Türk okurunun özellikle Bozkırkurdu, Boncuk Oyunu, Siddhartha adlı kitaplarıyla tutkulu bir ilişki kurduğu Hermann Hesse, yazar meslektaşlarının saygınlığını ve birbirini izleyen pek çok kuşağın sevgisini kazanmış, çeşitli dillere çevrilen yapıtı dünyanın her kıtasında okunan bir yazar konumuna ulaşmıştır. Hugo Ball’in Romantizmin ihtişamlı ordusunun son şövalyesi olarak nitelediği Hesse için Thomas Mann yazınsal etkinliğinin erken döneminde “kendime en yakın bulduğum, yazarlar arasından seçip en çok sevgiyle bağlandığım yazar” ifadesini kullanmış, Peter Handke 1970’te Hesse rönesansının doruk noktasında “Hesse hiç kuşkusuz ne yaptığını bilen, bütün değerlendirmelerden alnının akıyla çıkacak büyük bir yazardır” demiştir.
Yapıtında, yaşamın büyük karşıtlıklarını, iki kutbunu eğip birbirine yaklaştırma özlemiyle sanat yerine düşünceye başvuran Hesse, dünyanın ve evrenin kutupluluğu aşarak ulaşacağı birliği kendisi için en kutsal hakikat sayar.
Öldürmeyeceksin, Hermann Hesse’nin yazdığı çok sayıda denemeden yapılmış bir seçkiyi içeriyor; açık, samimi düşünceler ve doğrudan bir dille kaleme alınmış yazılar farklı dönemlerle farklı temaları bir araya getiriyor. Kitap beş bölümden oluşuyor: “Erken Dönem Düşünceler”, “Birinci Dünya Savaşı’na Dair Siyasi Görüşler”, “Dünya Görüşüne Dair”, “Edebiyat Yazıları”, “Geç Dönem Düşünceler”. Hermann Hesse’nin duru edebiyatını büyük neşeyle ve ilgiyle karşılayan okur için “Öldürmeyeceksin” başlıklı Seçme Denemeler görüntü bombardımanı ve bilgi kirliliği içinde yaşadığımız çağda düşünceleri sadeleştirmek adına iyi bir adım.
Öldürmeyeceksin – Seçme Denemeler
I
ERKEN DÖNEM DÜŞÜNCELER
Mavi Uzaklar
İlkgençlik yıllarımda yüce dağların üzerinde dikildim sık sık, gözlerimi uzaklardan hayli zaman ayıramadım, hemen arkalarında dünyanın derin ve mavi bir güzelliğin içine dalıp görünmez olduğu en son nazlı ve narin tepelerin ince ve nurlu sisine bakıp durdum. Ziyadesiyle arzulu körpe ruhumdaki tüm sevgi bir araya gelip büyük bir özlem oluşturdu ve büyülenmiş bakışlarla uzakların yumuşak maviliğini yudumlayan gözlerimi yaşarttı. Hemen yanı başımdaki, yurdumun yakınlığı bana işte öylesine soğuk, öylesine hoyrat ve aydınlık, sisler, buğular ve gizlerden öylesine yoksun göründü; oysa karşılarda, uzak tepelerin ardında her şey alabildiğine yumuşak bir atmosfer içinde saklı yatıyordu ahenk dolu, bilmecemsi ve baştan çıkarıcı.
Zamanla gezgin, göçebe bir yaşama özendim, sisler ve puslar içindeki uzak tepelerden ayak atmadığım hiçbiri kalmadı. Soğuk, hoyrat ve aydınlıktı hepsi; ama karşılarda, daha ötelerde yine o mavilik, eriyip giderek, çözülüp dağılarak sezgilere dönüşen o esrik mavilik seçiliyordu – daha bir soylu, daha bir özlem uyandırıcı.
İleride de sık sık bakıp durdum uzaklardaki bu ayartıcı maviliğe, büyüsüne karşı duramayıp onu kendime yurt edindim; hemen yanı başımdaki, hemen elimin altındaki tepelerde bir yabancı olup çıktım. Şimdiyse mutluluk dendi mi aklıma gelen şey şu: Karşılara doğru eğilmek, akşamsı uzaklara bürünmüş mavi kırları ve bayırları seyretmek, yakınların soğukluğunu birkaç saat olsun unutmak. İşte şimdi mutluluk bu benim için, gençliğimde mutluluk bildiğim şeyden değişik biraz, sessizlik ve yalnızlık taşan bir mutluluk, güzel olmasına güzeldir, ama şenlikli olduğu söylenemez.
