Kendisine Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandıran Körlük adlı yapıtı ile dünya çapında geniş bir okur kitlesine ulaşan Jose Saramago, Görmek romanı ile bu kez de okurlarını hikayenin devamına tanıklık etmeye çağırıyor. Fakat halk körlükten kurtulup gözlerini açtığında, işler hiç de beklendiği gibi yolunda gitmeyecek…
Körlük’ün devam romanı olarak 2004 yılında okurlarıyla buluşan Görmek, yazarın özgün tarzını ve kurgu alanındaki gücünü bir kez daha gözler önüne seriyor. Distopik roman kategorisinde dünyanın en güçlü eserleri arasında gösterilen bu yapıt, okurlarına hem hiç sona ermesini istemeyecekleri hem de bir solukta bitirmek isteyecekleri bir okuma keyfi sunuyor. Roman, aynı zamanda dünyadaki toplum ve yönetim sistemlerine dair ufuk açıcı bir rehber niteliği taşıyor.
Pilar’a, her gün
Manuel Vazquez Montalban’a, yaşayan
Uluyalım, diyor köpek.
SESLER KİTABI
Ne berbat hava, diye yakındı on dört numaralı oy verme bürosunun, kalbi dışarı uğrayacakmış gibi atan sandık kurulu başkanı, üzerinden zırıl zırıl sular akan şemsiyesini sertçe kapatıp arabasını bıraktığı yerden adımını içeri attığı kapıya kadar kırk metre soluk almadan koşmasına karşılık pek işe yaramamış olan gabardin yağmurluğunu sırtından çıkarırken. Umarım en son gelen ben değilim, dedi, rüzgârın üfürdüğü, her yanı sele boğan yağmur sağanağından korunmak için onu biraz kuytuda bekleyen sekretere. Yardımcınız henüz gelmedi ama daha vakit var, dedi sekreter, onu rahatlatmak için, Böyle bir tufanda herkesin buraya gelmiş olması kahramanlık sayılır, dedi başkan oy verme bürosuna girerken. Önce, oy sayımını yapacak masa arkadaşlarına, sonra parti temsilcilerine ve yardımcılarına selam verdi. Herkese aynı sözcükleri kullanmaya özen gösterdi, yüz ifadesinde ve ses tonunda siyasal eğilimlerini ele verecek en küçük belirti yoktu. Bu kadar sıradan bir seçim ekibinin başında bile olsa, bir başkanın her türlü koşulda en katı tarafsızlıkla hareket etmesi ya da başka deyimle, zevahiri kurtarması gerekir.
Salonda yalnızca loş bir avluya bakan iki dar pencere bulunduğundan, güneşli havalarda bile havayı daha boğucu kılan nemin dışında, yerel bir deyimle söyleyecek olursak, bıçakla kesilebilecek bir devinimsizlik (huzursuzluk) vardı. Seçimler ertelenseydi daha iyi olurdu, dedi mep, yani merkez parti temsilcisi, yağmur dünden beri sürekli yağıyor ve (her yeri sular seller götürüyor) sellerden, su baskınlarından geçilmiyor; sandık başına gitmeyenlerin sayısı bu kez tavana vuracak. Sap, yani sağ parti temsilcisi başıyla onayladı ama yapacağı katkının bir yorum değeri kazanması gerektiğini düşündü, Bu riski azımsamıyorum elbette, bununla birlikte yurttaşlarımızın daha başka birçok durumda sergilediği kayda değer yurttaşlık bilincinin bu kez de kendini göstereceğini umut etmemiz gerektiğini düşünüyorum, çünkü onlar bu bilince, oh evet, bu belediye seçimlerinin başkentin geleceği için ne büyük önem taşıdığının bilincine kesinlikle varmış durumda. Bundan sonra, ikisi de, yani mep temsilcisi ile sap temsilcisi, yarı kuşkulu, yarı alaycı bir hava içinde, ne gibi bir düşünce ileri sürebileceğini anlamak için merakla sop, yani sol parti temsilcisine döndü. Tam o anda, başkan vekili üzerindeki su damlalarını silkeleyerek salona girdi, böylelikle sandık kurulu tamamlanmış oldu ve beklendiği gibi, sıradan bir resmilikle değil, ateşli biçimde karşılandı. Dolayısıyla sop temsilcisinin konu hakkındaki düşüncelerini öğrenemedik ama önceki bazı davranışları dikkate alınacak olursa, kamunun da çok iyi bildiği gibi kendini tarihsel iyimserlik doğrultusunda ifade edeceğini, örneğin şöyle bir tümce kullanmaktan geri durmayacağını düşünebiliriz: Benim partimin seçmenleri böyle önemsiz şeylere pabuç bırakmaz, önemsiz birkaç su damlası yüzünden evlerinde çakılıp kalacak insanlar değildirler. Aslında söz konusu olan önemsiz birkaç damla değil, kovalarca su, sağanaklar, nil, iguaçu ve yang-tse kiang ırmaklarının akıttığı suydu ama inanç –tanrı onu her zaman kutsasın–, gücüne başvuranların yolundaki dağları ortadan kaldırması bir yana, onları tufanı andıran sağanakların içine sokup hiç ıslanmadan çıkarabilirdi.
