Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin belki de en bilinen eseri olan Suç ve Ceza’da itiraf, toplum mühendisliği, pişmanlık, tedirginlik ile harmanlanarak devlet dairelerini, sistemleri, insanları ve siyasi düzeni sorguluyor. Suç ve ceza kavramlarını derinlemesine irdeleyen adıyla müsemma bu eser özgür birey davranışlarının ne derece dış faktörlerden bağımsız olduğu sorusunu soruyor. Raskalnikov’un içindeki kişilik bölünmelerini, iç hesaplarını bize de yaşatıyor. Yıllar sonra bile aklınızdan çıkmayacak anlatımı, karakterleri ve derin felsefesi ile insanoğlunun ortak ruhu olan Rus Edebiyatının en kült eserlerinden Suç ve Ceza; Dünya Edebiyatı’na mal olmuş bir eser…

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881): İlk romanı İnsancıklar 1846’da yayımlandı. Ünlü eleştirmen V. Belinski bu eser üzerine Dostoyevski’den geleceğin büyük yazarı olarak söz etti. Ancak daha sonra yayımlanan öykü ve romanları, çağımızda edebiyat klasikleri arasında yer alsa da, o dönemde fazla ilgi görmedi.

Yazar 1849’da 1.Nikolay’ın baskıcı rejimine muhalif Petraşevski grubunun üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklandı.Kurşuna dizilmek üzereyken cezası sürgün ve zorunlu askerliğe çevrildi.Cezasını tamamlayıp Sibirya’dan döndükten sonra Petersburg’da Vremya dergisini çıkarmaya başladı, yazdığı romanlarla tekrar eski ününe kavuştu.Suç ve Ceza Dostoyevski’nin bütün dünyada en çok okunan başyapıtıdır.


Suç ve Ceza

Sunuş

Hümanizma ruhunun ilk anlayış ve duyuş merhalesi, insan varlığının en müşahhas şekilde ifadesi olan sanat eserlerinin benimsenmesiyle başlar. Sanat şubeleri içinde edebiyat, bu ifadenin zihin unsurları en zengin olanıdır. Bunun içindir ki bir milletin, diğer milletler edebiyatını kendi dilinde, daha doğrusu kendi idrakinde tekrar etmesi; zekâ ve anlama kudretini o eserler nispetinde artırması, canlandırması ve yeniden yaratmasıdır. İşte tercüme faaliyetini, biz, bu bakımdan ehemmiyetli ve medeniyet dâvamız için müessir bellemekteyiz. Zekâsının her cephesini bu türlü eserlerin her türlüsüne tevcih edebilmiş milletlerde düşüncenin en silinmez vasıtası olan yazı ve onun mimarisi demek olan edebiyat, bütün kütlenin ruhuna kadar işliyen ve sinen bir tesire sahiptir. Bu tesirdeki fert ve cemiyet ittisali, zamanda ve mekânda bütün hudutları delip aşacak bir sağlamlık ve yaygınlığı gösterir. Hangi milletin kütüpanesi bu yönden zenginse o millet, medeniyet âleminde daha yüksek bir idrak seviyesinde demektir. Bu itibarla tercüme hareketini sistemli ve dikkatli bir surette idare etmek, Türk irfanının en önemli bir cephesini kuvvetlendirmek, onun genişlemesine, ilerlemesine hizmet etmektir. Bu yolda bilgi ve emeklerini esirgemiyen Türk münevverlerine şükranla duyguluyum. Onların himmetleri ile beş sene içinde, hiç değilse, devlet eli ile yüz ciltlik, hususi teşebbüslerin gayreti ve gene devletin yardımı ile, onun dört beş misli fazla olmak üzere zengin bir tercüme kütüpanemiz olacaktır. Bilhassa Türk dilinin, bu emeklerden elde edeceği büyük faydayı düşünüp de şimdiden tercüme faaliyetine yakın ilgi ve sevgi duymamak, hiçbir Türk okuru için mümkün olamıyacaktır.

23 Haziran 1941
Maarif Vekili
Hasan Âli Yücel

Yazar ve Roman Üzerine

Dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri olan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 30 Ekim 1821 yılında, askeri öğrenci olarak okuduğu Petersburg mühendislik okulunu bitirdi, ancak bir yıl askeri mühendis olarak çalıştıktan sonra istifa etti. Nicedir verdiği bir kararla, edebiyat hayatına atıldı. Bundan hemen sonra da 1844 yılında Dostoyevski imzasıyla ilk yapıtı yayımlandı; bir çeviriydi bu, Balzac’ın Eugenie Grandet’sini çevirmişti.

1845 Mayıs’ında Dostoyevski daha üniversite öğrenciliği yıllarından tasarladığı ilk romanı Bedniye Lyudi’i (İnsancıklar) bitirdi. Romanın müsveddelerini yazarın yakın dostlu D. V. Grigoroviç ve ünlü ozan Nekrasov okudular. Heyecanları öylesine büyüktü ki, doğruca devrin ünlü eleştirmeni Belinski’ye gittiler. İnsancıklar’ı Belinski de çok beğendi ve beğenisini, “Gogol’ü de geçecek… Bundan önceki bütün edebiyatı gölgede bırakacak bir deha ile karşı karşıyayız.” sözleriyle dile getirdi. İnsancıklar 1846 yılında yayımlandı. Gerek İnsancıklar, gerekse yazarın bununla birlikte yayımlanan ikinci kitabı Dvoynik (Benzer), büyük ilgi topladı. Daha sonra Suç ve Ceza’da en parlak biçimde dile gelecek olan, yazarın yoksul, umarsız insanlara ve hayatın trajik yanlarına karşı duyduğu büyük ilgi ve duyarlılık, daha bu ilk yapıtlarında kendini göstermeye başlamıştır. 1847 yılında yazar, ütopyacı sosyalist Petraşevski’nin grubuna girdi. Grup üyeleri zaman zaman toplanıyorlar, yazdıkları yazı ve şiirleri okuyup, felsefi tartışmalar yapıyorlardı. Bu toplantılardan birinde Dostoyevski, Moskova’dan eline geçen ve gizli dağıtılan Belinski’nin Gogol’e yazdığı bir mektubu okudu.

Dostoyevski ve grubun öteki üyeleri 23 Nisan 1849 günü Çar I. Nikolay’ın polisince tutuklandılar ve sekiz ay süren gizli duruşmalar sonucunda idama mahkûm edildiler. 22 Aralık 1849 günü Semyonov Alayı’nın geniş eğitim alanına getirildiler. Cezaların uygulanması için ilk üç kişilik grubun direklere bağlandığı sırada bağışlandıkları bildirildi. Dostoyevski’nin cezası dört yıl kürek, beş yıl da sürgüne çevrilmişti. Yazar, 1854 yılına kadar dört yıl Omsk cezaevinde kaldı, daha sonra da 1859 yılına kadar beş yıl Semipalatinsk’teki birlikte er olarak hizmet gördü.