Benim bu sessiz münzevi mutluluğum, bilgece bir şey öğretti bana: Tüm nesnelerdeki uzakların buğusuna ilişmemek, hiçbir şeyi gündelik yakınlıkların soğuk ve acımasız aydınlığı içine çekip almamak, her şeye üzeri sanki yaldızla kaplıymış gibi el sürmek, öylesine hafiften, öylesine usulcacık, öylesine gözetip kollayarak ve derin bir huşu ile önünde eğilerek.
Nice paha biçilmez olursa olsun, hiçbir mücevher gösterilemez ki, değerli nesnelere özgü parıltısını alışılmışlığın ve sevgisizliğin kendisinden çekip alamayacağı kadar kusursuz bir güzelliği içersin! Hiçbir meslek gösterilemez ki, o kadar soylu, hiçbir ozan gösterilemez ki, o kadar zengin, hiçbir ülke gösterilemez ki, o kadar bereketli olsun! Bu yüzden, benim elde edilmeye değer gördüğüm bir hüner varsa, uzaklarda bulunan, düşsü uzaklarda yaşayan güzelliklerden esirgemediğimiz sevgiyi ve huşu dolu yaklaşımı, yakınımızdaki alışılmış nesnelere de çok görmemektir. Sabah güneşine ve gökyüzünde dünya durdukça duracak yıldızlara bakışımızdaki kutsallıktan hiç ödün vermeksizin, hemen yanı başımızdaki alabildiğine küçük nesneleri nazlı bir buğu, nazlı bir parıltıyla donatabiliriz; yeter ki koruyup gözetelim, hoyrat dokunuşlardan esirgeyelim onları, bütün nesnelerde şu ya da bu şekilde var olan şiirsellikleri yağmalamaya kalkmayalım! Çiğ yenen yiyeceklerin kekremsi olur tadı ve bunu yapan kimse kendi saygınlığını ayaklar altına alır. Bir şölene çağrılmış bir yabancıymışız gibi yiyip içmelerdir ki, değer taşır ve yüceltir bizi.
İnsana bunu en iyi öğretecek olan, yoksunlukların okuludur. Kendi yurdundan memnun değil misin? Bildiğin daha güzel, daha zengin, daha sıcacık yurtlar mı var? Özlemlerinin peşine takılıp düşersin yollara, daha güzel ve daha güneşli ülkelere gidersin, için açılır, ferahlarsın, daha sevimli ve yumuşak bir gök kubbenin altında yeni kavuştuğun mutlulukla güler yüzün. İşte benim cennetim, dersin. Ama dur hele, dereyi görmeden paçaları sıvama! Yeni yurduna övgüler döşenmeden bekle biraz! Bir iki yıl geçsin aradan, ilk sevinçlerin üzerinden biraz geçsin, ilkgençlik yılları gerilerde kalsın! Bir gün gelir, dağlara tırmanır, gökyüzünün hangi noktasının altında eski yurdunun yattığını tahmin yoluyla çıkarmaya çalışırsın. Eski yurdundaki tepeler ne kadar da yumuşak, ne kadar da yeşildi! Ve bilir, hissedersin ki, ilk çocukluk oyunlarını oynadığın ev ve bahçe de eski yurdunda durup durmaktadır, gençliğinin bütün kutsal anıları orada düşler içindedir ve anneciğinin mezarı da yine oradadır.
Böylece zamanla eski yurdun sen istemeden yine sevimli görünür gözüne, uzaklara kayar; yeni yurdun ise sana yabancılaşmış, fazlasıyla yakına gelmiştir. Sahip olduğumuz bütün nesnelerde ve zavallı tedirgin yaşamımızın bütün alışkanlıklarında da değişik değildir durum.