Kurul oluşturuldu, herkes kendi yerine geçip kuruldu, başkan gerekli belgeyi imzaladı ve sekretere, yasa gereği, belgeyi binanın kapısına asmasını buyurdu; ne var ki adam aceleyle, temel bir iyi niyet gösterisinde bulunarak o kâğıdın duvarda bir dakika bile durmayacağını, üzerindeki mürekkebin iki saniye sonra silineceğini, üçüncü saniyede de rüzgârın onu uçuracağını anımsattı. Öyleyse onu içeri, rüzgârın erişemeyeceği bir yere asın, yasa bu konuda bir şey söylemiyor, önemli olan belgenin herkesin görebileceği bir yere asılmış olması. Büro üyelerine kendisiyle aynı düşüncede olup olmadıklarını sordu, herkes “olur” dedi ama sap temsilcisi, her türlü itirazın önüne geçilebilmesi için durumun bir tutanakla saptanmasında diretti. Sekreter kendisine verilen ıslak görevi yerine getirip geri döndüğünde, başkan ona dışarıda havanın nasıl olduğunu sordu. Aynen devam ediyor, yalnızca kurbağaların hoşuna gidecek bir hava, Orada, dışarıda seçmenler var mı, Değil seçmen, gölgesi bile yok. Başkan ayağa kalktı, büro üyeleriyle parti temsilcilerini, seçmenlerin gün boyunca, içinde siyasal seçimlerini yapacakları oy kabininin bu seçime hiçbir şekilde gölge düşürmeyecek nitelikte olduğundan emin olmak için kendisiyle birlikte denetlemeye çağırdı. Bu formalite yerine getirildikten sonra geri dönüp seçmen listelerini incelediler ve onlarda da kuşku uyandıracak hiçbir düzensizlik, kusur ve başka eksiklik bulunmadığını keşfettiler. Başkanın seçim sandığını seçmenlerin gözü önünde açıp içinin boş olduğundan emin olacakları, böylelikle, ertesi gün, bir gece önce suç sayılabilecek hiçbir girişimde bulunulmadığı ve bunun sonucu olarak yurttaşların özgür ve bağımsız siyasal iradelerine saldırı niteliği taşıyacak sahte oy pusulaları konulmadığı, pitoresk bir deyimle seçim hilesi adı verilen tarihsel sahtekârlığın –bunun, o işi yapacak olanların becerisine ve suç ortaklıklarının derecesine bağlı olarak seçimden önce, seçim sırasında ve sonrasında yapılabileceğini de unutmayalım– o sandıkta bir kez daha yinelenmediği konusunda tanıklık etmelerini sağlayacak törensel an gelmişti. Sandık boş, temiz ve lekesizdi ama salonda tek bir seçmen, oy atmaya gelmiş, o toplantı yerini kendisine sergileyebilecekleri, onlara tanıklık edebilecek tek bir âdem baba yoktu. Yolunu kaybetmiş biri tufanla boğuşarak ve deli gibi esen rüzgâra kafa tutarak, oy verme hakkına sahip bir yurttaş olduğunu gösteren belgeyi göğsünün üzerine bastırmış dışarıda dolaşıyordu belki, ama onun da oy bürosuna ulaşabilmek için çekeceği müthiş zorluğu görüp evine dönmeye karar vermeyeceğini; böylelikle kentin yazgısını, kendisini oy bürosuna bırakıp görevini yerine getirdikten sonra yine o kapıdan alacak siyah bir otomobilin arka koltuğuna kurulacak birine bırakmayacağını kim bilebilirdi.
O ülkenin yasası, oy bürosunun düzenini denetlendikten hemen sonra başkanın, oy sayıcılarının ve parti temsilcileriyle vekillerinin oy kullanmalarını öngörüyordu; elbette seçmen listelerinde yer almış olmaları kaydıyla, ki öyleydiler. Acele etmeseler bile sandığa, on bir adet oy pusulasının atılması için dört dakika yeterliydi. Başka bir çare bulamadıkları için beklemeye başladılar. Aradan yarım saat geçmemişti ki kaygılanan başkan, oy sayıcılardan birini ufukta bir seçmeninin belirip belirmediğine bakması için gönderdi, belki de seçmenler gelmişti ama rüzgâr kapattığı için kapıdan içeri giremeyip Ne berbat hava, diye yakındı on dört numaralı oy verme bürosunun, kalbi dışarı uğrayacakmış gibi atan sandık kurulu başkanı, üzerinden zırıl zırıl sular akan şemsiyesini sertçe kapatıp arabasını bıraktığı yerden adımını içeri attığı kapıya kadar kırk metre soluk almadan koşmasına karşılık pek işe yaramamış olan gabardin yağmurluğunu sırtından çıkarırken. Umarım en son gelen ben değilim, dedi, rüzgârın üfürdüğü, her yanı sele boğan yağmur sağanağından korunmak için onu biraz kuytuda bekleyen sekretere. Yardımcınız henüz gelmedi ama daha vakit var, dedi sekreter, onu rahatlatmak için, Böyle bir tufanda herkesin buraya gelmiş olması kahramanlık sayılır, dedi başkan oy verme bürosuna girerken. Önce, oy sayımını yapacak masa arkadaşlarına, sonra parti temsilcilerine ve yardımcılarına selam verdi. Herkese aynı sözcükleri kullanmaya özen gösterdi, yüz ifadesinde ve ses tonunda siyasal eğilimlerini ele verecek en küçük belirti yoktu. Bu kadar sıradan bir seçim ekibinin başında bile olsa, bir başkanın her türlü koşulda en katı tarafsızlıkla hareket etmesi ya da başka deyimle, zevahiri kurtarması gerekir.
Salonda yalnızca loş bir avluya bakan iki dar pencere bulunduğundan, güneşli havalarda bile havayı daha boğucu kılan nemin dışında, yerel bir deyimle söyleyecek olursak, bıçakla kesilebilecek bir devinimsizlik (huzursuzluk) vardı. Seçimler ertelenseydi daha iyi olurdu, dedi mep, yani merkez parti temsilcisi, yağmur dünden beri sürekli yağıyor ve (her yeri sular seller götürüyor) sellerden, su baskınlarından geçilmiyor; sandık başına gitmeyenlerin sayısı bu kez tavana vuracak. Sap, yani sağ parti temsilcisi başıyla onayladı ama yapacağı katkının bir yorum değeri kazanması gerektiğini düşündü, Bu riski azımsamıyorum elbette, bununla birlikte yurttaşlarımızın daha başka birçok durumda sergilediği kayda değer yurttaşlık bilincinin bu kez de kendini göstereceğini umut etmemiz gerektiğini düşünüyorum, çünkü onlar bu bilince, oh evet, bu belediye seçimlerinin başkentin geleceği için ne büyük önem taşıdığının bilincine kesinlikle varmış durumda. Bundan sonra, ikisi de, yani mep temsilcisi ile sap temsilcisi, yarı kuşkulu, yarı alaycı bir hava içinde, ne gibi bir düşünce ileri sürebileceğini anlamak için merakla sop, yani sol parti temsilcisine döndü. Tam o anda, başkan vekili üzerindeki su damlalarını silkeleyerek salona girdi, böylelikle sandık kurulu tamamlanmış oldu ve beklendiği gibi, sıradan bir resmilikle değil, ateşli biçimde karşılandı. Dolayısıyla sop temsilcisinin konu hakkındaki düşüncelerini öğrenemedik ama önceki bazı davranışları dikkate alınacak olursa, kamunun da çok iyi bildiği gibi kendini tarihsel iyimserlik doğrultusunda ifade edeceğini, örneğin şöyle bir tümce kullanmaktan geri durmayacağını düşünebiliriz: Benim partimin seçmenleri böyle önemsiz şeylere pabuç bırakmaz, önemsiz birkaç su damlası yüzünden evlerinde çakılıp kalacak insanlar değildirler. Aslında söz konusu olan önemsiz birkaç damla değil, kovalarca su, sağanaklar, nil, iguaçu ve yang-tse kiang ırmaklarının akıttığı suydu ama inanç –tanrı onu her zaman kutsasın–, gücüne başvuranların yolundaki dağları ortadan kaldırması bir yana, onları tufanı andıran sağanakların içine sokup hiç ıslanmadan çıkarabilirdi.
Kurul oluşturuldu, herkes kendi yerine geçip kuruldu, başkan gerekli belgeyi imzaladı ve sekretere, yasa gereği, belgeyi binanın kapısına asmasını buyurdu; ne var ki adam aceleyle, temel bir iyi niyet gösterisinde bulunarak o kâğıdın duvarda bir dakika bile durmayacağını, üzerindeki mürekkebin iki saniye sonra silineceğini, üçüncü saniyede de rüzgârın onu uçuracağını anımsattı. Öyleyse onu içeri, rüzgârın erişemeyeceği bir yere asın, yasa bu konuda bir şey söylemiyor, önemli olan belgenin herkesin görebileceği bir yere asılmış olması. Büro üyelerine kendisiyle aynı düşüncede olup olmadıklarını sordu, herkes “olur” dedi ama sap temsilcisi, her türlü itirazın önüne geçilebilmesi için durumun bir tutanakla saptanmasında diretti. Sekreter kendisine verilen ıslak görevi yerine getirip geri döndüğünde, başkan ona dışarıda havanın nasıl olduğunu sordu. Aynen devam ediyor, yalnızca kurbağaların hoşuna gidecek bir hava, Orada, dışarıda seçmenler var mı, Değil seçmen, gölgesi bile yok. Başkan ayağa kalktı, büro üyeleriyle parti temsilcilerini, seçmenlerin gün boyunca, içinde siyasal seçimlerini yapacakları oy kabininin bu seçime hiçbir şekilde gölge düşürmeyecek nitelikte olduğundan emin olmak için kendisiyle birlikte denetlemeye çağırdı. Bu formalite yerine getirildikten sonra geri dönüp seçmen listelerini incelediler ve onlarda da kuşku uyandıracak hiçbir düzensizlik, kusur ve başka eksiklik bulunmadığını keşfettiler. Başkanın seçim sandığını seçmenlerin gözü önünde açıp içinin boş olduğundan emin olacakları, böylelikle, ertesi gün, bir gece önce suç sayılabilecek hiçbir girişimde bulunulmadığı ve bunun sonucu olarak yurttaşların özgür ve bağımsız siyasal iradelerine saldırı niteliği taşıyacak sahte oy pusulaları konulmadığı, pitoresk bir deyimle seçim hilesi adı verilen tarihsel sahtekârlığın –bunun, o işi yapacak olanların becerisine ve suç ortaklıklarının derecesine bağlı olarak seçimden önce, seçim sırasında ve sonrasında yapılabileceğini de unutmayalım– o sandıkta bir kez daha yinelenmediği konusunda tanıklık etmelerini sağlayacak törensel an gelmişti. Sandık boş, temiz ve lekesizdi ama salonda tek bir seçmen, oy atmaya gelmiş, o toplantı yerini kendisine sergileyebilecekleri, onlara tanıklık edebilecek tek bir âdem baba yoktu. Yolunu kaybetmiş biri tufanla boğuşarak ve deli gibi esen rüzgâra kafa tutarak, oy verme hakkına sahip bir yurttaş olduğunu gösteren belgeyi göğsünün üzerine bastırmış dışarıda dolaşıyordu belki, ama onun da oy bürosuna ulaşabilmek için çekeceği müthiş zorluğu görüp evine dönmeye karar vermeyeceğini; böylelikle kentin yazgısını, kendisini oy bürosuna bırakıp görevini yerine getirdikten sonra yine o kapıdan alacak siyah bir otomobilin arka koltuğuna kurulacak birine bırakmayacağını kim bilebilirdi.
