Bazı eleştirmenlerin “şeytanın avukatı” sıfatını yakıştırdıkları Gündüz Vassaf’ın “gözden geçirilmiş ve genişletilmiş yeni baskısı”yla sunduğumuz Cehenneme Övgü’sü, içimizde büyütüp yaşattığımız küçük ‘totaliter dünyalar’ımızı afişe ediyor, daha doğrusu ‘yüzümüze vuruyor’. Totalitarizmin -anne karnındaki bebeğin beslenmesi gibi- bireyle toplumu bağlayan göbek bağıyla semirdiğini, hayata ilişkin algılarımızı ve kimi dayatılan kimisini de gönüllü olarak kabul ettiğimiz kavramları irdeleyerek gösteriyor. Cehenneme Övgü, yazarın kendiyle hesaplaştığı, herkesi de hesaplaşmaya çağıran, hatta kışkırtan bir kitap.
—
Cehenneme Övgü
Gündelik Hayatta Totalitarizm
YAYINEVİNİN NOTU
Gündüz Vassaf’ın İngilizce olarak kaleme aldığı bu kitabın orijinal başlığı Prisoners of Ourselves: Totalitarianism in Every Day Life’tır. 1992’de Ayrıntı Yayınları’nın yaptığı ilk baskı Zehra Gencosman ve Ömer Madra tarafından Türkçeye çevrildi.
Elinizdeki bu baskı yazar tarafından gözden geçirilmiş ve eklenen yeni bir bölümle genişletilmiştir.
BEN
Ufaktım. Yaşadığım bir şeye yetişkinlerin inanmadığını, annemin de yanılabileceğini fark edince çok şaşırdım. Kendimi tutamayıp uzun süre güldüğümü hatırlıyorum.
Dokuz yaşındayken insandan korktum. 6 Eylül 1956’ydı… Annemle oturduğumuz evin kapalı kepenklerinin arkasından gizlice gözetlediğimiz 50-60 kişi evimize saldırıp saldırmamaya karar veremiyordu. Neyse ki o gün öğretmenimizin sınıfta hepimize bellettiği “Kıbrıs Türktür” ibaresini bahçede duran otomobilimizin üstüne beyaz tebeşirle yazmıştım. Gittiler. Başka yerleri yağmaladılar.
Yatılı okula gittikten birkaç ay sonra kedimin öldüğünü öğrenince anladım yalnızlıktan, sevgisizlikten ölünebileceğini.
Psikoloji bölüm başkanı tezimi öztürkçeleştirmemi istediği zaman, buna karşı koymadım. Bir yerlere varabilmek için kabullendiğim ilk otosansür buydu. İçindeki kimi kelimelerin ne anlama geldiğini bilmediğim bir “bilimsel” tezim var şimdi. Hep de olacak.
Stajyer olarak çalıştığım psikiyatri servisinde yatan oğlunun ceplerini gizlice karıştırırken bulduğu haşhaşı servis şefine titreyen ellerle teslim eden anne, akşam aynı profesörün kendi evinde bize aynı haşhaşı ikram ettiğini görmedi tabii, ama ben artık meslektaş olmuştum.
12 Eylül Darbesi’nden sonra, üniversitede kalabilmek için kimi sakalını kesti, kimi eski akademik çalışmalarını gizledi. Yeni düzene ayak uyduramayanlar teker teker istifa etti. Biri de bendim. Boğaziçi Üniversitesi’nden ayrıldım. “Öğrencilerimi” özlüyorum.
Bir kez “torpil” yaptırdım – oğlum TC vatandaşı olabilsin diye. Hem de Atatürk’ten. Londra’daki TC Başkonsolosluğu’nda bana “Evli değilsin,” dediler, “oğluna nüfus kağıdı veremeyiz. Üstelik soyadın Arapça; Soyadı Kanunu’na aykırı. Nasıl alabildin bu soyadını?” Görevliye arkasındaki devasa Atatürk portresini işaret ettim: “Rahmetli babamın akrabası olur, herhalde onun sayesinde,” dedim. Akan sular durdu: Oğlum TC vatandaşı oldu. Hakkıydı.
Daha birkaç yıl önce, uzun uzun düşünüp en zararsız mesleğin itfaiyecilik olduğuna tam kanaat getirmiştim ki, elinizdeki kitabın kapak resmini yapan Mehmet Nâzım’dan Fransa’da kimi itfaiyecilerin kahraman olabilmek için, önce gizlice orman yangını çıkartıp sonra da söndürdüklerini öğrendim.
Son yıllarda pek bir şeye karışmıyorum. Ama, olanla da yetinemediğimden, ara sıra yazmaktan alıkoyamıyorum kendimi. Bana da sormuş olsalardı, “Kapatılan Eskişehir Cezaevi ne olsun?” diye, “İçi boydan boya aynalarla donatılmış bir müze olsun,” derdim.
Papa’nın cennetine inanmayan
Giordano Bruno’nun anısına (1548-1600)
Çalıkuşu 11 ve sakinlerine
“İşin saçma tarafı, en saçmasını bile filozofun birinin
çoktan söylemiş olması.”
Cicero
“Asıl açıklanması gereken, neden aç insanın çaldığı
ya da sömürülen adamın grev yaptığı değil,
neden aç insanların çoğunun çalmadığı
ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir.”
Wilhelm Reich
GECEYE ÖVGÜ
“Korktum ve gözlerimi Ay’a kaldırdım.
Yakardım ve yakarılarım tanrılara ulaştı.
İmdi, ey Ay Tanrısı Sin,
Koru beni.”
Gılgamış
I
Gece, düzen güçleri uykudadır. Bürokrasi, askeriye, okullar, polis, kısacası yaşamımızı düzenleyen tüm güçler uykudadır; sokakta devriye gezen nöbetçi polis dışında. Askerler de hepimizden önce yatağa girerler. Dünyanın bu en baskıcı kurumunun mensupları, en erken yatanlardır aynı zamanda. Aslında, tüm totaliter kurumlarda, daha doğrusu tüm kurumlarda (tüm kurumlar totaliter değil midir zaten?) insan her zaman erken yatmak zorundadır – yatılı okullarda, manastırlarda, ailede, cezaevlerinde, hastanelerde… Kişinin istediği saatte yatma hakkını destekleyen, bu özgürlüğe onay veren hiçbir kurum tanımıyorum. Aşk (?) üzerine kurulu olan ve iki kişinin özgür iradesiyle gerçekleşen evlilik kurumunda bile, çiftler yatağa aynı saatte girmezlerse, biri daha geç yatar, geceyi daha fazla yaşarsa, sorunlar çıkmakta gecikmez. Kurum her zaman “geç” yatanı suçlar, erken yatanı değil. Avrupa feodal toplumunda tüm kent sakinleri mumlarını aynı saatte söndürmek zorundaydılar; bayramlar dışında. Düzen ve baskı güçlerinin doğal yapısı, her zaman belirli bir uyku saatini zorunlu kılar. Bu belirli saatin erken bir saat olması da yine onların doğal yapısından kaynaklanır.
II
Tarih boyunca bize, tüm kültürlerde, karanlığın kötü güçlerle ilişkili olduğu öğretildi. Gece insanlarından, geceyi yaşayan, gecede yaşayan insanlardan korkmamız gerektiği anlatıldı. Oysa gündüz ve gece kişileri aslında aynı kişiler. Gün ışığı içimizdeki teslimiyetçiliği ortaya çıkarır, ama geceleri kendimizi özgür hissederiz. Düzen güçleri bizi, geceden, özgürlükten kaçınmaya koşullandırmışlardır.
Kurumlar, ister din, ister aile, ister devlet kurumları olsun, gece insanlarına korkuyla bakarlar. Karanlıkla birlikte uyrukların denetlenmesi zorlaşır. Gece insanlarına her zaman kuşkuyla bakılır. O saatlerde ayakta olan hiç kimse hayırlı bir iş peşinde olamaz. Gündüzleri egemenliğini sürdüren kurulu düzen güçleri, varlıklarını ve baskılarını gece düşmanları bahanesiyle haklı çıkarırlar; belirsiz, soyut kavramlarla öcüymüş gibi söz edilen bu düşmanları biz hiç görmesek de.
Yöneticiler de bize hep gündüz gözüyle gösterilirler, hep gündüzlerin bir parçası olarak görünürler bize. Bir başkan, bir papaz ya da bir general, doğanın güzelliği içinde, arkasında parlayan bir güneşle canlandırılabilir, ama gecenin karanlık fonu önünde, asla.
III
Gündüz, ilerleme gibi görünen tekdüze bir süreçtir. Sabahın parlak ışıkları akşam karanlığına dönüşürken, bize bir gelişme olduğu hissini verir – belli bir yönde ilerliyormuşuz gibi bir duygu. Zamanın yapay göreceliği üzerinde nadiren durup düşünürüz. Allah’ın her günü, aydınlığın karanlığa doğru akışı bizi önüne katıp koşturur. Ama gün boyunca, ister sabah saat on, ister öğleden sonra üç olsun, hepimiz, gündelik düzenin, düzen güçlerinin köleleriyiz. Bizi ayakta tutan, zamanın geçmesi ve gecenin sunduğu kurtuluş umududur. Çünkü, sonunda gece olacağını ve (gündüzle kıyaslarsak) dilediğimiz gibi davranma fırsatına kavuşacağımızı biliriz.
Kitaplar gece okunur. Sinema, tiyatro ve müzik gösterileri gece olur. Gece sarhoş oluruz, gece kumar oynarız.
Her şeyden arınmış, çıplak vücut geceye aittir. Vücutlar gece birbirine değer, bir araya gelir. Gün boyunca üniversitelerde bilimsel inceleme konusu olarak ele alınan, akşamüzeri dost toplantılarında sohbet konusu edilen şeyler, sonunda gecenin karanlığı içinde, gizlice yaşanır. Çıplaklık geceye özgüdür, gündüze değil. (Bunun tersi, yani var olmanın doğal gereği, yani güneşin altında çıplaklık, ancak baskının sona ermesiyle gerçekleşebilir.)
Geceleri âşık olur, birbirimize aşkımızı geceleri ilan ederiz. Gündüzler bizi mantığımızı kullanmaya, kendi hapishanemize kapanmaya zorlar. Gün boyunca baskı güçleri, aşkın özgürlüğüne karşı savaşır. Ama geceler bizi yeniden âşık eder, bize “seni seviyorum” dedirtir.
Gündüzleri söylenen “seni seviyorum”lar geceye gönderme yapar.
IV
İş günü süresince tutsak olduğumuz gerçeğini o kadar kabullenmişizdir ki, onun dışındaki saatlerden “serbest zamanımız” diye söz ederiz. Serbest saatlerin tam tersi, hemen hepimizin işte olduğu gündüzlerdir.
Savaşlar genellikle şafak sökerken başlar. Devlet gün boyunca öldürür, infazları gerçekleştirir. Gün boyunca hayatta kalmaya, geceleri ise yaşamaya çalışırız. Gün boyunca elektrik faturalarımızı öder, arabamızı tamire götürür, alışverişe çıkar, doktora görünür, ya sevmediğimiz bir işe gider ya da gereksindiğimiz, ama sevmediğimiz bir iş ararız.
Gün boyunca, tüm görevlerimizde düzene tabi tutuluruz. Tuvalete gitmenin bile kesin sınırlamaları ve kuralları vardır. İşyerinde, okulda, askerde… insan istediği sıklıkta tuvalete gidemez ve orada istediği kadar kalamaz. Tuvalete istediğimiz zaman gidemediğimiz gibi, kaç kez tuvalete gittiğimizin ve orada ne kadar kaldığımızın bile hesabı tutulabilir. Ayrıca insan, kurumun öngördüğü zamanlar dışında tuvalete gitmek isterse, bunun için izin alması gerekir. Gün boyunca istediğimiz gibi tuvalete gitme özgürlüğüne bile sahip değiliz, çünkü gündüzler bize ait değil.
Gün boyunca insanların birbiriyle gireceği ilişkiler düzene sokulmuştur. Okullarda gençler, sırf aynı yaşta oldukları için yıllar yılı aynı kişilerle aynı sınıflarda oturmak zorundadırlar. Sekiz yaşındakiler altı numaralı sınıfta, on yaşındakiler on beş numaralı sınıfta vb. O sınıflarda bile değişmez bir oturma düzeni sağlanmıştır. Ancak okul günü bitip akşam olduğunda, insan, dilediği kişiyle birlikte olma şansına sahip olur. Askerseniz, günün büyük bölümünü, sizinle yaklaşık olarak aynı boyda olanlarla geçirmek zorundasınız demektir. 1.65 boyundaki bir kişinin, 1.95 boyundaki arkadaşıyla bir araya gelmesi, ancak akşamları ve geceleri mümkün olabilir.
V
Sosyal sınıfların katı kuralları ancak gece bozulur. İşçiler, burjuvaların sokaklarında dolanırlar. Burjuvalar işçi mahallelerindeki lokantalara giderler. Fahişeler, papazlar, öğrenciler, askerler, ev kadınları, doktorlar ve yabancılar, hepsi aynı sokakta gezinirler, bakınırlar, birbirleriyle konuşurlar, hatta belki de sonunda sevişirler.
Geceleri dünya, birbiriyle haşır neşir olmuş, özgür, meraklı insanların ruhuyla canlanır. Gündüzleri kaçındığımız şeyler, gece çekicilik kazanır. Gündüzlerin “rasyonel” insanı, “zevk-ü sefa peşinde koşan” insanla yer değiştirir geceleri.
Ezme eyleminin kendi özgürlüklerini de kısıtlamasına rağmen, ezenler bile geceleri daha fazla özgürlüğe sahiptirler. Kurulu düzenin yöneticileri, generaller ve krallar, şirket ve ülke başkanları, “şöhret ve servet” sahipleri de geceyi yaşarlar. Totaliter kurumlar uykudayken, uykuya yatırılmışken, onlar da yaşama özgürlüğüne kavuşurlar. Çocuklarını yatağa yatıran anne-babalar gibi, onlar da artık, her türlü seremoni ve sansürden arınmış olarak, maskesiz yüzlerini gösterme özgürlüğüne sahiptirler.
VI
Gece vakti, gündüzün telaşından, hayhuyundan eser kalmaz. Az çok huzura kavuşmuş oluruz. Şöyle bir on saat kadar, bizden istenen, beklenen bir şey olmayacaktır. Yiyeceğimizi seçmekle ya da yaratmakla işe başlarız. Gündüzleri yiyip içtiklerimiz, çoğumuz için, kurumsallaştırılmış ve standartlaştırılmıştır. Halbuki geceleri, hem ne yiyeceğimiz konusunda daha çok seçeneğimiz vardır, hem de onu dilediğimiz gibi hazırlamakta daha özgürüzdür. Ayrıca, yemeğimizi alelacele yemek zorunda da değilizdir. Fast food dedikleri şey, gündüze egemen olan baskıcı güçlere aittir. Gündüzlerin fast food yiyicileri olarak bizler, bizi yöneten megamekanizmanın parçalarıyız. Oysa geceleri, kendi besinimizin hazırlayıcıları olarak, zamanı ve mekânı gönlümüzce düzenleyebiliriz.
VII
Gün ışığı bir tuzaktır. Işık bizi kör eder. Ama geceleri, gözlerimiz fal taşı gibi açılır. Geceleri, tüm öteki duyularımız da daha duyarlıdır, çünkü düzen güçleri o saatlerde makinelerini kapatmış olurlar. Gece olunca sessizliği dinler, karanlığa nüfuz eder, hem bedenlerimizin hem de hayal gücümüzün dizginlerini koyveririz.
Gün boyunca duyularımızı tutsak etmeye çalışan sayısız mesajın tüketicisi olmaktan çıkarız geceleri. Baskıcı megamekanizmanın aralıksız vızıltısı durmuştur şimdi. Enerjinin kaynağı artık içimizdedir. Gece, insan zihninin çalışması için bir zemin oluşturur. Gün boyunca dikkatimizi, ışığın, renklerin, devinimin hizmetine sunarız. Neye dikkat edeceğimizi belirleyen, düzen güçleridir. Yeşil ve kırmızı ışıklar, karşıdan karşıya nasıl geçeceğimizi bile düzene koyar. Gündüzleri biz, yaşamın büyüsünün, kelebeğin çarpıcı renk ve biçim dokusunun gözlemcileriyiz olsa olsa. Gün boyunca dikkatimizi, gözlemin hizmetine sokarız. Gündüzleri uydusuyuzdur dışımızda olup bitenin.
VIII
Gece, uyku zamanı olduğu gibi, düş görme zamanıdır da. Gördüklerimizi, işittiklerimizi, kokladıklarımızı ve düşündüklerimizi sınırlayan diller, formlar, davranış biçimleri ve algısal paradigmalar, kendine özgü bir biçimi ve dili olan düşlerin yapısına aykırıdır. Düşlerde renkler, görüntüler, insanlar, duygular ve düşünceler özgürce birbirine karışır ve benzersiz bileşimler yaratırlar. Öylesine özgürdür ki düşler, onları söze dökmekte güçlük çekeriz – insan zihnini gün boyunca biçimlendiren o katı yapılar düşlerimizi dillendirmeye yetmez, hatta engel olur.
Uyuyamayan, uykusuzluk hastalığı çeken kişiler, karanlığın getirdiği sınırsız özgürlük ve gerçeklikle baş edemeyen kişilerdir aynı zamanda. Bu insanlar, gün boyunca, her şeyi izlemekle oyalanırlar. Oysa gece artık izlenecek bir şey yoktur. Sadece, yaşamın o belirgin sesi duyulur içten içe. Gündüzden soyutlanıp, kurtulmuş olan anlamsızlık, artık saklı değildir. Hayatta olma bilinci kendini daha güçlü bir şekilde hissettirir geceleri, ölümün varlığı da öyle. “Yaşamın anlamı” gece duyumsanır ve sorgulanır. Kimse bunu öğle yemeği sırasında tartışmaz. Yaşam, gecenin konusudur.
15 Ekim 1986, Marburg
Kitaptan tadımlık bir bölümü okumak için aşağıdaki PDF bağlantısına tıklayın.
PDF indirCehenneme Övgü kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Cehenneme Övgü (1999)
Deneme
Yazar: Gündüz Vassaf
İlk Basım: 1999
Yayınevi: İletişim Yayınları