1904
Yıl Sonunda
Postadan yine pek çok şey çıktı bugün. On dergi, her biri gerçek aydınlara seslenen ve yine her biri yalnızca sanatsal bakış açıları dikkate alınarak hazırlanmış on tane dergi, yeni yıl için saygılar sunuyor; ayrıca, yirmi kadar yayıncı pek ünlü yayınevlerinin kataloglarını en seçkin kitaplarla zenginleştirmek için kolları sıvayıp harıl harıl çalıştıklarını müjdeliyor. Hepsi de hiç şakaya yer vermeyen aynı görkemli dili konuşuyor, “kalburüstü” yazarların isimlerini bir liste halinde çıkarıp koyuyor önünüze, hepsi de günümüzün başlıca akımlarını en geniş biçimde dikkate alıyor, hepsi de kazançlarını biraz daha artırsalar pek sevinecekler. Kaleme aldığı yapıt –her yıl çıkar böyle birkaçı– Der grüne Heinrich’ten1 pek aşağı kalmayan genç bir romancı salık veriliyor, kendine özgü bir yolda ilerleyen, çok geçmeden ismi Liliencron ve Mörike ile bir arada anılacak olan yeni bir şair tanıtılıyor; resminin de kataloğa eklenmesi unutulmamış.
Ne de olsa bütün bunlar hiç yeni şeyler değil ve belki aslında pek o kadar kötü yanı yok işin, bu kültür panayırında bana şimdiye dek yüzlerce kez eğlenceli dakikalar yaşattı. Gelgelelim, bugün hiç gülüp eğlenesim yok, söylenip veriştirecek havada bile değilim. Bir saat önce dışarılarda, tepeler üzerindeydim, bulutları izledim biraz; gökyüzünün uzak noktalarından seğirtip geliyor, boşlukta salınıp geziniyor, yüzüyor, dans ediyorlardı, hiçbirinin bir mucizeden aşağı kalır yanı yoktu, adeta Tanrı’nın ağzından çıkmış bir sözcüktü her biri, bir ezgi ya da bir şaka, bir teselliydi; özlemle uzaklara doğru yol alıyor, serin ve soluk bir maviliğin içinde salınıp kırıtıyorlardı, kitaplarda yer alan tüm ezgilerden güzel, tüm ezgilerden duygulandırıcıydı söyledikleri ezgi. Şimdi de dönmüş, insanı korkutacak kadar basık ve boğucu bir havanın çöreklendiği, iğne atılsa yere düşmeyecek bir odaya, şairlerin, sanatçıların ve yayıncıların panayırı içine tıkılmıştım. Ruhumda ansızın öyle bir duygu uyandı ki, adeta kalın ve ölü bir kum örtüsü üzerinde kolum kanadım kırık, bata çıka yürümeye çalışıyordum; boş telaşlarda harcanmış bir günün yorgunluğu üzerime çöktü, başımı avuçlarıma yatırdım, önümdeki “kültür” karmaşasından kopup gelen sinsi bir hüznün bir ateş nöbeti gibi başıma çullanmaya kalktığını duyumsadım. Hemen kendimi savunmaya çalışarak önümdeki ıvır zıvırı bir kenara ittim sessizce, ardından lambayı alıp pencereleri önünde serçelerin ve martıların uçuştuğu yukarıdaki odaya çıktım; pek çok sayıda eski kitabım sıkışık diziler halinde bu odada bulunuyordu. Böyle eski bir kitap her zaman avutur insanı, uzaklardan sizinle konuşur; isterseniz kulak verip söylediklerini dinler, isterseniz kulağınızı tıkarsınız söylediklerine. Ansızın bir şimşek gibi çakan yaman sözlerle karşılaştınız mı, bugünün bir kitabında geçen falan ya da filan sayın yazarın sözleri gibi bunları kabullenmez, ilk elden, bir martı çığlığı ya da bir güneş ışığından kopup geliyormuş gibi alıp bağrınıza basarsınız.