O ülkenin yasası, oy bürosunun düzenini denetlendikten hemen sonra başkanın, oy sayıcılarının ve parti temsilcileriyle vekillerinin oy kullanmalarını öngörüyordu; elbette seçmen listelerinde yer almış olmaları kaydıyla, ki öyleydiler. Acele etmeseler bile sandığa, on bir adet oy pusulasının atılması için dört dakika yeterliydi. Başka bir çare bulamadıkları için beklemeye başladılar. Aradan yarım saat geçmemişti ki kaygılanan başkan, oy sayıcılardan birini ufukta bir seçmeninin belirip belirmediğine bakması için gönderdi, belki de seçmenler gelmişti ama rüzgâr kapattığı için kapıdan içeri giremeyip küfürler savurarak geri dönmüş gidiyorlardı; seçimler ertelenmiş olsaydı, hiç olmazsa onları radyo ya da televizyonla uyarma nezaketi gösterilebilirdi, ki bu kurumlar bu tür bilgilendirmeler için hâlâ işe yarıyordu. Sekreter, Rüzgârın çarptığı bir kapının ne büyük bir gümbürtü çıkardığını herkes bilir, oysa biz öyle bir ses duymadık, dedi. Oy sayıcı duraksadı, gideyim mi, gitmeyeyim mi, ama başkan üsteledi, Gidip bakın lütfen ve dikkatli olun, ıslanmayın. Kapı açıktı ve suya gömülmüştü. Oy sayıcı başını dışarı uzattı, bir o yana bir bu yana baktı ve hemen geri çekti, saçlarından zırıl zırıl sular akıyordu; başını duşun altına uzatmıştı sanki. İyi bir oy sayıcı gibi davranmak, başkanını hoşnut etmek istiyordu ve bu görevi yapmaya ilk kez çağrıldığı için, kendisinden istenenleri yerine getirirken gösterdiği çabukluğun ve kusursuzluğun takdir edilmesine önem veriyordu, kim bilir, zamanla ve kazandığı deneyimle günün birinde o da bir seçim sandığına başkanlık edebilirdi, böyle baş döndürücü yükselişlere şimdiye kadar rastlanmıştı ve bu artık kimseyi şaşırtmıyordu. Salona geri döndüğünde, üzüntüyle hınzırlık arasında kalan başkan bağırdı, Zavallı dostum, kendinizi sosa batırılmış sosise döndürmenize gerek yoktu, Hiç önemli değil sayın başkan, dedi oy sayıcı çenesindeki suları kolunun yeniyle silerek, Dışarıda kalmış birini fark ettiniz mi, Ufka kadar kimse görünmüyordu, sokağın bir su çölünden farkı yok. Başkan yerinden kalktı, masanın önünde kararsız birkaç adım attı, oy kabinine kadar gitti, içeri bir göz atıp geri döndü. Mep temsilcisi söz alarak seçime katılmayanların oranının tavana vuracağı kestirimini anımsattı, sap temsilcisi sazının yatıştırıcı telini yeniden titretti, seçmenlerin önünde oy kullanmak için tam bir gün vardı ve kötü havanın dinmesini bekliyorlardı kuşkusuz. Sop temsilcisine gelince, susmayı yeğledi, başkan vekili içeri girdiğinde söylemeye hazırlandığı sözleri söylemeye kalkacak olursa, yani, Benim seçmenlerim birkaç zavallı su damlasına pabuç bırakmaz, diyecek olursa, düşeceği gülünç durumu düşündü. Herkesin beklenti içinde kendisine baktığı sekreter, pratik bir çözüm önermeyi seçti: Bakanlığa telefon edip seçimlerin başkentte ve ülke genelinde nasıl gittiğini sormanın kötü bir fikir olmadığını düşünüyorum, böylelikle bu uygar enerji kesintisinin genel mi, yoksa oylarıyla bizi aydınlatmayan yalnızca bizim seçmenlerimiz mi öğrenmiş olurduk. Sap temsilcisi kızgın biçimde ayağa kalktı, Sap temsilcisi olarak, bay sekreterin biraz önce seçmenlere karşı kullandığı kabul edilemez, saygısızca sözlere ve alaycı ses tonuna şiddetle itiraz ettiğimin tutanağa geçirilmesini istiyorum; onlar demokrasinin en yüce koruyucularıdır, onlar olmasa diktatörlük, dünya üzerinde var olan diktatörlük türlerinden herhangi biri –ve bunların sayısı bir hayli yüksektir– bize yaşam vermiş olan bu vatanın yakasına çoktan yapışmış olurdu. Sekreter omuz silkerek sordu, Bay başkan, sap temsilcisinin isteğini dikkate almam gerekiyor mu, Sanırım buna gerek yok, hepimiz sinirli, şaşkın ve sabırsız durumdayız, böyle durumlarda insanın ağzından söylemek istemediği şeylerin çıktığını biliriz, ben bay sekreterin kimseye hakaret etmek istemediğinden eminim, sorumluluklarının bütünüyle bilincinde olan bir seçmendir o, bunun en iyi kanıtı da hepimiz gibi onun da bu tufana meydan okuyarak görevin kendisini çağırdığı yere gelmiş olmasıdır.
Bununla birlikte, bu içtenlikli minnet duygusu, benim bay sekreterden, yalnızca kendi üzerine düşen görevleri titizlikle yerine getirmekle yetinmesini, burada bulunan kişilerin kişisel ve siyasal duyarlılığını incitecek yorumlara girmekten kaçınmasını rica etmemi engellemeyecektir. Sap temsilcisi hızlı bir hareket yaptı, başkan bunu bir kabullenme olarak yorumladı ve tartışma o noktada kaldı; mep temsilcisi ise sekreterin önerisini ateşli biçimde onaylayarak duruma katkıda bulundu, Aslında, diye ekledi, bizim burada okyanusun ortasında yelkensiz ve pusulasız, direksiz ve yelkensiz ve de deposu mazotsuz kalmış kazazedelerden farkımız yok, Çok haklısınız, dedi başkan, bakanlığı arayacağım. Kenardaki bir masanın üzerinde bir telefon duruyordu, günler öncesinden hazırladığı, üzerinde yararlı bilgilerin yanı sıra, içişleri bakanlığının telefon numaraları da bulunan bir bilgi notunu cebinden çıkararak telefona uzandı.
Kısa bir konuşma oldu: Ben on dört numaralı seçim bürosunun başkanıyım ve çok kaygılıyım, burada kesinlikle tuhaf bir durum yaşanmakta, şu ana kadar tek bir seçmen bile oy kullanmaya gelmedi, oy bürosu açılalı bir saatten fazla oldu ama bir tek kişi bile boy göstermedi, evet efendim, elbette, kötü hava koşullarını, yağmuru, rüzgârı, su baskınlarını durdurmaya olanak yok; evet efendim, sabırlı olmayı ve beklemeyi sürdüreceğiz, elbette, burada bunun için bulunuyoruz, bunu bize anımsatmanıza gerek yok. Başkan bundan sonra telefon konuşmasına yalnızca baş işaretleriyle, söylenenleri onaylayarak, birkaç boğuk ünlemle ve başlayıp bitiremediği birkaç tümceyle katıldı. Telefonu kapattığında masa arkadaşlarına baktı ama aslında onları görmüyordu, gözünün önünde, bütünüyle boş salonlardan, doldurulmamış seçmen listelerinden, bekleyen başkanlardan ve sekreterlerden, birbirine kuşkuyla bakan, durumun kime kâr, kime zarar getireceğini tartmaya çalışan parti temsilcilerinden ve uzaktaki giriş kapısından kendisine doğru gelmekte olan sırsıklam, görev aşkıyla yanıp tutuşan ve ona hiç kimsenin gelmediğini söyleyen oy sayıcısından oluşan bir manzara vardı sanki. Bakanlık ne yanıt verdi, diye sordu mep temsilcisi. Ne düşüneceklerini bilemiyorlar, kötü havanın birçok insanı evine kapatması doğal ama aşağı yukarı tüm kentte burada olup bitenin aynısının meydana gelmesine hiçbir açıklama getiremiyorlar, Neden aşağı yukarı diyorsunuz, diye sordu sap temsilcisi, Bazı seçim bürolarında –ki bunların sayısı oldukça az– bazı seçmenler oy kullanmaya gelmiş, bu doğru ama anlaşıldığına göre katılma oranı son derece düşük, Peki, ülkenin geriye kalan bölümünde nasıl, diye sordu sop temsilcisi, çünkü yalnızca başkentte yağmur yağmıyor, İşin şaşırtıcı tarafı da bu zaten, yağmurun buradaki kadar şiddetli yağdığı yerler var ama bu durum insanların oralarda oy kullanmasını engellemiyor, mantıksal olarak havanın güneşli olduğu yerlerde oy kullananların sayısı daha yüksek ve bu konuda meteoroloji birimlerinin havanın öğleye doğru düzeleceğini öngördüğü anlaşılıyor, Daha da kötüye gidebilir, öğleyin işler ya daha kötü olur ya daha iyi, diyen halk deyişini unutmayın, diye anımsattı o zamana kadar hiç ağzını açmamış olan ikinci oy sayıcı. Sessizlik oldu. Sekreter bunun üzerine elini ceketinin dış ceplerinden birine soktu, cep telefonunu çıkarıp numaraları tuşladı. Karşıdan yanıt beklerken, şu açıklamayı yaptı:
Bu biraz muhammed ile dağ hakkında anlatılan öyküyü andırıyor, çünkü tanımadığımız seçmenlere neden gelip oy kullanmadıklarını soramayız, öyleyse o soruyu kendi ailemize soralım, ailemizi tanıyoruz, alo, o kadar da erken değil, benim, evet, sen hâlâ evde misin, neden oy vermeye gelmedin, yağmur yağdığını elbette biliyorum, pantolonumun bacakları hâlâ sırsıklam, evet, doğru, özür dilerim, oy vermeye öğlen yemeğinden sonra geleceğini söylediğini unuttum, elbette, sana telefon ettim çünkü burada durum biraz tuhaf, tahmin bile edemezsin, düşün ki şimdiye kadar oy vermeye kimse gelmedi, inanamıyorsun, anlıyorum, tamam, öyleyse seni bekliyorum, öpücükler. Cep telefonunu kapattı ve alaycı bir tonla: En azından bir oy garanti, karım öğleden sonra gelecek, dedi. Başkan ve büronun öteki üyeleri bakıştılar, bu örneği sürdürmek gerektiği açıktı ama içlerinden birini o işi ilk olarak yapmaya itecek kadar değil; çünkü bu, o seçmen bürosunun sekreterinin açıkgözlük ve beceriklilik konusunda orada toplanan herkesten üstün olduğunu kabul etmek anlamına gelirdi. Yağmurun yağıp yağmadığını öğrenmek için kapıya giden oy sayıcı, o bürodaki sekreterin düzeyine gelebilmek, yani cep telefonundan, şapkanın içinden göz açıp kapayıncaya kadar tavşan çıkarırcasına oy çıkarabilecek hale gelebilmek için daha bir fırın ekmek yemesi gerektiğini anlamakta hiç zorluk çekmedi. Bir köşeye çekilip ailesiyle cep telefonuyla görüşen başkan ile aynı şeyi gizlice, fısıltıyla yapan öteki üyeleri gördüğünde, kapıya gönderilen oy sayıcı, büroda bulunan ve ilke olarak resmi görüşmelerde kullanılması gereken sabit telefondan yararlanmayıp, devletin parasını soylu bir davranışla ölçülü kullanan meslektaşlarının dürüstlüğüne hayranlık duydu. Orada bulunanlar arasında, cep telefonu olmadığı için başkalarından haber beklemek durumunda olan tek kişi sop temsilcisiydi. Bu arada, ailesini taşrada bırakıp başkente gelen ve burada tek başına yaşayan adamcağızın kentte telefon edecek kimsesi olmadığını açıklarsak dürüst davranmış oluruz. Konuşmalar tek tek tamamlandı, en uzun süren konuşma da başkanınki oldu, görünüşe bakılırsa konuştuğu kişiyi hemen oraya gelmeye zorluyordu; bu işin sonu neye varacaktı, öyle ya da böyle, ilk telefon eden kendisi olmalıydı, sekreter, ayağının dibindeki otları biçmeye karar vermekle ona büyük bir iyilik etmiş olsa da o adamın anasının gözü biri olduğunu görmüştük, bizim yaptığımız gibi, hiyerarşiye saygı gösterseydi, düşüncesini üstü olan kişiye aktarmakla yetinirdi. Başkan, göğsünün bir köşesini sıkıştıran baskıdan iç geçirerek kurtuldu, telefonunu cebine koydu ve sordu: Ee, bir şey öğrenebildiniz mi. Soru, gereksiz olması dışında, nasıl demeli, kötü niyetliydi, çünkü her şeyden önce, öğrenmek denen şey söz konusuysa, herkes her zaman bir şey öğrenirdi, öğrendiği şey hiçbir işe yaramasa da… sonra, çünkü soru soranın taşıdığı unvanın içerdiği otoriteden, kendine düşen, kendi sesiyle bizzat başlatması gereken iletişim görevine yan çizmek için yararlandığı açık seçik ortadaydı. O iç geçirmeyi, konuşmanın bir yerinde sözlerinin taşıdığı, bize öyleymiş gibi gelen buyurucu ateşliliği henüz unutmamış olsak da, diyalog, onun vatandaşlık ve başkanlık sıfatının gerektirdiği kadar yumuşak, eğitici değildi, ayrıca konuştuğu kişinin aileden biri olduğu varsayılabilirdi ve o başkan şimdi aklına geleni söyleyebilecek kadar huzurlu olmadığından, ast durumunda olanları konuşmaya davet ederek zor durumdan kurtulmaya çalışıyordu ki bu, hepimizin bildiği gibi, şeflik taslamanın bir başka, daha modern biçimiydi. Büro üyelerinin ve vereceği bilgi olmadığı için başkalarını dinlemekten başka bir şey yapamayan sop temsilcisinin dışında, parti temsilcilerinin söylediklerinden anlaşıldığına göre ailelerinin kemiklerine kadar ıslanmaya hiç niyeti yoktu ve halkoylamasını desteklemek için havanın açmasını bekliyorlardı, ya da sekreterin karısı gibi, oy kullanmaya öğleden sonra gelmeyi düşünüyorlardı. Kapıya gönderilen oy sayıcı durumdan hoşnut gibi görünen tek kişiydi; yüzünde, sahip olduğu değerlerle gurur duymak için kendinde hak gören bir insanın ifadesi vardı ki bunu sözcüklerle ifade etmemiz gerekse, şöyle derdik: Bizim evde telefonu kimse açmadı, bu da onların oy kullanmak için yola koyulmuş olmalarından başka bir anlama gelemez. Başkan, yeniden yerine oturdu ve bekleyiş yeniden başladı.
İlk seçmen, yaklaşık bir saat sonra kapıdan içeri adımını attı. Herkesin beklentisinin tersine kimsenin yakını değildi ve bu durum, kapıya gönderilen oy sayıcının büyük düş kırıklığına uğramasına yol açtı. Seçmen, üzerinden sular akan şemsiyesini girişe bıraktı ve üzerindeki suların pırıl pırıl parlattığı plastik yağmurluğu ve plastik çizmeleriyle masaya doğru ilerledi. Başkan ayağa kalkmıştı, dudaklarında bir gülümseme vardı; ilerlemiş bir yaşta olan ama diri görünen bu seçmen, durumun normale döndüğünü, iyi yurttaşların ağır ağır, acele etmeden, sap temsilcisinin söylediği gibi, bu belediye seçimlerinin çok ama çok önemli olduğunun bilinciyle seçim bürosuna akın akın gelmekte olduğunun habercisiydi. Adam, kimliğini ve seçmen kartını başkana uzattı, başkan titreyen bir sesle ve neredeyse etekleri zil çalarak kart numarasını ve kart sahibinin adını okudu; kayıt görevlileri seçmen listelerini karıştırdı, kaydı buldu, adı ve numarayı yineledi, yanına bir çarpı işareti koydu; sonra, üzerinden hâlâ sular süzülen adam, elinde oy pusulasıyla oy verme kabinine doğru seğirtti ve kısa süre sonra dışarı çıkıp dörde katladığı oy pusulasını başkana uzattı, başkan da pusulayı törensel bir hava içinde oy sandığına attı; seçmen, bu iş bitince belgelerini geri aldı, şemsiyesini alarak çıkıp gitti. İkinci seçmen on dakika sonra boy gösterdi ama ondan sonra, oy pusulaları azar azar, telaşsız damlalar gibi, dalından yavaşça kopan sonbahar yaprakları gibi oy sandığına düşmeye başladı. Başkan ve görevliler kimlik denetlemelerini istedikleri kadar geciktirsinler, bir türlü kuyruk oluşmuyordu, sırada en çok üç dört kişi vardı, böyle giderse adına kuyruk denilebilecek bir sıra asla oluşmayacaktı. Ben haklıydım, diye uyardı sop temsilcisi, katılım korkunç düşük olacak, maskaralık bu, tek çözüm seçimleri yenilemek, Fırtına diniyor olabilir, dedi başkan ve sarkaçlı saate bakıp dua eder gibi mırıldandı, Neredeyse öğle oldu. Kapıya gönderilen ve oy sayıcı olarak adlandırdığımız kişi kararlılıkla yerinden kalktı. İzin verirseniz, bay başkan, kimsenin oy kullanmadığı şu anda, havanın nasıl olduğuna gidip bir bakayım. Yokluğu çok kısa sürdü, yüzü asık gitti, gülümseyerek döndü, güzel bir haber getirdiği için keyfi yerine gelmişti. Çok daha az yağıyor, neredeyse yağmıyor denebilir, hava açıyor. Büro üyeleri ve parti temsilcileri neredeyse birbirine sarılıp koklaşacaktı ama sevinç kısa sürdü. Seçmenlerin damla damla gelmesinde bir değişiklik olmadı, bir seçmen geliyor, ardından bir başkası beliriyordu; kapıya gönderilen oy sayıcının karısı, anası ve teyzelerinden biri kapıda belirdi, sap temsilcisinin ağabeyi, ardından da başkanın, seçim olgusunun gerektirdiği resmiyete uyarak damadını, kızının akşama doğru geleceği konusunda uyaran kaynanası geldi, Sinemaya gitmeyi düşündüğünü söyledi, diye ekledi kadın hınzırca, daha sonra, başkan vekilinin ailesi ve büro üyelerinin ailesinden olmayan bazı kişiler geldi, umursamaz bir havayla içeri giriyor, aynı havayla dışarı çıkıyorlardı, ancak sap üyesi iki siyasetçi geldiğinde içerideki hava biraz canlandı, onları birkaç dakika sonra mep üyesi bir siyasetçi izledi, bir televizyon kamerası yerden bitmiş gibi ortalıkta beliriverdi, bazı görüntüler aldı ve yine hiçliğe döndü, bir gazeteci soru sormak için izin istedi, Seçim nasıl gidiyor, bu soruya başkan şu yanıtı verdi: Pek parlak sayılmaz ama şimdi hava açılmaya başladığına göre, oy vermeye gelen seçmen sayısının artacağından eminiz, Kentteki öteki oy bürolarından aldığımız izlenim, bu kez katılımın oldukça düşük olacağı yönünde, dedi gazeteci, Ben olaya olumlu yönden bakmayı yeğliyor, havanın iyileşmesinin oy verenlerin sayısını artıracağı izlenimini alıyorum, sabahki kayıplarımızı telafi etmek için öğleden sonra yağmur yağmaması yeterli olacak. Gazeteci, bürodan memnun ayrıldı, tümce güzeldi, hiç olmazsa yazacağı röportajda kullanabilirdi. Tıkınma saati geldiği için, büro üyeleri ve parti temsilcileri organize oldular; bir gözü seçmen listelerinde, bir gözü sandviçlerinde, oturdukları yerde sırayla karınlarını doyurdular.
Yağmur kesilmişti ama oy pusulalarının sandığın yalnızca tabanını örttüğüne bakılacak olursa, başkanın yurttaşlarla ilgili ümitlerinin doyurucu biçimde gerçekleşeceği konusunda hiçbir işaret yoktu. Orada bulunanların hepsi aynı düşüncedeydi: Seçimler çarpıcı bir siyasal başarısızlık olmuştu. Zaman geçiyordu. Saat kulesinin çanı saat üç buçuğu vurmuştu ki sekreterin karısı oy kullanmaya geldi. Karıkoca birbirine gizlice gülümsedi ama bu gülümsemede aynı zamanda tarif edilemez bir suç ortaklığının izi vardı, buysa başkanın içinde hoş olmayan, belki de kıskançlığın verdiği acıdan kaynaklanan bir kasılmaya neden oldu, çünkü karısıyla arasında bu tür bir gülümseme alışverişinin asla olmayacağını biliyordu. İçinin ta derinlerinde bir yerde etinin burulduğu düşüncesi zihninde yer etmişti ki, otuz dakika sonra sarkaçlı saate bakıp karısının gerçekten sinemaya gidip gitmediğini sordu kendine. Burada boy gösterse bile bunu son anda, son saniyede yapacaktır, diye düşündü. Yazgıyı döndürmenin çok çeşitli yolları vardır ve neredeyse hepsi boş çıkar ve burada söz konusu olan, kendini en kötüyü düşünürken en iyiyi beklemeye zorlamaktan ibaret olan ve yaygın olarak başvurulan, az da olsa dikkate alınmaya değer olan ama bu durumda hiçbir sonuç vermeyecek türdendi; çünkü güvenilir bir kaynaktan aldığımız bilgiye göre, başkanın karısının gerçekten de sinemaya gittiğini biliyoruz, ama şu ana kadar oy kullanmaya karar verip vermediği konusunda bilgimiz yok. Ne mutlu ki daha önce sözünü ettiğimiz, evreni rayında, gezegenleri de yörüngesinde tutmaya yönelik bir denge, bir taraftan bir şey eksiltildiğinde, öte tarafa onun öyle ya da böyle eşdeğeri olan, olabilirse aynı değerde ve miktarda, onu iyi kötü dengeleyebilecek bir ekleme gerektirmekte, böylelikle davranış farklılığından doğan yakınmaların çoğalmasının önüne geçilmiş olmaktadır. Öyle olmasa, öğleden sonra saat dörtte, ne erken ne de geç olan bir zamanda, kararsız, o saate kadar evlerine kapanıp kalmış, seçimi hiç umursamaz gibi görünen seçmenlerin, çoğu kendi olanaklarıyla, geriye kalanların da itfaiyecilerle gönüllülerin övgüye değer yardımlarıyla –çünkü oturdukları semtler hâlâ sular altında, yollar da kullanılamaz haldeydi– neden dışarı çıktığını, hatta sağlıklı sağlıksız, kimi yaya, kimi tekerlekli iskemlelerle, kimi sedyeyle ya da cankurtaranla hepsinin, evet hepsinin neden dışarı çıkıp denize akan ırmaklar gibi oy bürolarına seğirttiğini anlayamazdık. Yalnızca kendi işlerine yarayacak mucizelere inanan kuşkucuların ya da basitçe, güven duygusu taşımayanların bu durumda, yukarıda sözü edilen dengeleme gereğinin utanılacak biçimde yalanlandığını ve başkanın karısının oy vermeye gelip gelmeyeceği konusundaki aldatıcı kuşkunun, evrensel açıdan bakıldığında, dünya üzerindeki onca kentten biri olan bu kentte, her yaştan ve her toplum kesiminden binlerce ve binlerce insanın siyasal ve ideolojik farklılıkları konusunda aralarında önceden anlaşmaya varmaksızın, sonunda evlerinden çıkıp oy kullanmaya karar vermiş olmasının, söz konusu dengeleme konusunda her bakımdan değersiz olduğunu düşüneceklerine kuşku yok. Bu tür gerekçe ileri süren biri, evrenin, insanların düşlerine ve çelişik isteklerine çok yabancı yasalara sahip olmakla kalmadığını ve bizim bunların formüllendirilmesine yalnızca çivi ve kıtık olarak katkıda bulunduğumuzu, evrenin bu yasaları her zaman bizim anlayışımızı aşan ve aşacak olan amaçlarla kullandığını, çevremizdeki her şeyin bunu bize kanıtladığını ve bu koşullarda ortaya çıkabilecek bir durumun şu anda yalnızca bir sanı olduğunu, oy sandığında ortadan kalkacağını, örneğin başkanın sevimsiz olduğu anlaşılan karısının kullanacağı oyun, erkeklerin ve kadınların harekete geçmesinin en basit dağıtıcı adalet ışığında bile kabul edilmesinin zor olduğunu unutmaktadır. Tedbirli olma düşüncesi bizi şimdilik her türlü kesin yargıyı askıya almaya ve gelişmeye henüz başlayan olayları güvenli bir dikkatle gözlemlemeye zorluyor. Bu zaten, basın, radyo ve televizyon gazetecilerinin profesyonel, karşı konulamaz bir haber alma açlığı içinde tam olarak yapmaya ve daha şimdiden her yana koşturarak alıcılarını ve mikrofonlarını insanların burnuna sokmaya başladıkları, onlara, Oy kullanmaya gitmek için sizi saat on altıda evden dışarı çıkaran ne, herkesin aynı anda sokağa çıkmış olmasının inanılmaz olduğunu düşünmüyor musunuz, diye sordukları ve Çünkü o saatte sokağa çıkmaya karar vermiştim, Bizler özgür yurttaşlarız ve eve canımız istediği saatte girip çıkarız, davranışlarımızı kimseye açıklamak zorunda değiliz, Bu kadar saçma sorular sormanız için size kaç para maaş veriyorlar, Benim eve hangi saatte girip hangi saatte çıktığım kimi ilgilendirir, Size yanıt vermek zorunda olduğumu hangi yasa yazıyor, Ben yalnızca avukatımın yanında konuşurum, gibi kuru ve saldırgan yanıtlar aldıkları bir durum. Örneklerini saydığımız bu yanıtlar dışında, itici tersliğe başvurmaksızın yanıt veren iyi yetişmiş insanlar da vardı ama onların verdiği yanıtlar gazetecilerin müthiş açlığını doyuracak cinsten değildi; onlar omuz silkip: İşinize çok büyük saygı duyuyorum ve sizin iyi bir haber yayınlamanız beni çok memnun eder ama ne yazık ki söyleyebileceğim tek şey, saatime baktım, on altı olduğunu gördüm ve bizimkilere, Haydi, gidiyoruz, ya şimdi ya asla dedim, demekle yetiniyorlardı, İyi ama neden ya şimdi ya asla, İşin tuhaf yanı da zaten bu, ağzımdan öyle çıktı, Düşünün biraz, belleğinizi yoklayın, Gerek yok, siz bunu bir başkasına sorun, nedenini belki o bilir, Bu soruyu şimdiye kadar elli kişiye sordum, Ne oldu peki, Kimse bana bir yanıt veremedi, Görüyorsunuz işte, Ama binlerce kişinin oy vermeye aynı saatte gitmesi size tuhaf bir rastlantı gibi gelmiyor mu, Bir rastlantı kuşkusuz ama belki tuhaf değildir, Neden, Bakın, bunu bilemiyorum işte. Farklı televizyon kanallarının seçimleri izleyen ve sağlam dayanak bulamadıkları için varsayımlar üreten, işin içine kuşların uçuşunu, ötmesini, tanrıların iradesini falan karıştıran, yasaların artık büyücülük amacıyla hayvan kurban edilmesini yasaklamasına, hayvanların henüz canlı iç organlarına bakarak zamanın ve yazgının gizlerinin aranmasına izin vermemesine esef eden, …
Görmek kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Görmek (2004)
★ Çok Satan
Ödüllü
Roman
Yazar: Jose Saramago
İlk Basım: 2004
Yayınevi: Can Yayınları