Varoluşçuluk´un babası sayılan Jean-Paul Sartre (1905-1980) Aydınlanma Çağından bu yana çağının tanığı ve bilinci (vicdanı) olabilmiş, edebiyata, felsefeye ve politikaya ilişkin görüşleriyle çağını etkilemiş, tartışmalara yol açmış ender bir yazar. Duvar´da yazarın beş öyküsü yer alıyor. Kitaba adını veren Duvar adlı öyküde, Frankocular tarafından ölüme mahk-m edilen bir cumhuriyetçinin direncini yitirip bir arkadaşını ele verişi; Oda´da kocasının deliliğini paylaşmaya çalışan Eve´in çabaları, çağcıl Erostrates´te kalabalığın üzerine ateş ettikten sonra teslim olan Paul Hilbert´in gerçeküstücü eylemi; Gizlilik´te iktidarsız kocasını daha erkeksi biri için terk eden `soğuk´ bir kadının öyküsü ele alınıyor. Son öykü Bir Yöneticinin Çocukluğu´nda ise bir sanayi yöneticisi olmaya hazırlanan Lucien´in cinsel gelişimine koşut olarak düşünsel bunalımları işleniyor. Bunalımlar çağı olmak özelliğini sürdüren yirminci yüzyılı ve onun insanını tanımak için Duvar vazgeçilmez bir kitap.
Duvar
Bizi büyük, beyaz bir odaya soktular, gözlerim kırpışmaya başladı, ışık gözlerimi rahatsız ediyordu. Sonra bir masa ve masanın arkasında dört herif gördüm, sivildiler, kâğıtlara bakıyorlardı. Öteki tutukluları dip tarafa yığmışlardı; onların yanına kadar gidebilmemiz için bütün odayı baştan başa geçmemiz gerekiyordu. Aralarından pek çoğunu tanıyordum; ötekiler yabancı olmalıydılar. Önümde duran ikisi, yuvarlak kafalı, sarışındı. Birbirlerine benziyorlardı. Fransızdılar sanıyorum. Küçük olan durmadan pantolonunu yukarı çekiyordu; sinir işte.
Bu üç saate yakın sürdü. Sersemlemiştim; kafam bomboştu. Ama oda iyiden iyiye sıcaktı; bu da hoşuma gitmiyor değildi; yirmi dört saatten beri buz kesmiştik. Muhafızlar tutukluları birbiri ardı sıra masanın önüne götürüyorlardı. O zaman dört herif, tutuklulara, adlarını ve işlerini soruyordu.
Çoğu zaman pek derine inmiyorlar ya da “Mühimmat depoları sabotajına katıldın mı?”, “Ayın dokuzunda sabahleyin neredeydin, ne yapıyordun?” gibi şuradan buradan sorular soruyorlardı. Yanıtları dinlemiyorlardı, dinler gibi bile görünmüyorlardı. Bir an susuyor, dosdoğru önlerine bakıyor, sonra da yazmaya koyuluyorlardı. Tom’a, Uluslararası Tugaylar’da çalışıp çalışmadığını sordular. Ceketinde ele geçirilen kâğıtlar yüzünden Tom aksini söyleyemiyordu. Juan’a hiçbir şey sormadılar, ama adını söyledikten sonra uzun uzun bir şeyler yazdılar.
“Anarşist olan erkek kardeşim Jose’dir,” dedi Juan. “Artık burada olmadığını pekâlâ biliyorsunuz. Ben hiçbir partiden değilim, hiç siyasetle uğraşmadım.”
Yanıt vermediler. Juan yine, “Ben bir şey yapmadım. Başkalan uğruna gürültüye gitmek istemiyorum,” dedi.
Dudakları titriyordu. Bir gardiyan onu susturdu ve götürdü. Sıra bana gelmişti:
“Sizin adınız Pablo Ibbieta mı?”
“Evet,” dedim.
Herif kâğıtlara baktı.
“Ramon Gris nerede?” diye sordu.
“Bilmiyorum.”
“Ayın altısından on dokuzuna kadar onu evinizde saklamışsınız.”
“Hayır.”
Bir an bir şeyler yazdılar, sonra gardiyanlar beni çıkardı. Koridorda Tom ile Juan iki gardiyanın arasında bekliyorlardı. Yürümeye koyulduk. Tom gardiyanlardan birine sordu:
“Şimdi ne olacak?”
“Ne olmuş ki?” dedi gardiyan.
“Bu bir soruşturma mıydı, yoksa bir yargılama mı?” “Yargılamaydı,” dedi gardiyan.
“Peki, şimdi bizi ne yapacaklar?”
Gardiyan, kuru kuru, “Karar size hücrelerinizde bildirilecek,” dedi.
Gerçekte bize hücre olarak verilen yer hastanenin mahzenlerinden biriydi. Burası, hava akımı yüzünden korkunç soğuktu. Bütün gece buz kestik; gündüz de bundan daha iyi değildi durum. Bundan önceki beş günü Ortaçağ’dan kalma bir çeşit zindan olan başpiskoposluk mahzeninde geçirmiştim. Çok tutuklu olmasına karşın yer az olduğundan neresi olursa olsun yerleştiriyorlardı. Ben kendi yerimden yana şikâyetçi değildim, soğuktan üşümüyordum ama yalnızdım orada; aradan zaman geçince her şey katlanılmaz olur. Mahzende başkaları da vardı. Juan hiç konuşmuyordu. Korkuyordu ve üstelik söyleyecek bir sözü olmayacak kadar gençti. Tom konuşkandı ve îspanyolcayı iyi biliyordu.
Mahzende bir bank ve saman dolu dört şilte vardı. Gardiyanlar bizi getirip bırakınca oturduk, sessizce beklemeye koyulduk. Bir süre sonra Tom, “İşimiz bitik,’ dedi.
“Bence de,” dedim. “Ama bana öyle geliyor ki ufaklığa bir şey yapmayacaklar.”
“Ona bir suç yükleyemezler,” dedi Tom. “O eylemcilerden birinin kardeşi, hepsi bu.”
Juan’a baktım; söylenenleri duyar gibi bir hali yoktu. Tom yeniden söze başladı:
“Saragosa’da ne yapmışlar, biliyor musun? Adamlan yerlere yatırmış, sonra üzerlerinden kamyonlarla geçmişler. Bunu bize asker kaçağı bir Faslı söyledi. Mermi harcamamak için böyle yaptıklarını söylüyorlarmış.”
“Ama onun yerine benzin harcıyorlar,” dedim.
Tom’a sinir olmuştum; böyle şeyler söylememeliydi. “Yolda dolaşan subaylar var,” diye devam etti, “elleri ceplerinde, ağızlarında sigara, olanları seyrediyorlar. Adamların işini bitirdiklerini mi sanıyorsun? Hepsine vız geliyor. Bağıra bağıra gebermelerine aldırmıyorlar bile. Bazen bir saat sürüyor. Faslı diyordu ki, bunu ilk gördüğünde neredeyse kusuyormuş.”
“Burada da böyle yapacaklarını sanmıyorum,” dedim. “Ama cephaneleri yetersizse, bilemem.”
Solda, tavana açılmış, gökyüzüne bakan yuvarlak bir yarıktan ve dört hava deliğinden içeri ışık giriyordu. Çoğunlukla bir kapakla kapalı duran bu yuvarlak yanktan mahzene kömür boşaltılırmış. Tam deliğin altında kalın bir toz yığını vardı. Kömür hastaneyi ısıtsın diye getirilmişti, ama savaşın başlamasıyla hastalar hastaneden çıkarılmış, kömür de orada işe yaramaz bir halde kalmıştı. Yukarıdan içeri yağmur giriyordu, çünkü kapağı kapatmayı unutmuşlardı.
Tom titremeye başladı.
“Tanrım, titriyorum,” dedi. “İşte yine başlıyor.”
Ayağa kalktı, el kol hareketleri yapmaya başladı. Her hareketiyle beyaz ve kıllı göğsünü saran gömleği aralanıyordu. Yere sırtüstü uzandı, bacaklarını havaya kaldırdı, makas hareketleri yaptı. İri sağrısının titrediğini görüyordum. Tom topuz gibiydi, ama yağlıydı da. Tüfek mermilerinin ya da süngü uçlarının tıpkı bir topak tereyağına dalar gibi bu yumuşak et yığınına gömülüvereceğini düşündüm. Tom sıska olsaydı aynı şey aklıma gelmeyecekti.
Ben o kadar üşümüyordum, ama sanki kollarımla omuzlarım benim değildi. Zaman zaman bir şeyim eksikmiş gibi geliyordu da etrafta ceketimi aramaya koyuluyordum, sonra birden ceketi bana vermedikleri aklıma geliyordu. Bu daha da kötüydü. Elbiselerimizi kendi askerlerine vermek için almışlardı ve kala kala bize gömleklerimiz kalmıştı; bir de hastanede yatan hastaların yaz ortasında giydikleri bu keten pantolonlar. Bir süre sonra Tom kalktı, oflaya puflaya gelip yanıma çöktü.
“Isındın mı?”
“Ne gezer, soluğum kesildi.”
Akşamın saat sekizine doğru yanında iki Falanjist ile bir komutan içeri girdi. Elinde bir yığın kâğıt vardı. Gardiyana seslendi:
“Nedir onların adları? Şu üçünün?”
“Steinbock, Ibbieta, Mirbal,” dedi gardiyan.
Komutan kelebekgözlüğünü taktı, elindeki listeye baktı:
“Steinbock… Steinbock… îşte. ölüme mahkûm edildiniz. Yarın sabah kurşuna dizileceksiniz.”
Yine baktı, “Öteki ikisi de aynı,’ dedi.
“Olamaz!’ dedi Juan. “Ben değilim.”
Komutan, şaşkın bir tavırla ona baktı:
“Sizin adınız nedir?”
“Juan Mirbal,” dedi.
“îyi ya, adınız işte burada,’ dedi komutan, “ölüme mahkûm edildiniz.”
“Ben hiçbir şey yapmadım ki,” dedi Juan.
Komutan omuz silkti, Tom’la bana döndü:
“Bask mısınız?”
“Yok, Bask değiliz.”
Canı sıkılmış gibiydi.
“Bana üç tane Bask olduğunu söylediler. Onlann peşinden koşup zaman kaybedemem. Papaz istemezsiniz herhalde, değil mi?”
Yanıt bile vermedik.
“Şimdi bir Belçikalı doktor gelecek,” dedi komutan. “Geceyi sizinle geçirmek için emir aldı.”
Askerce selam verip çıktı.
“Evet,” dedim, “olan, ufaklığa oldu.”
Bunu adil olmak için söylüyordum, ama ufaklığı sevmiyordum. İpince bir yüzü vardı; korku, ıstırap yüzünü yüz olmaktan çıkarmıştı, bütün çizgilerini bozmuştu. Üç gün öncesine kadar canlı bir oğlandı; böyleşinden hoşlanabilir insan. Ama şimdi yaşlı bir ibneye benziyordu, ne yapılsa ne edilse bir daha gençleşemeyeceğini düşünüyordum. Ona biraz şefkat göstermek hiç de fena olmazdı, ama şefkat beni tiksindiriyor, giderek midemi bulan diriyordu.
Tek söz söylemedi, ama kül gibi oldu. Yüzü ve elleri kül gibiydi. Tekrar yerine oturdu; iri iri açılmış gözleri toprağa baktı. Tom temiz yürekliydi. Onu kucaklamak istedi, ama ufaklık, yüzünü buruşturarak kendini sertçe çekiverdi.
“Bırak,” dedim, alçak sesle. “Neredeyse zırlamaya başlayacak, görüyorsun.”
Tom ister istemez boyun eğdi. Ufaklığı avutmuş olsaydı, bununla meşgul olur, kafasını kendine takmazdı. Ama bu benim canımı sıkıyordu; ölümü hiç düşünmemiştim, çünkü böyle bir fırsat olmamıştı, ama şimdi fırsat vardı ve bunu düşünmek dururken neden başka şeyler yapmalıydı?
Tom konuşmaya başladı.
“Sen herifleri hakladın mı?” diye sordu bana.
Yanıt vermedim. Ağustos başından beri altı adam hakladığını anlatmaya başladı. Durumu pek anlamıyordu; anlamak istemediğini de açıkça görüyordum. Ben de tam tamına ne olup biteceğini canlandıramıyordum kafamda; çok acı çekilip çekilmeyeceğini kendi kendime soruyordum, kurşunlan düşünüyordum, bedenimi delip geçen yakıcı sivriliklerini hayal ediyordum. Gerçek sorun bütün bunların dışındaydı, ama ben sakindim. Anlamak için önümüzde bütün bir gece vardı. Bir süre sonra Tom konuşmasını kesti. Gözucuyla Tom’a baktım. Onun da kül gibi olduğunu gördüm; zavallı bir görünüşü vardı. “Başlıyor!” dedim kendi kendime. Neredeyse gece oluyordu, hava delikleri ve kömür yığını boyunca donuk bir ışık süzülüyor, gökyüzünün altında iri bir leke yapıyordu. Tavanın deliğinden belli belirsiz bir yıldız görüyordum. Gece açık ve ayaz olacaktı.
Kapı açıldı, iki gardiyan içeri girdi. Belçika üniforması giymiş kumral bir adam geliyordu arkalarından. Bizi selamladı.
“Ben doktorum,” dedi. “Bu güç durumda yanınızda bulunmak için emir aldım.”
Hoş ve kibar bir sesi vardı.
“Buraya ne yapmaya geldiniz?” dedim.
“Kendimi sizin yerinize koyuyorum. Şu birkaç saatinizin ağırlığını hafifletmek için elimden geleni yapacağım,” dedi.
“Neden bizim yanımıza geldiniz? Başkaları da var, hastaneler onlarla dolu.”
“Beni buraya yolladılar,” dedi şaşkın bir tavırla. “Ah! Sigara içmek ister misiniz?” diye ekledi birden. “Sigara da var, puro da.”
Bize İngiliz sigaraları ve purolar sundu. Ama reddettik. Gözlerinin içine bakıyordum; sıkılmış gibiydi.
“Siz, buraya acıyıp ilgilenmeye gelmediniz,” dedim. “Zaten sizi tanıyorum. Beni tutukladıkları gün sizi, faşistlerle kışlanın avlusunda görmüştüm.”
Daha da konuşacaktım ama birden beni şaşırtan bir şey oldu: Bu doktorun burada olması beni kendi kendimle ilgilenmekten alıkoymuştu. Çoğunlukla ben bir insanın üstüne düştüm mü kolay kolay bırakmam. Yine de konuşma isteği kaybolup gitti içimden; omzumu silktim, gözlerimi çevirdim. Biraz sonra başımı kaldırdım; meraklı bir tavırla beni süzüyordu. Gardiyanlar bir saman minderin üstüne oturmuşlardı. Koca sıska Pedro başparmaklarını çeviriyor, öteki de uyumamak için zaman zaman başını oynatıyordu.
Pedro birden, “Işık ister misiniz?” diye sordu doktora. Beriki başıyla, “Evet,” dedi. Doktorun bir meşe odunu kadar kafasız olduğunu düşünüyordum, ama kuşkusuz, kötü yürekli değildi. Soğuk, mavi iri gözlerine ba kınca bana öyle geldi ki bu adam daha çok hayal gücü eksikliği yüzünden bu haldeydi. Pedro çıktı; bir gaz lambasıyla geri döndü, lambayı sıranın köşesine koydu. Kötü aydınlatıyordu, ama hiç yoktan iyiydi. Geçtiğimiz gece bizi karanlıkta bırakmışlardı. Lambanın tavana vuran yuvarlak ışığına şöyle bir süre baktım. Büyülenmiştim. Sonra birden kendime geldim, ışığın yuvarlağı silindi, koskoca bir yük altında ezildiğimi hissettim. Bu ne ölüm düşüncesiydi, ne de korku; bu adsız bir şeydi. Elmacıkkemiklerim yanıyordu ve kafam berbattı.
Silkindim, iki yoldaşıma baktım. Tom başını ellerinin arasına gizlemişti, ancak kalın ve beyaz ensesini görüyordum. Küçük Juan bütün bütün dağılmıştı; ağzı açıktı, burun delikleri titriyordu. Doktor ona yaklaştı, sanki ona güç vermek istercesine elini omzuna koydu; ama gözleri soğuk soğuk bakıyordu. Sonra Belçikalının elinin sinsice Juan’ın kolu boyunca aşağıya, bileğine kadar indiğini gördüm. Juan kayıtsızca kendini bıraktı. Belçikalı dalgın bir tavırla bileği üç parmağı arasına aldı, aynı anda biraz geri çekildi ve bana sırtını dönmek için şöyle bir yerleşti. Ama ben geriye kaykıldım; saatini çıkardığını ve ufaklığın bileğini elinden bırakmadan bir süre tuttuğunu gördüm. Sonra hareketsiz duran eli bırakıverdi ve gitti duvara yaslandı, acele not etmesi gereken çok önemli bir şey varmış gibi birden cebinden bir defter çıkardı, oraya bir şeyler çiziktirdi. Aşağılık herif diye geçirdim içimden kızgınlıkla, benim de nabzımı yoklamaya kalkma sakın, pis ağzının orta yerine yerleştiririm yumruğu.
Gelmedi, ama bana baktığını hissediyordum. Başımı kaldırdım, ben de ona baktım. Kimliği belirsiz bir sesle sordu:
“İnsan burada buz keser, öyle değil mi?”
Üşümüş bir hali vardı, morarmıştı.
Kitaptan tadımlık bir bölümü okumak için aşağıdaki PDF bağlantısına tıklayın.
PDF indirDuvar kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Duvar
Edebiyat
Ödüllü
Roman
Yazar: Jean-Paul Sartre Sartre