Ve okumaya başladım. Keşiş Cäsarius’un Heisterbach2 Kroniği’nde tatlı, yumuşak ve babacan bir Latinceyle kaleme alınmış küçük bir manastır anekdotuydu okuduğum:
Manastırı yöneten Başrahip Gebhard, rahipleri toplayıp her sabah Tanrı üstüne, Tanrı’nın varlık ve özellikleri üstüne konuşuyordu. Bunu yalnızca dogmaları iyi bilen bilgin bir kişi gibi değil, aynı zamanda yürekten, gerçek bir huşu havası içinde yaptığı söylenebilirdi. Öyle olmasa, öğrencilerine karşı daha sert ve hoşgörüsüz davranması gerekirdi. Çünkü öğrencileri, Tanrı’nın varlığı ve özellikleri konusunda yeterli bilgiyi çoktan edinmiş görüyorlardı kendilerini; başrahibin söylediklerine pek dikkat etmiyor, dersle ilgisiz saçma sapan şeylerle oyalanıyor, bazen hayallere dalıyorlar, hatta ikide bir uyukladıkları oluyordu; uyumak da Cäsarius tarafından tentatione dormiendi’nin ayrı bir bölümünde, şeytanın pek sık karşılaşılan önemli bir aldatmacası olarak ele alınmaktaydı. Ne var ki, Başrahip Gebhard sesini çıkarmadan konuşmasını sürdürüyor, ders sırasında öğrencilerinin yüzüne belki de pek bakmıyordu. Ama bir sabah sözde kendisini dinleyen öğrencilerin oturduğu sıralara kaydı gözü; baktı ki, keşiş öğrencilerinden kimi hayaller, düşler içinde geziniyordu; kimi gözlerini bir noktaya dikmişti; kimi gülümsüyor, kimi şaşı şaşı bakıyordu; kimi düşüncelere dalmıştı, kimi de uyukluyordu. Başrahip Gebhard ağzını açıp bir şey demedi, ufak bir hileye başvurdu yalnızca, masum denecek ufak bir hile; çünkü bir başka türlüsünden yardım umacak karakterde biri değildi. Konuşurken ansızın durdu, sanki yeni bir konuya geçecekmiş gibi ses tonunu değiştirdi ve anlatmaya başladı: “Bir zaman yüce Kral Artus’un3 ünlü sarayında şöyle bir olay geçer…” Başrahip Gebhard bunları söyler söylemez, uyuklayan öğrencilerin uyandı hepsi, şaşı şaşı bakan, hayal kuran öğrencilerin gözleri ansızın parladı, bakışlarına bir canlılık geldi; hepsi boynunu uzatıp gözlerini dikkatle başrahibe dikti, Kral Artus’la ilgili bir anekdot dinlemek arzusuyla yanıp tutuşmaya başladı. Başrahip Gebhard öğrencilerinin yüzlerinde gezdirdi bakışlarını; öğrencilerin gözlerinin içindeki ifadeyi okumuştu, sevecen bir sitemle şöyle dedi: “Şunlara da bakın! Kral Artus’un yaşamına ilişkin bir anekdot anlatacak oldum mu kulaklarını diker, açgözlülükle ne söyleyeceğimi beklerler. Ama Tanrı’dan söz açmak istedim mi uyuklamaya başlarlar!”
Elimdeki eski kitabı yerine koyup pencereye yöneldim. Aşağıda, sis mavisi içinde çarşaf gibi serilmiş yatan göl, yavaş yavaş bir loşluktan içeri kayıyordu; karşıdaki köy evlerinin aydınlık pencereleri ışıl ışıl parıldıyor, Thurgau Dağlarını örten ormanlar arasında karla kaplı sarı soluk alanlar dar şeritler halinde uzanıp gidiyordu. Gölün bizi birbirimizden ayırdığı dağlar öylesine güzel, öylesine suskun bir görkemle dumanlı yücelere tırmanıyor, usul usul bastıran kış gecesinde öylesine sessiz ve mutlu dinleniyordu ki, bir an, şimdi bu dağlar üzerinde eğleşsem, benden bahtiyarı olmaz, dünyanın tüm gizlerini bilip öğrenirdim gibi bir duyguya kapıldım. Dağların doruklarındaki soluk renkli karın, benim evin çatısındaki kardan apayrı bir duruşu vardı, dağların tepelerinde kayınlar ve karaçamlar adeta bir esriklik havasını soluyordu, güzelliklerine akıl sır erecek gibi değildi, yakından hiç böyle görmemiştim onları; kim bilir, belki de Tanrı’nın kendisi o tepelerde, o yamaçlarda gezip dolaşıyordu; karşısına çıkacak biri ona dokunup onu selamlayabilir, burnunun hemen ucunda dikilip gözlerinin içine bakabilirdi.
