“Uygarlıkların Batışı”, doğup büyüdüğü Lübnan’ın çokkültürlülüğünden beslenen ve bunun önemini her zaman dile getiren Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikler ve Çivisi Çıkmış Dünya” ile başladığı düşünce serüveninde en karamsar durak. Buzdağını gördüğü halde ilerlemeye devam eden insanlık gemisi için bir taziye.
Her ne kadar hâlâ süper güç olarak anılsa da ahlaki inandırıcılığını kaybetmekte olan Amerika; çağımızın en umut verici projelerinden biri olarak sınırları kaldırmayı amaçlayan, ancak bugün parçalanmanın eşiğine gelmiş Avrupa Birliği; umutsuzluğa kapılmış ve herkesin kendisinden nefret ettiği yanılsaması içinde dünyaya sırt çeviren Arap-Müslüman âlemi; yeni süper güç olma yolunda silahlanma da dahil her alanda büyük adımlarla birbirleriyle yarışan Çin, Hindistan, Rusya…
Ve çağımızın yaşadığı muazzam teknolojik ilerlemenin büyüsü ardına saklanmış iklim felaketleri, etnik düşmanlıklar, kaybolmuş özgürlük hayali ve pusulasını yitirmiş insanlık. (arka kapak tanıtımı)
Önsöz Yerine
Yalnızca olan şeyleri bilir insanlar.
Geleceği tüm ışıkların sahipleri bilir o yalnız ve mutlak olan Tanrılar.
Bilgeler de sezerler olacakları.
Tehlike işareti verirler bazen
derin bir düşünce anında kulak zarları.
Yaklaşan olayların gizli uğultusu ulaşır onlara.
Saygıyla dikkat kesilirler o zaman. Oysa dışarda halklar hiçbir şey duymaz sokakta.
Konstantinos Kavafis (1863-1933)
***
Ölmekte olan bir uygarlığın kucağında sağlıklı bir bebek olarak doğdum ve ömrüm boyunca etrafımda onca şey harap olup giderken övünecek bir şey yapmadan, suçluluk da hissetmeden, hayatta kalma duygusuyla yaşadım; geçtikleri sokaklarda bütün duvarlar yıkılırken yine de sağ salim kurtulan ve sonra, arkada bıraktıkları koca kent bir moloz yığınından ibaret kalmışken, giysilerindeki tozları silkeleyen film kahramanları gibiydim.
İlk soluğumdan itibaren hüzünlü ayrıcalığım bu olmuştu. Ama hiç kuşkusuz, daha öncekilerle karşılaştırıldığında, çağımızın da ayırt edici özelliklerinden biri bu. Eskiden insanlara hiç değişmeyen bir dünyada gelip geçici oldukları duygusu hâkimdi; ailenizin yaşadığı topraklarda yaşar, onların çalıştıkları gibi çalışır, onların tedavi oldukları gibi tedavi olur, onların eğitildikleri gibi eğitilir, aynı şekilde dua eder, aynı ulaşım imkânlarıyla yolculuk ederdiniz. İki dedem, iki ninem ve tüm ataları on iki kuşaktan beri aynı Osmanlı hanedanının egemenliğinde doğmuşlardı, bu hanedanın ezeli ve ebedi olduğuna inanmamaları mümkün müydü?
Aydınlanma çağının Fransız filozofları ülkelerinin toplumsal düzenini ve monarşisini kastederek, “Ölçü güllerin belleğiyse, bir bahçıvanın öldüğü asla görülmemiştir” diye iç geçiriyorlardı. Bugün biz düşünen güllerin ömrü giderek uzuyor ve bahçıvanlar ölüyorlar. Bir yaşamlık süre ülkelerin, imparatorlukların, halkların, dillerin, uygarlıkların yok olduklarını görmeye yetiyor.
İnsanlık gözlerimizin önünde başkalaşıyor. Serüveni hiç bu kadar vaatkâr ve hiç bu kadar tehlikeli olmamıştı. Tarihçi açısından, dünya büyüleyici bir manzara sunuyor. Tabii yakınlarının sıkıntılarına ve kendi kaygılarına alışabilmek koşuluyla…
Ben Levant (Doğu Akdeniz) dünyasında doğdum. Ama söz konusu dünya günümüzde öyle unutuldu ki çağdaşlarımın çoğu bunun neyi ifade ettiğini herhalde bilmiyorlardır.
Gerçi bu ismi taşıyan hiçbir ulus olmadı. Bazı kitaplarda Levant’tan söz edildiğinde, tarihi belirsiz, coğrafyası ise değişken kalıyor – İskenderiye’den Beyrut, Trablusşam, Halep veya İzmir’e ve Bağdat’tan Musul, İstanbul, Selanik, Odessa veya Saraybosna’ya kadar uzanan, hepsi değil ama çoğu kıyıda yer alan bir ticari kentler kümesi.
Zaman aşımına uğramış bu sözcük, benim kullandığım haliyle, Akdeniz Doğusu’nun kadim kültürlerinin Batı’nın daha genç kültürleriyle tanıştıkları yerlerin bütününü ifade ediyor. Bu yakınlaşmadan az daha tüm insanlar için farklı bir gelecek doğacaktı.
Sonuç alınamamış bu buluşmayı ileride daha uzun ele alacağım ama düşüncemi açıkça belirtebilmek için şimdiden bu konuda bir çift söz söylemeliyim: Eğer farklı ulusların ve tektanrıcı dinlerin mensupları dünyanın bu bölgesinde birlikte yaşamaya devam etseler ve yazgılarını uzlaştırmayı başarsalardı, tüm insanlık ahenk içinde bir arada yaşama ve refah konusunda ilham alabileceği, yolunu aydınlatacak anlamlı bir model bulmuş olacaktı. Ne yazık ki bunun tam tersi cereyan etti, nefret ağır bastı, birlikte yaşama konusundaki yetersizlik kural haline geldi.
Doğu Akdeniz’in ışıkları söndü. Sonra karanlık gezegene yayıldı. Bence bu bir rastlantı değil.
Ailemin yaşadığı ve benim de hep yaşamak istediğim şekliyle Levant ideali, herkesten aidiyetlerinin tamamını ve biraz da başka-larınınkileri üstlenmesini bekler. Her idealde olduğu üzere, buna hasret duyulsa da tam olarak erişilemez, ama zaten kurtarıcı olan o hasretin kendisidir, izlenecek yolu, aklın yolunu, geleceğin yolunu o hasret işaret eder. Hatta şunu bile söyleyebilirim: Bir toplumun barbarlıktan uygarlığa geçtiğinin göstergesi bu hasrettir.
Çocukluğum boyunca, ebeveynimin başka dinlerden veya başka ülkelerden yakın arkadaşlarından söz ederken nasıl bir sevinç ve gurur duyduklarını gözlemledim. Seslerindeki zar zor algılanabilen bir tonlamaydı söz konusu olan. Ama bir mesaj iletiyordu. Bugün olsa, bir kullanım kılavuzu aktarıyor, derdim.
O sırada bu bana olağan geliyordu, üzerinde düşünmüyordum bile, her yerde işlerin böyle yürüdüğüne inanıyordum. Çeşitli cemaatler arasında görülen ve çocukluk dünyama hâkim olan bu yakınlığın ne kadar az bulunur ve ne kadar kırılgan bir şey olduğunu çok sonraları anladım. Çok geçmeden kendi yaşamım içinde onun nasıl solduğunu, bozulduğunu, sonra da geride sadece özlemler ve silik izler bırakarak yok olduğunu görecektim.
Doğu Akdeniz’in ışıkları sönünce karanlığın dünyaya yayıldığını söylemem doğru mu? Çağdaşlarım ve ben tüm zamanların en parlak teknolojik ilerlemesine tanık olurken; daha önce hiç görülmemiş bir şekilde insanların tüm bilgisi artık parmaklarımızın ucundayken; insan ömrü giderek uzar ve geçmişe göre daha sağlıklı yaşanırken; en başta Çin ve Hindistan olmak üzere, eski “Üçüncü Dünya”nın birçok ülkesi geri kalmışlıktan nihayet çıkarken, karanlıktan söz etmek yersiz değil mi?
Ama bu asrın kahredici çelişkisi de bu zaten: Tarihte ilk kez insan türünü başındaki her türlü felaketten kurtarıp bir özgürlük, kusursuz ilerleme, gezegen dayanışması ve paylaşılan refah çağına dinginlik içinde götürmenin araçlarına sahibiz; ama son sürat zıt istikamette ilerliyoruz.
“Eskiden daha iyiydi” demeyi sevenlerden değilim. Bilimsel buluşlar beni büyülüyor, zihinlerin ve bedenlerin özgürleşmesi hoşuma gidiyor, bu kadar yaratıcı ve dizginsiz bir çağda yaşamayı ayrıcalık olarak görüyorum. Bununla birlikte, birkaç yıldır türümüzün şu ana kadar inşa ettiği, haklı olarak gurur duyduğumuz ve genellikle adına “uygarlık” dediğimiz her şeyi yok edebilecek, giderek kaygı verici bir hal alan sapmalar gözlemliyorum.
Bu noktaya nasıl geldik? Yüzyılımızın meşum sarsıntılarıyla ne zaman karşılaşsam kendime bu soruyu soruyorum. Ters giden neydi? Hangi yol ayrımlarında yanlış yöne sapıldı? Bunlardan kaçınılabilir miydi? Bugün dümeni doğru yöne çevirmek hâlâ mümkün mü?
Denizcilik terminolojisine başvuruyorum, çünkü birkaç yıldır deniz kazası ve batış imgesi peşimi bırakmıyor: Titanic gibi modern, ışıl ışıl, kendinden emin ve asla batmaz denen bir transatlantik, tüm ülkelerden ve sınıflardan yolcularıyla birlikte, orkestra eşliğinde yok olmaya doğru ilerliyor.
Geminin gidişini seyirci gibi izlemediğimi eklememe bilmem gerek var mı? Tüm çağdaşlarımla birlikte ben de gemideyim. En çok sevdiklerimle veya daha az sevdiklerimle birlikte. Tüm başardıklarım veya başardığımı sandıklarımla birlikte. Kuşkusuz kitap boyunca mümkün olduğu kadar sakin bir üslubu korumaya gayret edeceğim. Ama önümüzde beliren buz dağlarına dehşetle bakıyorum. Ve onlardan kurtulabilmemiz için, Tanrı’ya kendi tarzımda yürekten dua ediyorum.
Denizde batma tabii ki sadece bir metafor. Kaçınılmaz olarak öznel, kaçınılmaz olarak hata payları var. Bu yüzyılın çalkantılarını tarif edebilecek başka imgeler de bulunabilir. Ama benim gözümün önünden hiç gitmeyen görüntü bu. Son zamanlarda onu aklımdan geçirmediğim tek bir gün bile yok.
Bana bunu düşündüren çoğunlukla, ne yazık ki doğduğum bölge oluyor. Antik adlarını telaffuz etmekten hoşlandığım tüm o yerler – Assur, Ninova, Babil, Mezopotamya, Emesus, Palmyria, Tripolitania, Kyrenaika veya bir zamanlar “mutlu Arabistan” denen Saba krallığı… Bu yerlerin en kadim uygarlıkların mirasçıları olan sakinleri, tıpkı bir deniz kazasından sonra olduğu üzere, sallara binmişler, kaçıyorlar.