Cezası bitip de Petersburg’a döner dönmez yeniden yazmaya koyuldu. Dyadyuşkin Son (Amcanın Rüyası) ve Selo Stepançikova i Yego Obitateli’nden (Stepançikova Köyü ve Sakinleri) sonra, art arda büyük romanları yayımlanmaya başlandı. Unijenniye i Oskorblenniye (Ezilen ve Horlananlar) Omsk’taki mahpusluk yıllarının anıları olan ve 1860’lı yılların ilerici, demokrat okurlarınca coşkuyla karşılanan Zapiski iz Mertvogo Doma (Ölü Bir Evden Anılar), Prestuplenie i Nakazanie (Suç ve Ceza), Igrok (Kumarbaz), Idiot (Budala), Besi (Cinler), Podrostok (Delikanlı), Bratya Karamazovi (Karamazov Kardeşler) vd. Büyük yazar 28 Ocak 1881 günü öldü.

Dostoyevski 1840’ların ütopik sosyalizm düşüncesinin etkisinde kaldı. Ancak kürek ve sürgün hayatı bu etkilenimi önemli ölçüde değiştirdi. Yazar, cezaevi ve sürgündeyken, o yılların edebiyatında sıkça görünen roman kişilerinden bambaşka insanlarla birlikte oldu; bunlar köylüler ve askerlerdi… Ama genç yazar aralarında olmasına karşın, “kara halk” dediği bu insanların iç dünyalarına girmesini önleyen sağır bir duvarla karşılaştı. O dönemler Rusya’sının aydın kesimiyle halk arasındaki derin uçurum, sonraki yıllarda da Dostoyevski’yi derin bir biçimde etkiledi. Bu durum bir bakıma onun büyük trajedisiydi. 1850’lerde bütün Avrupa’yı saran gericilik dalgası, Dostoyevski’de de devrimin olabilirliği üzerine kuşkular uyandırdı ve 60’lı yıllarda onun Çernişevski ve öteki devrimci demokratların karşısında yer almasına neden oldu. 1861 köylü reformu sırasında ve ondan sonra ağabeyiyle birlikte yayınladığı Vremya ve Epoha adlı dergilerinde, halkı çarlıkla savaşa çağıran 60’lı yıllar devrimci demokratlarına karşı, önlerindeki en önemli görevin, halkla aydınların ve soyluların yakınlaşmasını sağlamak olduğunu savunan yazılar yayımlandı. Dostoyevski’nin 1860–70 yılları arasında yazdığı romanlarına da yansıyan bu siyasal tavrı, onun aynı zamanda, Çernişevski, Saltikov–Şçedrin gibi demokratik halk hareketi temsilcileriyle çatışmasına da yol açtı. Aslında bu hareketin temsilcileri de Dostoyevski gibi halkla aydınların birbirine yaklaşmasını sağlayacak yolun arayışı içindeydiler. Ancak onlar Dostoyevski’den farklı olarak, halk yığınlarında devrimci bilincin artmasının ve halkın aydınlarla birlikte çarlığa karşı savaşa girişmesinin, bu yakınlaşmanın ön koşulu olduğunu savunuyorlardı.

Dostoyevski’nin, döneminin sosyalist ve devrimci demokrat düşüncesiyle giriştiği polemik, en iyi yansımasını Suç ve Ceza romanında bulmuştur.

Suç ve Ceza

Suç ve Ceza 1866 yılında yayımlandı. Çok önemli toplumsal olayların, moral sarsıntıların yaşandığı bir dönemdir bu. Romanın konusu çağdaş Rusya’dır. Kahraman çağdaştır, o yılların bütün acılarını, yaralarını içinde taşıyan genç bir öğrencidir. Dostoyevski 1865 yılında M.N. Katkov’a yazdığı bir mektupta bu durumu “…olaylar günümüzde geçiyor, yani şu bulunduğumuz yıl içinde” diyerek belirtmektedir.

Yazarın kendisi için de çok güç yıllardır romanı yazdığı yıllar. Büyük yalnızlıkları yaşamak, çok zor kararlar almak zorunda kaldığı yıllardır. 1864 yılında çok sevdiği insanları art arda yitirmiştir: Karısı Mariya Dmitriyevna, kardeşi Mihayl Mihayloviç, yakın dostu ozan ve eleştirmen Apollon Grigoryev… Romanını yazdığı yıllarda Petersburg’da oturduğu semt, küçük bir yerdir. Romanın kahramanı Raskolnikov’u oturttuğu eve çok yakın bir evde oturmuştur kendisi de.

O yıllarda iki Petersburg vardır. Biri, görenleri bugün de büyüleyen mimari anıtlarıyla, parkları, bahçeleriyle saray Petersburg’u; öteki tozlu yolları, pis evleri, atölyeleri, seyyar satıcıları, meyhaneleri, mezeci dükkanlarıyla yoksul Petersburg’u.

Dostoyevski her iki Petersburg’u da iyi biliyordu. Mühendislik okulunda okuduğu yıllarda, Yazlık Bahçe yakınında bir saraydı okulun yapısı, saray Petersburg’unu tanıma olanağını bulmuştu. Ama tıpkı romanın kahramanına olduğu gibi, ona da hiçbir şey vermiyordu bu Petersburg. Onun yüreği öteki Petersburg’daydı.

Suç ve Ceza’nın odak noktasını tüm XIX. yüzyıl gerçekçi edebiyatı için geçerli olan sorun oluşturur. Bu XVIII. yüzyıl Fransız burjuva devriminden sonra, Batı Avrupa’da ve 1861 toprak reformundan sonra Rusya’da oluşan yeni koşullar içinde, insan kişiliğinin olası gelişme yolları sorunudur. Yeni toplumsal yapının çelişkilerini henüz göremeyen aydınlanmacı–romancılar mutlakıyetin yok oluşunun, insanın çok yönlü gelişimini olanaklı kılacağına inanıyorlardı. Ama burjuvazinin zaferinden sonra, “herkesin herkese karşı” bireyci savaşına dayanan toplum koşullarında, kişiliğin özgür ve uyumlu gelişiminin hayalden başka bir şey olmadığı çabucak anlaşıldı. Balzac, Stendhal, Dickens, Thackeray, Flaubert ve öteki Batı Avrupalı romancılar, burjuva toplumunun kişiliğin uyanmasını sağlamakla birlikte, onun gelişimi için ne büyük bir engel oluşturduğunu, kişiliği maddi ve manevi anlamda nasıl yok ettiğini göz kamaştırıcı biçimde gösterdiler.

Puşkin’den başlayarak XIX. yüzyıl Rus yazar ve ozanları da Batılı çağdaşları gibi, kişiliğin özgür gelişimi için açtıkları savaşın bayrağını yücelere kaldırdılar. Puşkin Çingeneler’de, Yevgeniy Onyegin’de Maça Kızı’nda bireyci hayat felsefesiyle, bireyci ahlakın insanlığa aykırı, yaşamdan kopuk bir ahlak olduğunu gösterebildi. Puşkin’den başlayarak Rus edebiyatında, ilk bakışta birbiriyle çelişir gibi görünen, gerçekteyse karşılıklı olarak birbiriyle ilişkili ve birbirini tamamlayan iki konu göründü: Kişilik haklarının savunulması konusuyla, bireyci burjuva ve ahlakın (yalnızca kendisi için serbestlik ahlakının) eleştirilmesi konusu. Suç ve Ceza’da bu iki konunun organik bileşimi bu romanın derin insancıl heyecanını, şimdi ve gelecek için hep var olacak değerini belirleyen en önemli öğedir.

Dostoyevski hayatının son günlerinde bir insan ve bir yazar olarak emelinin Rusya’da ve tüm dünyada ezilen insanlara yardım etmek, “düşünce ve ışık ülkesi”ne giden yolu bulmak olduğunu yazmıştı. Bütün XIX. yüzyıl gerçekçi edebiyatında, böylesine yürekli, böylesine güçlü bir biçimde, geniş yığınların içinde bulunduğu yoksulluğu, acıları, toplumsal eşitsizliği, ezilişi, Suç ve Ceza kadar başarıyla dile getirebilmiş bir başka roman daha yoktur.

Ancak Dostoyevski’nin bu romanı, yalnızca ezilmişliğin ve toplumsal kötülüklerin sürükleyici trajizmini dile getirmekle kalmaz. Bu aynı zamanda en yüce yargı yeri olarak vicdana ve insan aklına bir başvurudur. Dostoyevski de başkahramanıyla birlikte, yoksulluğun ve acı çekmenin her toplum için kaçınılmaz olduğunu, bunların insanlığın değişmez yazgısı olduğunu ileri süren döneminin düşünürlerine, bunların ileri sürdükleri kimi dinsel düşüncelere şiddetle karşı çıkmıştır. Büyük yazar, bir hiç olarak kalmak, ses çıkarmadan boyun eğmek, her şeye sürekli katlanmak istemeyen, tam tersine, bütün varlığıyla toplumsal eşitsizliklere başkaldıran, haksızlıkla uzlaşmayan insanın ahlaki yüceliğini tutkuyla, coşkuyla savunmuştur.

XIX. yüzyıl başlarının romantik yazarları, “orta halli” hayata, hayatın “olağanlıklarına” karşı insanın giriştiği her tür isyanı yüceltiyorlardı. XIX. yüzyılın ikinci yarısında çok daha karmaşık tarihsel koşulların geçerli olduğu bir dönemde yaşayan Dostoyevski ise, yalnızca romanının kahramanını çevreleyen dış dünya koşullarının değil, kahramanının davranışlarına yön veren öznel koşulların da felsefi ve psikolojik çözümlemesini yapmıştır. Bu durum Suç ve Ceza yazarına, öncellerince böylesine çok yönlü ve keskin biçimde dile getirilmemiş pek çok sorunu ilk kez dile getirenlerden biri olma özelliğini kazandırmıştır. Dostoyevski Suç ve Ceza’da kendisiyle ve çevresiyle uyuşmayan, toplumsal eşitsizliklere karşı büyük bir nefret duyan, dürüst, düşünen, aydın bir gencin çok yönlü portresini çizer. Ama burjuva toplumunda bireysel ve toplumsal karşı koyuşun yalnızca sağlıklı biçimleri değil, hastalıklı biçimleri de vardır. Kişisel çıkar gözetmeyen, içten birtakım düşünceler, toplumsal eşitsizliklerin nihai nedenlerini ve bunlarla savaşım yollarını kavramaya her zaman yetmemektedir. Toplumsal baskı ve zulmün filizlendiği kökten, ezilen insanlara karşı coşkulu bir sevgi, onların acılarını paylaşma, haklarını savunma heyecanı, içinde yaşanılan topluma karşı bireysel, umutsuz, anarşistçe başkaldırılar da gelişebilir. İşte Dostoyevski romanında, daha sonra tarihçe de doğrulanan, bu düşüncelerden yola çıkmıştır.

Suç ve Ceza’nın çatısını bir suçun psikolojik öyküsüyle, onun ahlaki sonuçları oluşturur. Ancak romanın başkahramanı Rodion Raskolnikov sıradan bir suçlu değildir. Suçunu, geliştirdiği düşünce sisteminin hem kendi gözünde, hem de başkalarının gözünde doğruluğunu kanıtlayabilmek için kendine özgü toplumsal psikolojik bir deney olarak işler. Bu bakımdan cinayetten önce ve sonra suçlunun içinde bulunduğu durumun psikolojik çözümlemesi, Raskolnikov’un felsefi teorisinin analizi ile birlikte verilmiştir romanda. Bu durum Dostoyevski’ye döneminin düşünsel ve ahlaki yalpalamalarını, özellikle de kentlerdeki her tür sınıfsal kökenden demokrat gençlerin yaşadıkları kararsız, değişken, sarsıntılı durumu yansıtabilme olanağı vermiştir.

Raskolnikov akıllı, aydın, dürüst bir gençtir. Eski bir Petersburg evinin bir dolabı andırır küçücük çatı bölmesinde oturmaktadır. Çevresindeki yoksulların yaşamını gözlemlemekte, yalnızca kendisinin değil, binlerce başka insanın da bu düzen içinde yazgılarının kaçınılmaz olarak yoksulluk, hastalık, erken ölüm olduğunu görmektedir. Bu durum onda yoğun düşünsel arayışlara yol açmıştır. Arayış peşindedir, ama hep yalnızdır. Kimselerle görüşmez. İnsanlardan kaçar. Sorunu kendi başına çözmek, yalnız kendi gücüne yaslanmak ister.

İçinde yaşadığı toplumsal eşitsizlikler üzerine düşünür: Tarih boyunca geniş yığınlar her tür eşitsizliğe, haksızlığa boyun eğerken, Muhammed, Napolyon gibi kimi insanlar her tür toplumsal kuramı çiğneyerek, toplumun gidişini değiştirmişlerdir. Bunlar olağanüstü insanlardır ve dönemlerinde suçlu olarak görülmüş, lanetlenmişlerdir. Ama sonraki kuşaklar bunları kahraman, insanlığın kurtarıcıları olarak görmüşlerdir.

İçine kapandığı yalnızlık ortamında oluşturduğu bu bireyci, toplumsal içeriği yönünden ise anarşik düşünceler, sonunda Raskolnikov’u “Ben bir bit miyim, yoksa insan mı?” ikilemine götürür.