Evet, oralarda, karşıda! Oysa burada, benim güzel, benim sessiz köyceğizimde, benim tepemde, benim ormanımda gezip dolaşan bir Tanrı’nın varlığını düşünmeyi pek göze alamıyor, böyle bir Tanrı’nın eline dokunamıyor, ayak seslerini işitemiyorum; hep karşıda arıyorum Tanrı’yı, gölün üstünde, o ince sisin ardında. Daha bizim köyde durum böyleyken, o koca kentlerimizin birinde yaşasaydım, nasıl olurdu kim bilir? Münih’te örneğin, Zürih’te, Stuttgart’ta ya da Dresden’de? Bu kentlerde bir yer var mıdır acaba Tanrı’yla yüz yüze geldiğimde utanç duymayayım, irkilmeyeyim ansızın? Hangi kapıyı çalmalı, hangi taşı kaldırmalı ki, Kral Artus’a ilişkin bir öykü dinlemek için can atan birileriyle karşılaşılmasın bu kentlerde? Bir iki gün önceydi, bir sanatçı dostum bir ara, “Bu ülkedeki kentlerin hangisinde şöyle adam gibi güzel güzel yaşanabilir acaba?” diye bir soru attı ortaya. Bunun üzerine baş başa verdik, düşünüp taşındık, pek çok kent ismi çıktı ağzımızdan, pek çok kent seçtik, sonra seçtiğimizi beğenmeyip bıraktık yine, ömür boyu ya da uzunca süre içinde yaşamak isteyeceğimiz bir kenti bir türlü ele geçiremedik. Bu yüzden değil mi birimiz orda, birimiz burda, köylerde, dağlarda bayırlarda, taşra evlerinde yaşıyor şimdi; kimimiz Tirol’de, kimimiz deniz kıyısında, kimimiz yazıda yabanda, kimimiz Konstanz Gölü’nün kıyısında barınıp gidiyor. Hep birlikte aynı yere gidip yaşamayı göze alamıyor, şöyle yurt deyip bağrımıza basacağımız bir kenti bulamıyoruz bir türlü. Böyle mi olmalıydı peki? Çokluk bunun üzerinde serinkanlı düşündüm, acaba her vakit böyle miydi diye sordum kendi kendime. Ne var ki, insanı düze çıkaracak bir soru değil bu; çünkü bizim dünya tarihi dediğimiz şeyi açıkyüreklilikle inceleyecek bir kimse görüp anlayacaktır ki, geçmişte kalmış her çağ, her yaşam biçimi, her kültür, kapısı yüzlerce mühürle mühürlenmiş olarak durur önümüzde ve bilmecemsiliğini hiç yitirmeden hep de öyle duracaktır.
Oracıkta dikilmiş, Heisterbach manastırındaki başrahibi, Tanrı’yı ve Kral Artus’u düşünüyordum. Bakışlarım dizi dizi kitaplar üzerinde geziniyordu; her zaman gözbebeğim gibi üzerlerine titrediğim kitaplardan pek çoğu ölüydü adeta, bana pek bir şey söylemiyordu; ama sağda solda kahverengi eski bir kitap cildinin, deriden bir kitap sırtının yaşam fışkıran keskin bakışlarla beni süzdüğünü görüyordum. Güzelce sıralanmış duruyor ve bekliyor hepsi, her birinin de içinde Tanrı var, ama ancak belli saatlerde konuşuyor. Kendisiyle yüz yüze gelmek istemeyip şöyle eğlenceli bir öykü okumaya kalksam, çokluk o başrahibin anekdotundaki gibi oluyor tıpkı; okumaya heveslendiğim eğlenceli öyküden sevecen-hüzünlü bir göz bana bakıyor, birinin şöyle seslendiğini işitir gibi oluyorum: “Ama Tanrı’dan söz açacak oldum mu, uyuklamaya başlarsınız.”
1904
1 Gottfried Keller’in bir romanı. (ed. n.)
2 Cäsarius von Heisterbach, Zisterzienser manastırı keşişi (doğ. 1180 Köln, öl. 1240); dinsel anekdotları ve söylenceleri içeren Dialogus miraculorum isimli, kültür tarihi bakımından değerli bir kitap yazdı. (ç. n.)
3 Artus, Arthur; Britanya keltlerinin yaklaşık İ.S. 500 tarihlerinde yaşamış efsanevi kralı; kralın meclisinde yer alan, aralarında Erec, Lancelot, Iwein, Parzival, Tristan gibi kişilerin de bulunduğu 12 yiğit şövalye ve bir değerli taştan ya da çanaktan oluşan Gral isimli mucizevi nesneyi arayış, eski Fransız ve Ortaçağ destanlarının odak noktasında yer alır. (ç. n.)
Öldürmeyeceksin kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Öldürmeyeceksin
Deneme
Yazar: Hermann Hesse
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları