irade) akılla sınırlandırırken, biz onu aklın eline verdik. Bu yüzden akıl da elini kana boyadı. Yunanlılar için değerler, her türlü eylemden önce vardı ve onu sınırlandırıyordu. Yeni felsefe ise, değerleri eylemden sonraya koyuyor. Olan değil, oluşan değerler var ve biz onları bütünlüğü ile ancak tarih sona erince bileceğiz. Bu değerlerde sınır diye bir şey kalmıyor, gelecek üzerinde de görüşler değiştiği ve değerlerin frenlemediği bir savaş da alabildiğine genişleyeceği için bugünün gelecek inanışları birbiriyle çatışıyor, bağrışmaları imparatorlukların vuruşma gürültüsünde kaynayıp gidiyor, ölçüsüzlük Herakleitos’a göre, bir yangındır. Yangın dört bir yanı sarıyor; Nietzsche çoktan aşıldı. Avrupa artık çiçeklerle değil, toplarla felsefe yapıyor.

Ama doğa hep duruyor karşımızda ve insanların çılgınlığı üzerine kendi sessiz göklerini ve kendi mantığını geriyor, atomun günün birinde ateş alıp aklın utkusu ve insan soyunun tükenmesi ile tarih sona erinceye kadar. Ama, Yunanlılar sınır, hiçbir zaman aşılmaz, demediler. Onlar sınır vardır ve onu aşan belasını bulur, diyorlardı. Bugünün tarihinde onları yalancı çıkaran hiçbir şey göremiyoruz.

Tarihçi görüş ve sanatçı, dünyayı yeni baştan kurmak istiyorlar. Ama sanatçı, yaradılışı gereği sınırlarını bilir, öteki bilmez. Onun için de. tarihçi görüşün sonu zorbalık, sanatçının tutkusu ise özgürlüktür. Bugün özgürlük için savaşanlardan hepsi, eninde sonunda güzellik için savaşıyorlar. Elbette ki güzelliği salt kendisi için savunmalı değildir sorun. Güzellik insansız edemez ve yine zamanımızı ancak onun yıkımlarıyla ilgilenerek yükseltebilir, rahata kavuşturabiliriz. Artık, hiçbir zaman, yalnız kişiler olmayacağız. Ama, insan güzel-liksiz de edemez. Bu da bir gerçek. İşte, bizim çağımızın bilmezlikten geldiği de bu. Çağımız mutlakın ve dünya gücünün peşine düşmüş, dünyayı sonuna dek yaşamadan değiştirmek, onu daha anlamadan düzenlemek istiyor; ne derse desin, kaçıyor bu dünyadan. Odysseus, Kalypso önünde ölmezlik ya da yurt- toprağını seçmek gerektiği zaman duraksamıyor, toprağı seçiyor ve onunla birlikte ölümü. Böylesine sade bir büyüklük bize yabancı bugün. Kimine göre biz alçak gönüllü değiliz. Ama, bu söz iki anlama kaçabilir. Dostoyevski’nin kendilerini öven, yıldızlara yükselen ve ilk rastladıkları genelevde çamura batan soytarıları gibi, bizde de eksik olan insanlık onura yalnızca. Bu ise, sınırlarını bilmek, yazgısını bile bile sevmektir.

Saint-Exupery, ölmeden biraz önce “Çağımdan tiksiniyorum” derken, benim dediklerimden pek uzak şeyler düşünmüyordu. Ama, insanları en güzel yanlarıyla sevmiş bir insandan gelen bu çığlık ne kadar sarsıcı da olsa, biz bunu yine de benimsemeyeceğiz. Bu somurtkan, bu bir deri bir kemik dünyadan kaçmak da inşam sarabilir zaman zaman. Ama, bu çağ bizim çağımızdır, kendi kendimizden tiksinerek de yaşayamayız. Bu derece aşağıya düşmesi, değerlerini aşırılığa götürmesinden olduğu kadar kusurlarının yüceliğindendir de. Biz bu değerlerin en köklüsü için savaşacağız. Hangi değerin? Patrokles’in atları savaşta ölen efendilerine ağlıyor. Her şey bitti. Ama savaş Akhilleus ile yeniden başlıyor ve utkuyla da bitecek, çünkü dostluk öldürüldü : Dostluksa bir değerdir.

Bilgisizliğimizi bildik mi, yobazlığı attık mı, dünyayı ve insanı sınırlandırdık mı, bir sevdik yüzü, kısaca, güzelliği bulduk mu, eski Yunanlılarla bir yerde buluştuk demektir. Bir bakıma, yarınki tarihin yolu sanıldığından çok başkadır. Bu yol yaratışla işkence arasındaki savaştadır. Eli avucu boş olmak, sanatçılara neye mal olursa olsun, savaşı kazanmaları umudu var. Karanlıklar felsefesi, bir kez daha, parıl parıl denizin üstünden silinecek. Ey Güney düşüncesi! Troya Savaşı, savaş alanından başka yerlerde oluyor. Bugün, yine çağdaş sitenin duvarları yıkılıp Helena’nın güzelliği “durgun denizler kadar duru varlığı” teslim edecek.

L’ETE’den, 1948

"

Denemeler kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Denemeler