Oysa Raskolnikov geçmiş çağlarda ve kendi yaşadığı çağda milyonlarca ezilen insanın toplumsal haksızlıklara neden başkaldırmadıkları konusunu yeterince ve ciddi olarak düşünememiştir. Ezilen insanların geçmişte ve şimdi uysalca boyun eğmeleri onda öfke ve acı yaratmakta, kendisini yığınların, halkın, “sıradan” insanların karşısına ve onlardan çok yukarılarda bir yerlere koymaktadır. Raskolnikov’un bulduğu kurtuluş yolu şudur: Hem kendine, hem de herkese, tarihteki öteki “olağanüstü” insanlar gibi olduğunu, “sıradan” insanların, basit halkın dokunulmaz kabul ettiği temel ahlak kurallarını çiğneme hakkına sahip olduğunu göstermek… Bulduğu bu çıkış, kendisinin “olağanüstüler” grubuna mı girdiğini, yoksa bütün öteki zayıf insanlar gibi boyun eğenlerden mi olduğunu anlamak için bir sınama olarak nitelediği cinayete götürür onu.

Raskolnikov tasarladığı cinayeti işler. Ancak giriştiği trajik “deney” hiç de onun beklediği sonuçları vermez. Hem deneyiyle, hem de gözlemlediği Lujin, Svidrigaylov, Sonya, Marmeladov gibi kişilerin ortaya koyduğu örneklerle, Raskolnikov adım adım kendisinin hiç de “olağanüstü” insanlardan biri olmadığı sonucuna varır. Ve sorun başlangıçta düşündüğü gibi, kendisinin Muhammed’den ya da Napolyon’dan daha zayıf olması sorunu değildir. Raskolnikov’un sevdiği kızın ağzından duyduğu gerçek bambaşkadır: Yanlışlık temeldedir, “olağanüstü” insanlar teorisidir yanlış olan. Yaşadıkları toplumda da amaçlarına ulaşmak için bazı insanlar, gözlerini kırpmadan başkalarının kanını dökmektedir. Sonuç olarak içinde yaşadıkları toplumdaki egemen sınıfların her gün sayısız kez yaptıklarından pek de farklı bir şey değildir onun yaptığı da. Ve Raskolnikov kendi deyimiyle, insanlık dışı düzene karşı, böyle bir başkaldırının da insanlık dışı bir nitelik taşıdığını, bunun ilerleme ve gelişme sağlayıcı hiçbir özelliği bulunmadığını, tam tersine ahlaki çöküşe, kişilik yıkılmasına yol açtığını görmekte; önce yüreğinin sesiyle, sonra aklıyla, en son da bütün varlığıyla gerçeği kavramaktadır. Artık Raskolnikov’un gözünde gerçek güzelliğin ve ahlakın taşıyıcıları, kendilerini öteki insanların üzerinde görenler değil, açlığın, yoksulluğun en boğucu koşulları içinde, bile hayata ve insanlara ilişkin inançlarını yitirmeyen, ahlaki yapılarında en ufak bir sarsılma olmayan, suçun, zulmün her türlüsüne karşı derin bir nefret duyan Sonya gibi sıradan insanlardır.

Raskolnikov cinayetten önce her şeyi ince ince hesapladığını sanmış, ama yanılmıştır. Hayatın gerçekliği, onun düşündüğünden bambaşka çıkmıştır. Önce tefeci kadının kız kardeşi suçsuz Lizaveta’yı da öldürmek zorunda kalmış ve hiç hesapta olmayan ikinci bir cinayeti işlemiş, sonra tümüyle rastlantısal bir nedenle karakola gitmesi gerekmiş ve burada cinayetle ilgili olarak kendisinden kuşkulanılmasına yol açmıştır. Ama onun asıl yanıldığı nokta, işleyeceği suçla ilgili bütün ayrıntıları hesapladığını sanması değildir. Suçtan sonra dış dünya ile ilişkilerinin değişmeyeceğini, daha doğrusu suçun insanlarla ilişkilerini etkilemeyeceğini sanarak, kendi üzerinde yanılmıştır Raskolnikov. Eyleminden dolayı ahlaken yalnızca kendi kendisine karşı sorumlu olduğu, başkalarının yargılarının hiç önemli olmadığı düşüncesi iflas etmiştir. Dostoyevski’nin büyük bir ustalıkla dile getirdiği gibi, XVIII. yüzyıl rasyonalist düşünürlerinin ileri sürdüklerinin tersine, tek başına bir insan hiç de “yapayalnız” değildir. İnsan yalnızca belirli bir toplum içinde yaşamakla, her hareketiyle başka insanlara bağlı bulunmakla kalmaz, ama aynı zamanda toplumu kendi içinde, kendi yüreğine taşır; ilk bakışta görülmeyen, gerçekteyse onu çevresiyle sımsıkı ilişkiler içinde tutan bir bağla bağlıdır topluma. Bu bağın kopması, kişiliğin hem maddi, hem de manevi planda parçalanmasıyla eşdeğerdir ya da başka bir deyişle, bu bir tür intihardır. İşte Raskolnikov’un cinayetten sonra derin acılar içinde toplumdan kopmuşluk duygusunu yaşamasının nedeni budur. En yakınları olan annesiyle kız kardeşini bile kendisine sonsuz ölçüde uzak, hatta yabancı bulur. Yoksulların kanını emen, nefret ettiği bir tefeciyi öldürmek istemiş, ama “kendini” öldürmüştür o. Kendini ahlaken haklı çıkarmaya çalıştığı onca uzun mücadeleden sonra, Sonya’nın da öğüdüne uyarak polise teslim olması da bu nedenledir.

Dostoyevski, romanının başkahramanı aracılığıyla, kişi–toplum ilişkileri sorununu kendine özgü biçimde tahlil etmektedir. Raskolnikov’un bireyci “düşünce”si ve işlediği suç, onu çevresinden ayrı düşürmüş, bireysel suçluyu toplumdan koparmış, onu baskı ve sömürüye karşı onca nefret duymasına rağmen, “Lujin”lerin, “Svidrigaylov”ların, “tefeci Alyona İvanovna”ların ve halkı ezen, sömüren bütün öteki “alçaklar”ın düşünce arkadaşı yapmıştır. Öte yandan Dostoyevski, cinayetten sonra dayanılmaz acılar içinde kıvranan Raskolnikov’un vicdanını, cinayetin meyvelerini yemesine bile izin vermeyen, halkın ahlaki isterlerine uyabilecek ve kendisi gibi acı çeken, ezilen insanlarla yeniden birlikte olabilecek canlı, sağlıklı bir başlangıç, bir çıkış noktası olarak göstermiştir. Raskolnikov’un cinayetten sonra çektiği acılar; yazara göre, kahramanını ahlaki çöküşe ve yok oluşa götüren, onu halktan soyutlayan bireysel hayallere ve ruhsal sapkınlıklara karşı, onun yapısında var olan toplumsal, “halksal öz”ün üstün geldiğini göstermektedir. Suç ve Ceza’yı zamanımızın toplumsal ve ahlaki idealleri uğruna çetin bir savaşa girmiş bulunan çağdaş okurlar gözünde de önemli kılan, derin, felsefi öz buradadır.

Romanın epilogunda yazar, Raskolnikov’un bir erken Sibirya sabahında, ırmak kıyısında tek başına düşünceye dalışını anlatır: “Raskolnikov barakadan çıkıp doğruca kıyıya indi, burada istif edilmiş kütüklerin üstüne oturdu, geniş ve ıssız ırmağı seyre daldı. Bu yüksek kıyıdan, göz alabildiğine uzanan bozkır görülüyordu. Irmağın uzak karşı kıyısından belli belirsiz bir şarkı duyuluyordu. Orada, güneşle yıkanan uçsuz bucaksız bozkırda, küçük kara noktalar halinde göçebe çadırları seçiliyordu. Orada özgürlük vardı. Orada, buradakilere hiç benzemeyen, bambaşka insanlar yaşıyordu…”

Romanının son ezgilerinin son birkaç notası olan bu sözlerde, Dostoyevski’nin ve kahramanının, özgür insanların sakin, huzurlu yaşayışlarına duydukları büyük özlem dile getirilmektedir. Büyük Rus yazarı ömrü boyunca acılar çekerek böyle bir hayata uzanan yolu aramıştı. Derinden derine ve içi burkularak aradığını bulamayacağını biliyordu. Kahramanını, yazgısında kesin bir ahlaki dönüş yaptırarak, “yeni bir hayat”ın eşiğinde bırakmasının nedeni budur. Raskolnikov kendine ve başkalarına yalan söylemeyen dürüst bir insandır. Cinayetten sonra bile, sonuna kadar dürüst kalmıştır: Hem kendine karşı, hem başkalarına karşı. İşte bu nedenle Dostoyevski, kahramanının öyküsünü, bir düşüşün öyküsü değil, ahlaki yükselişin öyküsü sayar. Bir yanlış yapan ve yanlışını anlayan Raskolnikov, bu yanlışın altında ezilip yok olmaz, kendinde kendini yeniden yaratacak iç güçler bulur; insanlık dışı “düşünce”sinin başarısızlığa uğrayıp yok olması, onun kişiliğinde yepyeni bir insancıllığın başlamasına kaynak oluşturur.

Dostoyevski’nin romanında çizdiği tablo oldukça karanlıktır. Ama bu karanlık içinde yine de bir ışık vardır. Bu, Raskolnikov’un insanlara gerçekten hizmet etmenin yolunu ve araçlarını bulacak ahlaki güce, cesarete ve kararlılığa sahip olduğuna duyduğumuz inançtır: Çünkü Raskolnikov her şeye karşın “insan” olarak kalmıştır.

İnsan dehasının yarattığı en yüce yapıtlardan biri olan bu romanın son sayfasını da çevirip kapattığımız zaman içimizde aydınlık bir şeyler duymamızın nedeni de bu olsa gerek.

Mazlum Beyhan

Birinci Bölüm

I

Temmuz başlarında çok sıcak bir gün, akşama doğru, genç bir adam “S…” Sokağı’ndaki bir pansiyonda kiraladığı küçük odasından çıktı ve ağır, kararsız adımlarla “K…” Köprüsü’ne yöneldi.

Ev sahibiyle merdivenlerde karşılaşmaktan kurtulmayı başarmıştı. Kiraladığı küçük oda, beş katlı yüksek bir evin çatı katındaydı ve odadan çok bir dolabı andırıyordu. Yemek ve öteki hizmetler de içinde olmak üzere kiralamıştı odayı. Ev sahibi kadın bir merdiven aşağıda ayrı bir dairede oturuyordu ve genç adam her sokağa çıkışında, ev sahibi kadının merdivenlere doğru ardına dek açılmış olan mutfak kapısının önünden geçmek zorundaydı. Buradan her geçişinde de genç adam korkuya benzer sayrılı bir duygu içinde kalır, utanç duyar, yüzünü buruştururdu. Ev sahibi kadına epey borcu vardı ve onunla karşılaşmaktan çekiniyordu.

Korkak ve çekingen biri değildi aslında. Hatta tam tersine; ama bir süredir tedirgindi, gerilim içindeydi. Öylesine kendi içine kapanmış, öylesine herkesten kopmuştu ki, yalnızca ev sahibi kadınla değil, kiminle olursa olsun, karşılaşmaktan kaçınıyordu. Ezici bir yoksulluk içindeydi, ama şu son günlerde buna bile aldırdığı yoktu. Asıl işlerini tümüyle bir yana bırakmıştı ve bunlarla uğraşmayı hiç istemiyordu. Aslında o kendisine karşı neler tasarlıyor olursa olsun, ev sahibi kadına da aldırdığı yoktu. Ama merdivenlerde durmak, kendisini hiç mi hiç ilgilendirmeyen gündelik birtakım saçmalıkları dinlemek, kira borcu konusundaki sızlanmalara, korkutmalara, yakınmalara katlanmak, üstelik yakasını kurtarabilmek için sözde nedenler bulmak, özürler dilemek, yalanlar söylemek… Hayır, merdivenleri bir kedi sessizliğiyle inip sıvışmak yapılacak en iyi şeydi.

Ama bu kez borçlu olduğu kişiyle karşılaşmak korkusu, sokağa çıktığında kendisini bile şaşırttı. “Ne denli zorlu bir işe girişmek istiyorum, ama aynı zamanda da ne denli boş şeylerden korkuyorum” diye düşündü tuhaf bir gülümsemeyle. “Hmm… Evet… Hem her şey insanın kendi elinde, hem de insan yalnızca korkaklığı yüzünden ne fırsatlar kaçırıyor… Bu artık yadsınamaz bir gerçek, bir belit. İlginç bir şey, acaba insanlar en çok neden korkarlar? Atacakları yeni bir adımdan, kendi söyleyecekleri yeni bir sözden herhalde… Ben de amma gevezelik ediyorum ha! Gevezelik ettiğim için de hiçbir şey yapmıyorum. Ya da şöyle: Hiçbir şey yapmadığım için gevezelik ediyorum. Gevezelik bana şu son ay içinde günlerce bir köşede yatmaktan ve düşünmekten gelmiş bir şey. Düşündüklerim de bir şey olsa bari, ipe sapa gelmez şeyler… Peki şimdi niçin gidiyorum? Yapabilecek miyim düşündüğüm şeyi? Hem ciddi bir şey mi bu? Hayır, hiç de değil. Düşlerle avutup duruyorum kendimi; oyuncaklarla! Evet, evet oyuncaklarla!”

Boğucu bir hava vardı sokakta, çok sıcaktı; yapı iskeleleri, tuğlalar, kireç tozları, itişip kakışan kalabalık; bir yazlık kiralama olanağı bulamayan her Petersburglunun çok iyi bildiği o özel, pis, yaz kokusu… Tüm bunlar, genç adamın zaten bozuk olan sinirlerini iyice germişti. Hele kentin bu bölgesinde sayıları oldukça kabarık olan meyhanelerden yayılan dayanılmaz içki kokusu, henüz iş zamanı olmasına karşın, adım başında rastlanan sarhoşlar, tablonun iğrenç ve iç karartıcı rengini tamamlıyor gibiydi. Delikanlının ince yüz çizgilerinde derin bir iğrenme anlatımı belirdi bir an. Yeri gelmişken belirtelim, delikanlı gerçekten yakışıklıydı; güzel kara gözleri, esmer teni, ortadan biraz uzunca boyu, ince ve biçimli vücuduyla çekiciydi. Ama işte bir anda yeniden derin düşüncelere gömülür gibi olmuştu; daha doğrusu kendinden geçmiş gibiydi. Çevresinde kimseyi ayrımsamadan yürüyordu, aslında kimseyi ayrımsamak istediği de yoktu. Yalnız, arada bir, kendi kendisiyle konuşmak alışkanlığıyla bir şeyler mırıldanıyordu. Bu alışkanlığını kendisine bile daha şu anda itiraf ediyordu. Yine şu anda, zaman zaman düşüncelerinin karıştığını, iyiden iyiye güçten düştüğünü ayrımsıyordu: İki gün vardı ki, ağzına hiçbir şey koymamıştı.

Öylesine kötü giyimliydi ki, alışık biri bile bu derece yırtık pırtık şeylerle güpegündüz sokakta dolaşmaya utanırdı. Ancak burası insanın kılık kıyafetiyle hiç kimseyi şaşırtamayacağı bir semtti. Samanpazarı’nın yakınlığı, şu bilinen evlerin çokluğu, hele Petersburg’un bu merkezi semtinin cadde ve sokaklarını dolduran işçi, esnaf, sanatkâr takımı, buranın genel görüntüsünü öyle tiplerle renklendirirdi ki, yabancı birinin görülmesi kimsede şaşkınlık uyandırmaz, kimsece yadırganmazdı. Ama delikanlının ruhunda öylesine yakıcı bir küçümseme duygusu birikmişti ki, bazen çocukluk derecesine varan bütün utangaçlığına rağmen, şu anda en az utandığı şey, sırtındaki paçavralardı. Tabii, kimi tanıdıklarına ya da genel olarak karşılaşmaktan hiç de hoşlanmadığı eski dostlarına rastladığında iş değişirdi… Oysa bu sırada, iri bir atın çektiği büyük bir arabayla, günün bu saatinde nereye, niçin götürüldüğü belli olmayan bir sarhoş, eliyle kendisini göstererek, “Hey, sen! Alman şapkalı!” diye gırtlağını yırtarcasına bağırınca, delikanlı durup, elini sinirli bir şekilde şapkasına götürmüştü. Zimmermann’dan[1] satın alınmış, yüksek, yuvarlak bir şapkaydı bu. Ama her yanı delik deşik olmuş, yırtılıp solmuş, leke içindeki bu kenarsız şapka, üstelik bir yanından çok çirkin bir köşe oluşturacak biçimde yana sarkmıştı. Ancak sarhoşun bağırması delikanlıda utanma değil, korkuya benzer başka bir duygu uyandırmıştı.

— Biliyordum zaten! –diye mırıldandı şaşkınlık içinde.

– Biliyordum böyle olacağını! Olabileceklerin en kötüsü bu! Böyle bir saçmalık, böyle bir anlamsız ayrıntı her şeyi altüst edebilir! Evet, doğrusu fazla göze batan bir şapka bu… Göze batması, gülünçlüğünden… Üstümdeki paçavralara uygun bir kasket bulmam gerek, eski de olsa olur, yeter ki şu nalet şeyden kurtulayım! Kimse giymiyor böyle bir şapkayı. Bir verstlik yoldan fark edilir ve kimin olsa aklında kalır… En önemlisi de bu: Sonradan anımsarlar, işte sana bir ipucu! Olabildiğince ayrımsanmamaya, göze çarpmamaya çalışmalıyım… Ayrıntılar çok önemli! Ayrıntılar mahveder her zaman her şeyi…

Gideceği yere varmak için fazla yürümesi gerekmiyordu. Hatta evinden kaç adım tuttuğunu bile saymıştı; Tam yedi yüz otuz adım. Hayallerine gömülüp yürüdüğü bir gün saymıştı adımlarını. Ama o sıralar kurduğu bu hayallere kendisi de inanmıyordu, sinirleniyordu yalnızca; çirkin ama, insanı baştan çıkarıcı gözü peklikte hayallerdi bunlar. Şimdi ise, aradan bir hafta geçtikten sonra, işi başka türlü görmeye başlamıştı. Yakasını bir türlü bırakmayan o iç konuşmalarında kendisini onca güçsüz, onca kararsız görmesine rağmen, “çirkin” hayali adeta elinde olmayarak kendi tasarısı, kendi niyeti saymaya alışmıştı. Bu konuda hâlâ kendi kendisine inanmamasına rağmen, attığı her adımda heyecanı daha da artarak, şu anda bu tasarısının denemesini yapmaya gidiyordu.

Yüreği durarak, sinirden titreyerek, bir duvarı kanala, bir duvarı “…” Sokağı’na bakan olağanüstü büyük yapıya yaklaştı. Küçük küçük dairelere bölünmüş olan bu evde terziler, çilingirler, aşçı kadınlar gibi her türden esnaf, çeşit çeşit Almanlar, başına buyruk yaşayan sokak kızları, küçük memurlar ve benzerleri oturuyordu. Evin iki yanındaki avlu ve kapılardan giren çıkan belirsizdi. Üç ya da dört kapıcısı vardı evin. Delikanlı bunlardan hiçbirine rastlamamış olduğuna sevinerek ana kapıdan süzülürcesine geçip sağdaki merdivenlere yöneldi: Bu merdiven karanlık, dar ve her zaman kullanılmayan bir tür servis merdiveniydi. Ama o bütün bunları biliyordu, öğrenmişti ve merdivenlerin bu durumu son derece hoşuna gidiyordu: Bu karanlıkta meraklı bir bakış bile tehlikeli olamazdı. Dördüncü kata çıkarken elinde olmadan: “Eğer şimdi böyle korkarsam, fırsat çıkıp da asıl işe giriştiğimde ne olacak?..” diye düşündü. Burada asker emeklisi hamallar kesti yolunu, bir daireden mobilya çıkarıyorlardı. Burada, memurluk yapan bir Alman’ın ailesiyle birlikte oturduğunu daha önceden biliyordu. “Anlaşılan Alman taşınıyor, o halde dördüncü katta; bu merdiven sahanlığında hiç değilse bir süre için yalnızca kocakarının dairesi dolu olacak. Bu çok iyi… Ne olur ne olmaz…” diye düşündü ve kocakarının kapısını çaldı. Çıngırak, bakırdan değil de tenekedenmiş gibi cılız bir ses çıkardı. Bu tür evlerin böyle küçük dairelerinde çıngıraklar hemen hep böyledir. O, bu çıngırak sesini unutmuştu bile… Ve şimdi bu özel ses ona birdenbire bir şeyler anımsatmış; apaçık bir şeyleri gözünün önüne getirmişti. Tir tir titriyordu, sinirleri allak bullak olmuştu. Az sonra kapı çizgi gibi hafifçe aralandı; kapıyı açan kadın geleni aralıktan açıkça duyulan bir güvensizlikle süzüyor, karanlıkta yalnızca ışıldayan gözleri görülüyordu. Ama sahanlıkta başkalarının da bulunduğunu görünce yüreklendi ve kapıyı iyice açtı. Delikanlı içeri girdi; tahta perdeyle küçücük bir mutfaktan ayrılmış olan karanlık bir antreydi burası. Kocakarı hiçbir şey söylemeden öylece duruyor ve soru dolu gözlerle ona bakıyordu. Küçücük; kupkuru bir ihtiyardı bu, altmış yaşlarında vardı, bakışları temiz değildi, burnu sivri ve küçük, başı açıktı. Hafif ağarmış kirli sarı saçlarına bolca yağ sürmüştü. Bir tavuk bacağını andıran ince uzun boynuna paçavralaşmış bir fanila parçası sarmıştı. Omuzlarındaysa, havanın sıcak olmasına rağmen, rengi yitmiş, paramparça bir kürk pelerin sallanıyordu. İkide bir öksürüyor, inliyordu. Anlaşılan delikanlının bakışları hiç de normal değildi ki, kocakarının gözlerinde az önceki güvensizlik anlatımı yeniden belirdi.

Delikanlı daha nazik davranması gerektiğini anlayarak hafifçe eğildi ve:

— Raskolnikov! –diye mırıldandı.

– Üniversite öğrencisi. Bir ay kadar önce gene gelmiştim.

Soru dolu gözlerini ondan ayırmayan kocakarı tane tane:

— Anımsıyorum, –dedi.

– Çok iyi anımsıyorum. Gelmiştiniz.

Kocakarının güvensizliği Raskolnikov’u şaşırtmıştı:

— Ben… İşte yine öyle bir iş için geldim… –dedi. “Belki de kadın her zaman böyledir” diye düşündü sonra can sıkıntısı içinde. “Belki de ben o zaman ayrımsayamamıştım.”

Kocakarı bir süre kararsızlık içindeymiş gibi sustu, sonra yana çekilerek konuğa odaya açılan kapıyı gösterdi:

— Buyrun!

Küçük bir odaydı burası. Duvarları sarı kâğıtla kaplanmıştı. Pencerelerinde tül perdeler ve ıtır çiçekleri görülüyordu. Batmakta olan güneşin ışıklarıyla apaydınlıktı oda. Raskolnikov’un kafasından bir anda, “Demek o zaman da güneş böyle aydınlatacak…” düşüncesi geçti. Odanın ve içerideki eşyaların durumunu unutmamak için çarçabuk çevresine bir göz gezdirdi. Ancak odanın ayırt edici hiçbir özelliği yoktu. Mobilyalar eskiydi ve sarı ağaçtan yapılmışlardı. Bunlar, tahta arkalığı eğilmiş bir kanepe, bunun önünde oval bir masa, iki pencere arasına yerleştirilmiş aynalı bir tuvalet masası, duvar boyunca dizilmiş sandalyeler ve ellerinde kuşlarla Alman kızlarını gösteren sarı çerçeveli ucuz bir iki tablo… işte bütün mobilya. Odanın bir köşesinde küçük bir tasvirin önünde bir kandil yanıyordu. Her şey tertemizdi. Mobilyalar da döşemeler de iyice ovulmuştu, her şey pırıl pırıldı. Delikanlı “Yelizaveta’nın işi bu” diye geçirdi içinden. Bütün evde küçücük bir toz taneciği bile yoktu. Raskolnikov, “Temizliğin böylesine ancak kötü yürekli, yaşlı dullarda rastlanabilir” diye düşündü ve merakla iki odayı birbirinden ayıran basma perdeye baktı. Kocakarının yatağıyla bir konsolun bulunduğu bu odayı (zaten tüm daire bu iki odadan oluşuyordu) daha önceki gelişinde de görememişti.

Odaya girdiklerinde kadın delikanlının yüzünü iyi görebilmek için yine tam onun önüne dikilerek sert bir sesle:

— Neymiş, göster bakalım? –dedi.

Cebinden eski bir gümüş saat çıkan delikanlı:

— İşte, –dedi,– rehin için getirdim.

Saatin arka kapağında bir küre resmi vardı. Kösteği de çeliktendi.

— Bundan önceki rehinin de günü doldu. Üç gün geçti bir ayı.

— Size bir aylık daha faiz öderim, lütfen birkaç gün daha sabredin.

— Sabretmek ya da eşyanızı hemen satmak benim bileceğim bir şey artık.

— Nasıl, saatime epey para verecek misiniz Alyona İvanovna?

— Hep böyle işe yaramaz, ıvır zıvır şeyler getiriyorsunuz. Beş para etmez bu saat. Geçen getirdiğiniz yüzük için size tastamam iki ruble vermiştim, oysa yenisi kuyumcularda bir buçuğa o yüzüklerin.

— Dört ruble verin, parasını öder geri alırım, baba yadigârı bir saattir. Yakında elime para geçecek.

— Bir buçuk ruble ve faizi de peşin, işinize gelirse…

— Bir buçuk ruble mi?

Kadın saati geri uzatarak:

— Siz bilirsiniz, –dedi.

Delikanlı saati öyle bir öfkeyle aldı ki, hemen çıkıp gitmeye hazırdı; ancak bir an düşününce gidecek hiçbir yeri olmadığını ve buraya asıl başka bir nedenle geldiğini anımsayarak:

— Verin! –dedi kabaca.

Kocakarı anahtarları çıkarmak için elini cebine sokarak perdenin arkasındaki odaya geçti. Odanın ortasında tek başına kalan delikanlı merakla kulak kabartıp dinlemeye başladı, kocakarının öteki odada neler yaptığını düşünmeye çalışıyordu. Gelen seslerden kadının konsolu açtığı anlaşılıyordu. “Demek üst çekmecede… Demek anahtarları sağ cebinde taşıyor… Hepsi bir arada anahtarların, çelik bir halkaya geçirilmiş… Bir tanesi hepsinden büyüktü, üç kat büyüktü neredeyse, ucu da dişliydi, o halde konsolun anahtarı bu olamaz, demek ki bir başka çekmece ya da sandık daha var içeride… Bu önemli. Sandıkların anahtarları hep böyle olur. Ama bütün bunlar ne kadar aşağılık şeyler…”

Kocakarı döndü:

— İşte beyciğim! Bir ruble için aylık on kopek faiz, bir buçuk ruble için on beş kopek eder. Bir aylık peşin tabii. Bundan önceki iki ruble için de aynı hesaba göre yirmi kopek faiz tutuyor. Yine peşin. Hepsi otuz beş kopek. Böylece saatiniz için bütün alacağınız bir ruble on beş kopek. Buyrun!

— Ne! Yani siz şimdi bana yalnızca bir ruble on beş kopek mi veriyorsunuz?

— Tam da öyle.

Delikanlı tartışmaya girmedi, parayı aldı. Sanki söyleyeceği ya da yapacağı bir şeyler daha var, ama bunların ne olduğunu kendisi de bilmiyormuş gibi odadan çıkmakta acele etmiyor, kadına bakıyordu.

— Bugünlerde size bir şey daha getireceğim Alyona İvanovna… Gümüşten, çok güzel bir şey… Bir sigara tabakası… Bir arkadaşıma vermiştim, alır almaz…

Şaşırdı ve sustu.

— Bunu o zaman konuşuruz beyciğim.

— Hoşça kalın… Evde hep yalnız mı oturursunuz Alyona İvanovna, kız kardeşiniz yok mu?

— Kız kardeşimden size ne?

— Hiç. Öylece sormuştum. Demek siz şimdi… Neyse, hoşça kalın Alyona İvanovna!

Raskolnikov büyük bir öfkeyle çıktı kadının evinden. Öfkesi gitgide büyüyordu. Merdivenlerden inerken bir şey karşısında ansızın şaşırmış gibi birkaç kez durakladı. Sonunda sokağa vardığında,

— Hey Tanrım! –diye bağırdı.– Ne kadar aşağılık şeyler bütün bunlar! Olacak şey mi, ben… Hiç olacak şey mi ben… Hayır saçmalık bu, aptallık!.. Böyle korkunç şeyler nasıl geçebiliyor kafamdan! Yüreğim ne iğrençliklere elverişliymiş meğer!.. Evet, tam da öyle: İğrenç, aşağılık şeylere… Ve ben bütün bir aydır…

Öfkesini ne sözcüklerle, ne haykırışlarla dile getirebiliyordu. Daha kocakarının evine giderken yüreğini sıkıştırmaya başlayan tiksinti öyle boyutlara ulaşmıştı ki, delikanlı sıkıntısından ne yapacağını ne edeceğini bilemiyordu. Kaldırımda kimseyi görmeden bir sarhoş gibi yürüyor, gelip geçenlere çarpıyordu. Ancak bir başka sokağa saptığı zaman kendine gelebildi. Durup çevresine bakındı. Bir meyhanenin önündeydi. Bodrum kattaydı meyhane ve girişi kaldırımdan birkaç basamak aşağıdaydı. Tam bu sırada iki sarhoş birbirine tutunarak ve küfürler savurarak dışarı çıkıyorlardı. Daha fazla düşünmedi ve hemen meyhaneye indi. Daha önce hiç gitmemişti meyhaneye, ama şu anda başı dönüyor, susuzluktan içi kavruluyordu. Soğuk bir bira içmek istedi canı, sonra böylesine birdenbire halsiz düşüşünü açlığına yükledi. Karanlık, pis bir köşede, üstü yapış yapış bir masaya geçip oturdu, bir bira söyledi. İlk bardağı doymazcasına içti. Birden rahatladı, kafasının içi aydınlanıvermişti.

— Saçma bütün bunlar –diye söylendi. Umutlanmıştı.– Telaşlanacak, öfkelenecek bir şey yok ortada. Basit bir bedensel rahatsızlık! Bir bardak bira ve birkaç parça peksimetle kendine geliveriyor insan! Düşüncelerini toparlıyor, kararsızlığı yok olup gidiyor! Tüh! Bir şey olmuş gibi sanki!..

Birden ağır bir yükten kurtulmuş gibi rahatladı, neşeyle bakmaya başladı çevresine. Ancak o anda bile, uzaktan uzağa, bu iyimserliğinin hastalıklı bir iyimserlik olduğunu duyumsuyordu.

Meyhanenin pek kalabalık olmadığı bir saatti. Merdivenlerde rastladığı iki sarhoşun ardından, aralarında bir de kadın bulunan armonikalı beş kişilik bir sarhoş grubu daha ayrıldı meyhaneden. Bunların gidişinden sonra ortalık iyiden iyiye sessizleşmişti. Fazla hallice olmadığı anlaşılan, tüccara benzer biriyle onun arkadaşı olduğu anlaşılan, şişman, iriyarı, redingotlu, kır sakallı bir adam kalmıştı meyhanede. İyice kendinden geçmişti bu ikincisi, iskemlesinde uyukluyordu. Arada bir uyanır gibi oluyor, kollarını açıp, parmaklarını şakırdatıyor, sonra yerinden kalkmadan vücudunun belden yukarısını kıvırıp oynatarak, sözlerini doğru dürüst çıkaramadığı saçma bir şarkı tutturuyordu:

Bütün yıl karımı okşadım.

Bü–tün yıl ka–rı–mı ok–şa–dım…

Yeniden dalıyor, yeniden uyanır gibi oluyor, bu kez başka bir şarkı tutturuyordu:

Podyaçeskaya’da dolaşırken

Eski sevgilimi buldum…

Ancak onun bu mutluluğuna kimse ortak olmuyordu; bira bardağının ardında suskun oturmakta olan tüccar kılıklı, arkadaşının bu taşkınlıklarını düşmanca ve kuşkulu gözlerle izliyordu. Bir adam daha vardı meyhanede, emekli memura benziyordu. Önünde kadehi, herkesten ayrı bir köşede oturuyor, arada bir çevresindekilere göz gezdirerek bir yudum alıyordu. O da bir parça heyecanlı gibiydi.


Merhaba bu sayfayı daha önce ziyaret ettiğin için bu kitabı okumuş olabileceğini düşündük. Dilerseniz yeni kitaplara göz atabilir ya da rastgele bir kitap seçebilirsin. Aşağıdaki kutucuğu kullanarak hızlı bir arama da yapabilirsin.


"

Suç ve Ceza kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?