Bazen küresel ısınma bu düşüncelere neden oluyor. Dev buzullar durmadan eriyor; Kuzey Buz Denizi bin yıllardır ilk kez yaz aylarında seyrüsefere izin veriyor; Antarktika’dan muazzam buz kütleleri kopuyor; Pasifik adalarında yaşayanlar yakında sular altında kalmaktan korkuyorlar. Önümüzdeki on yıllarda gerçekten kıyamet benzeri kazalarla karşılaşacaklar mı?
Bazen de görüntü o kadar somutlaşmıyor, insani açıdan daha az iç acıtıcı, daha simgesel bir hal alıyor. Örneğin dünyadaki bir numaralı gücün, olgun bir demokrasi örneği vermesi ve gezegenin geri kalanı üzerinde neredeyse babacan bir otorite kurması beklenen gücün başkenti olan Washington’a bakarken de bir batış imgesi akla gelmiyor mu? Potomac nehrinde kazadan kurtulanları taşıyan sallara rastlanmıyor; ama bir anlamda, insanlık gemisinin kaptan köşkü sular altında kalmış, tüm insanlık batıyor.
Başka seferler, Avrupa söz konusu oluyor. Avrupa’nın birlik düşü, benim gözümde çağımızın en umut verici hayallerinden biriydi. Peki ne oldu? Bu şekilde yıpranmasına nasıl izin verildi? İngiltere Birlik’ten ayrılmaya karar verdiğinde, Kıta Avrupası’ndaki sorumlular hemen olayı önemsizleştirmeye ve projeye yeniden hız kazandırmak için kalan üyeler arasında cüretkâr inisiyatifleri öne çıkarmaya giriştiler. Başarılı olmalarını yürekten diliyorum. Ancak bu arada söylenmeden edemiyorum: “Gemi nasıl battı ama!”
Daha düne kadar insanlara düşler kurdurmayı, zihinlerini yükseklere taşımayı, enerjilerini seferber etmeyi başaran ve bugün artık cazibesini yitirmiş şeylerin listesi öyle uzun ki… İdeallerde görülen bu “tağşiş”i, yayılmaya devam eden ve tüm sistemleri, tüm öğretileri etkileyen bu “değersizleşme”yi genel bir ahlaki batışla özdeşleştirmenin abartı olacağını düşünmüyorum. Komünist ütopya okyanus çukurlarına gömülürken, kapitalizmin zaferine eşitsizliklerin edepsizce zincirlerinden boşanması eşlik ediyor. Belki ekonomik açıdan bunun bir sebeb-i hikmeti vardır; ama insani düzlemde, etik düzlemde ve hiç kuşkusuz siyasal düzlemde bu durumun bir batış olduğu inkâr edilemez.
Bu birkaç örnek açıklayıcı oldu mu? Yeterince değil sanıyorum. Kuşkusuz niçin bu başlığı seçtiğimi izah etmelerine karşın işin özünü yakalamaya elvermiyorlar. Hiç kimsenin isteyerek tetiklemediği bir çark dönüyor ve hepimiz uygarlıklarımızı yok edebilecek bu çarka doğru zorla sürükleniyoruz, konu bu.
Dünyayı bu felaketin eşiğine getiren çalkantılardan söz ederken, sık sık “ben”, “bence” ve “biz” demek zorunda kalacağım. İnsanlığın serüvenini dert edinen bir kitabın sayfalarında, birinci tekil şahısta konuşmamayı tercih ederdim. Ama söz etmeye hazırlandığım altüstlüklerin ömrümün başından itibaren birinci dereceden tanığı olmuşsam; sulara ilk önce “benim” Doğu Akdeniz dünyam gömülmüşse; “benim” Arap milletim intihara meyilli sıkıntısıyla tüm gezegeni yok edici bir çarkın içine sürüklemişse, başka ne yapabilirdim?
Kitaptan tadımlık bir bölümü okumak için aşağıdaki PDF bağlantısına tıklayın.
PDF indirUygarlıkların Batışı kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Uygarlıkların Batışı
Deneme
Yazar: Amin Maalouf
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları