Aşkın ölümsüzlüğüne uzanan evrensel bir yolculuk… Ülkeler, kültürler, ilişkiler ve duygulardan oluşan zengin bir galeri… Âdeta bir dünya romanı.

 

Hangimiz “kül olup yeniden gül olma” arzusunu yaşamadık ki?
Farklı ülkeler ve dönemler arasında âdeta duygusal bir ağ kuran “Ateş, Su ve Aşk”, bu arzunun evrensel bir anatomisini çiziyor. Dünya sahnesini arka plana alarak, hem yakın tarihin belli başlı olaylarını hatırlamamıza, hem de aşk denilen mucizevi olayın ölümsüzlüğü üzerine düşünmemize aracılık ediyor.

Mekânlar ve zamanlar arasında zarifçe dans eden hikâyesi, geçmişi gelecekte inşa etmenin peşine düşen karakterleri, Daruma’nın gizemi etrafında şekillenen kurgusu ve akıcı üslubuyla, aşkın ölümsüzlüğü üzerine keyifli bir parabol, zengin bir insan ve ilişkiler galerisi, bir dünya romanı “Ateş, Su ve Aşk”.

 

Varol McKars (Varol Karslıoğlu)

 

Yirmi yılı aşkın bir süredir çeşitli mecralarda yazan Varol Karslıoğlu, İstanbul Erkek Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi’ndeki eğitimini tamamladıktan sonra yirmi yıl kadar bankacılık, mali yönetim ve denetim alanlarında çalıştı. Yapı ve Kredi Bankası, PriceWaterhouse, Sabancı Holding, Wella ve Tenneco’da denetçi ve mali işler yöneticisi olarak görev yaptı.

 

Kariyerinin yanı sıra otomobil tutkusunu yansıtan yazılarına 1998 yılında Dünya Oto Dergisi’nde başladı. Çalıştığı şirketlerdeki kurumsal dergilerin kurucusu ve editörü olarak yayıncılık deneyimi edinen yazar, 2005 yılında ailesiyle birlikte Kanada’ya yerleştikten sonra yazma tutkusunu sürdürdü.

 

Bir avuç Kanadalı Türk’ün 2000 yılında Türk dili ve edebiyatını Kanada’da yaşatmak için temelini attığı, kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olarak faaliyete geçen Ankara Kitaplığı’nın (www.ankarakitapligi.org) öykü yarışmasında, 2009 yılında üçüncü ve 2010’da da “Amerikan Dolmuşu” adlı öyküsüyle birincilik ödülünü kazandı. Ardından Nine Car Lives adlı, otomobil öykülerinden oluşan ilk İngilizce kitabını ‘Varol McKars’ imzasıyla yayımladı.

 

Kanadalı Türklerin dijital yayın organı Telve’ye, 2010-2013 döneminde editör ve yazar olarak katkıda bulundu ve Telve’de, otomobil ve seyahat ağırlıklı yazıları ve röportajları yayınlandı. Yine bu süre içinde, Türkiye’nin ilk haftalık otomobil dergisi olan Otohaber’in (haftalık olarak yayımlandığı dönemde) köşeyazarı ve Kuzey Amerika muhabiri olarak 150’ye yakın köşeyazısı yazdı ve her yıl Detroit Otomobil Fuarı’na katılarak, sektörün önde gelen isimleriyle söyleşiler ve analizler kaleme aldı.

 

Öykü yazarlığını takiben, kendi ifadesiyle yaşamının en önemli “yazı projesi” olan “Roman”ı yazmaya koyuldu. “Ateş, Su ve Aşk”ı yazarak, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada keyifle ve heyecanla okunacak, aşkın tutkusunu duyumsatacak bir romanı sözcüklere döktü. Bu süre içinde, kendisine roman yazma gibi büyük bir proje için motivasyon sağlayan Ankara Kitaplığı’nın çalışmalarına gönüllü olarak katıldı. Ankara Kitaplığı’nın yönetim kurulu üyesi ve son iki yılda da başkanı olarak gönüllü katkılarını sürdürmektedir.

 

Otomobil tutkusunu da hiçbir zaman kaybetmeyen, test ve sektörel analiz yazılarına hem kendi bloğunda (www.autoandroad.com) hem de TAYSAD (Taşıt Araçları Yan Sanayicileri Derneği) (www.taysad.org.tr) bünyesindeki yazılarıyla devam eden yazar, ayrıca www.sonmedya.com.tr sitesinde köşeyazıları yazmaktadır.

 

On beş yıldır Kanada’da yaşayan, İngilizce ve Almanca bilen Karslıoğlu, turizm ve öğrenci danışmanlığı alanlarında, şirket ortağı, girişimci ve rehber olarak iş hayatını sürdürmektedir. Kanada’daki Türk toplumunun çalışmalarına Ankara Kitaplığı’nın yanı sıra, TEPAC (Kanadalı Türk Girişimciler ve Profesyoneller Birliği) (www.turkishbusiness.ca) ve KTDF (Kanada Türk Dernekleri Federasyonu) yönetim kurulu üyesi olarak da gönüllü katılmaktadır.

 

İÇİNDEKİLER

 

I. KISIM
1. Kılıç Sözcükler / 13
2. Okyanus Renkli Gözler / 32
3. Geride Kalan Günün Anıları / 45
4. Rüyamdaki Daruma / 52
5. Kasap Fabrikaları / 61
6. Okyanustan Gelen Kadın / 68
7. Ziyaret / 74
8. Su’samak / 85
9. İçimizdeki Deprem / 92
10. Büyük Beyaz Kuzey / 104
11. Okyanusun Öte Yakasında / 112
12. Yul Barclay / 117
13. Haberci / 119
14. Aimi Yamamoto / 124
15. Karşı Sahilde / 126
16. Disiplin ve Utanç / 135
17. Türkiye Ziyareti / 137
18. “Zamanın İçindeki Çocuk” / 145
19. Kathy Erindale / 150
20. Darumayı Bulmak / 162
21. Okyanusu Solumak / 168
22. Su’nun Parçalanmış Kadehi / 170
23. Unutmak ve Hatırlamak / 174
24. Dave Bremner / 180
25. Kathy ile Yolculuk / 182
26. Geçmiş, Gelecek ve Köprü / 200
27. İkinci Şans / 208
28. Uyanmak / 219
29. Okyanusun Daveti / 221
30. Daruma ile Baş Başa Kalmak / 228
31. Unutulmuş Anıların Günlüğü / 232
32. Su’dan Yansımalar / 245
33. Eski Bir Sevgiliyle Paylaşımlar / 248
34. Bir Numaralı Gemi / 262

 

II. KISIM
1. Yeni Bir Yaşama Açılan Pencere / 277
2. Mektup / 293
3. Tek Kişilik Ülkeye Yolculuk / 296
4. Büyük Beyaz Kuzey’deki Misafir / 330
5. Davet / 357
6. Güneşe Yolculuk / 367
7. İçimi Gösteren Ayna / 378
8. Sırdaş Kadınlar / 385
9. Okyanus / 403
10. Benim Japonyam / 415
11. Ateş ile Su / 435
12. Güneşin Doğduğu Ülke / 440
13. Rüya / 452
14. İstanbul’a Doğru / 460
15. Toki Hastanesi / 463
16. Kitaibaraki’ye Veda / 466
17. Yokosuka Amerikan Donanma Üssü / 467
18. Sakuragicho İstasyonu / 469

 

1. Kılıç Sözcükler

 

Yokohama

 

“O adama âşık olman ihanet değil de nedir? Sen, daha birkaç yıl önce ülkemize o büyük felaketi yaşatan, Hiroşima’yı, Nagazaki’yi yok eden, ailemizden ve çevremizden, kocan dahil yüz binlerce kişiyi öldüren bir işgal ordusunun subayını seviyorsun öyle mi?”

 

Ahşap, tek katlı evin bahçesi bir kamyon kasasından daha küçüktü. Bahçeye açılan kayar kapının yanında duran ufak tefek yaşlı kadının, karşısındaki genç gelininin yüreğini delik deşik eden bakışları bir an, içeriye doğru esen bir bahar rüzgârının havalandırdığı tülün ardında kayboldu. Bu birkaç saniye bile Akemi’nin derin bir nefes almasına yetti. Hüzünlü bakışlı yirmi sekiz yaşındaki genç kadın, suyun altında soluksuz kalmış gibiydi. Bembeyaz saçlarını topuz yapmış, kırmızı kimonosu gibi bakışları da âdeta alev saçan kayınvalidesi, o görünmez katanasını bir kez daha sallamaya hazırlanıyordu. En keskin sözcüklerle bilemişti dilini. Ve konuşmaya başlaması ile birlikte indirdiği her darbe Akemi’nin ruhunda derin yaralar açıyor, bu yaralardan fışkıran kan, tüm benliğine yayılıyordu.

 

İçinde birkaç parça eşya olan, sade ve gösterişsiz odanın tatami kaplı zemini üzerine diz çökmüştü, boğazında düğümlenen ve dile getiremediği sözcüklerle boğulur gibi titriyor, incecik parmaklarını kıracakmışçasına hiç durmadan ellerini birbirine kenetleyip gevşetiyordu. Bakışlarıyla sanki kendisini bu odadan çekip kurtaracak bir şeyler arar gibi başını önüne eğmiş, gözlerini bir noktaya sabitlemişti.

 

“O Amerikalılar, oğlumun ve yüz binlerce günahsız sivilin katilleri, anlıyor musun?”

 

Akemi yine cevap veremedi. Başını bahçe kapısına doğru çevirdi: Batmakta olan nisan güneşinin solgun ışıkları bahçedeki akçaağacı yıkıyor gibiydi. O ağacın yerinde olmayı, bu sözlerin hiçbirini duymadan, hiçbir şey söylemeden öylece kalmayı diledi içinden.

 

Gelini sessizliğini korudukça yaşlı kadın daha da hiddetlenerek ses tonunu yükseltiyor, soluk alıp verişi hızlanıyor, ağzından tükürükler saçarak haykırmaya devam ediyordu. Birkaç adım atıp gelininin tam karşısına geçti, buyurgan bakışlarıyla sanki ayağa kalkmasını ister gibiydi. Akemi’nin titreyen dizlerinin dibinde dikilirken, genç kadın da kayınvalidesinin nefesinin sıcaklığını alnında hissediyordu şimdi. Akemi suskun kaldıkça, yaşlı kadının öfkesi daha da kabarıyordu.

 

“Bir daha düşün bu aşkı, olur mu? Bu senin mutluluğun mu, yoksa ailemizin acılarının ve utancının katmerlenmesi mi olacak? Belki o zaman aşk demeye utanırsın.”

 

Tokyo’daki Amerikan Kara Kuvvetleri Hastanesi hemşirelerinden olan ve Kore Savaşı’nda yaralanan yüzlerce askere şifa dağıtan Akemi Yoshida, şu anda içinde bulunduğu duruma neyin merhem olacağını bilemeyecek kadar yalnız ve umarsız hissediyordu kendini.

 

Kayınvalidesi sanki her an gelinini kollarından tutup sürükleyecekmiş gibi ellerini iki yana açmıştı, bir çeşit öfke nöbetine tutulmuş gibiydi.

 

“Makassar’ın geçen haftaki uğurlanışı da, Tokyo caddelerindeki o coşku da bir illüzyondu. Sen de bu rüyadan uyan artık. Bize yardım ediyormuş gibi görünen o general, halen yaşadığımız acıları bize, en azından bana unutturamaz. Sen de unutmayacaksın; unutmamalısın.”

 

Aika’nın odanın uzak köşesinden yükselen ağlama sesi, babaannesinin öfkeli söylevini bastırmaya çalışan yanık bir türkü gibi odayı doldurdu. Uyuşan dizleri üzerinde, kolundan destek alarak doğrulan Akemi, çıplak ayaklarıyla yere korkarcasına basarak o tarafa yöneldi, beşiğe doğru eğilip küçük kızını kucağına aldı. İstemdışı bir şekilde o da ağlamaya başlamıştı, gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Kızının sesi, bir ağlama bile olsa ona güç veriyor; bir yandan duyduğu acıyı hafifletiyor, bir yandan da yarasını daha çok deşiyordu.

 

Kayınvalidesi ise, ne gelininin gözyaşlarından, ne de torununun ağlamasından etkilenmiş gözüküyordu. Bakışlarını annesinin kucağında artık ağlaması kesilmiş olan ve parmağını emen iki yaşındaki Aika’ya çevirdi: Ellerini belinin arkasında birleştirerek, bir hapishane gardiyanının duygusuz, otoriter tavrıyla birkaç adım attı.

 

Birdenbire gelininin yüzüne çevirdi bakışlarını, “Ya Aika? O ne olacak?” diyerek gürledi, “Öksüz kızın, ilerleyen yaşlarda, ülkesini işgal etmiş bir ordunun subayına mı baba diyecek? Zavallı oğlum bunları görmediği, duymadığı için ne kadar şanslı!”

 

Genç ve acılı anne, aldığı kılıç darbelerini sayamıyordu artık. Kayınvalidesinin dudaklarından dökülen her sözcük, içini biraz daha fazla kanatıyordu. Yaşlı kadının gözbebeklerinden yansıyan öfke alevleri dünyanın öbür ucuna gitse bile genç hemşirenin peşini bırakmayacaktı besbelli. Ama kendini daha fazla tutamadı, gözyaşlarına boğulurken duygularını bir nebze olsun dışavurmayı başardı:

 

“Anne! Yaşadığımız bütün bu acılara neden olan bu savaşı biz başlatmadık mı? Pearl Harbour’ı bombalayarak bu cehennem ateşini ilk biz yakmadık mı?”

 

Yaşlı kadın, bir an için afalladı, beklemediği bir kılıç darbesi almış gibi yüzünde şaşkınlıkla karışık bir acı belirdi. Belinin arkasında birleştirdiği kollarını iki yana açtı ve sağ elinin işaret parmağını gelinine doğrulttu.

 

“Bu fikirleri kafana o İngilizce öğretmeni mi sokuyor?”

 

Akemi cevap vermedi. Bakışları Hiroshima ve Nagazaki sonrasının korkunç sessizliğini andırıyordu. Kayınvalidesi hızlı bir hareketle kılıcını kınına yerleştirir gibi hiçbir şey söylemeden sürgülü kapıyı açıp yatmak üzere kendi bölmesine geçti.

 

Akemi, uykuya dalan bebeğini tekrar beşiğine yerleştirdi. Bacakları hâlâ uyuşuktu. Şimdi hem sarsılarak, hem de sessizce ağlıyordu. Her şeyden habersizce uyuyan bebeğinin başucunda durdu. Beşiğe doğru eğilip sapsarı olmuş yüzüyle kızını seyretti. Gözyaşlarının beşiğin içine damladığını fark edince elinin tersiyle kirpiklerini sildi. Henüz üç aylıkken kaybettiği babasını hiç tanıyamayacak olan Aika’nın hayatta başka acılar çekmesinden korkuyor, onu alıp sadece ikisinin sonsuza dek yaşayacağı, uzak, bilinmeyen bir ülkeye gitmeyi ne çok istiyordu. Kayınvalidesinin sözleri tekrar beyninde yankılandı: Aika’nın babasını Amerikalılar öldürmüştü. Kızının hiçbir zaman hatırlayamayacağı babası, Ebisu’nun yüzü canlandı belleğinde:

 

Ebisu ile on yıl önce, Pearl Harbour baskınına birkaç hafta kala tanışmışlardı. 1941 yılının sonbaharında Tamaşima’daki Matsuri festivalinde, neredeyse 600 kiloluk, kutsal ruhlarla dolu tahteravanı tepedeki Jinja Tapınağı’na kadar taşıyan on dört kişilik grubun güçlü kadını ve güçlü erkeği olmak, onları birbirine yaklaştırmıştı. Şinto tanrılarından bereketli bir hasat yılı için dilekte bulunurlarken birbirlerini keşfetmişler ve bir ay sonra da evlenmişlerdi. Akemi, eşinin kendisine âşık olduğundan hiçbir zaman kuşku duymasa da, yine de onu âşık olduğu bir erkekten çok, saygı duyduğu ve güvendiği bir baba figürü olarak benimsemişti. Okayama’daki pirinç tarlalarında çalışırken verdikleri molalarda Ebisu’nun terleyen alnını beyaz bir mendille silerken hep böyle düşünür, onun yanında kendini güvende hisseder, bir ruh dinginliği içinde olur, ama hiçbir zaman bir heyecan, bir yürek çarpıntısı yaşamazdı. Seviştikleri zamanlarda ise Ebisu, bu heyecan eksikliğini, bu duygu boşluğunu hisseder, ama hiçbir şey söylemeden, karısının içini acıtan bir hüzünle bakardı ona.

 

Ebisu, hasta ablasını ziyaret etmek için gittiği Nagazaki’de o korkunç bombardımandan kurtulduğu zaman ailedeki herkes bunun bir mucize olduğuna ve Şinto tanrılarının Ebisu’yu koruduğuna inanmışlardı; ne var ki, aldığı radyasyon sonucunda dört yıl boyunca içini yavaş yavaş, hücre hücre kemiren kanserle pençeleşmiş, kızının doğumundan üç ay sonra da yaşam savaşını kaybetmişti. Eşi öldüğü zaman cenaze töreninden dönüşte kayınvalidesi, hiç unutamadığı bakışlarını Yokohama Limanı’ndaki belirsiz bir noktaya kilitleyerek, gelinine ve küçük oğluna dönüp, “Japonya için savaş bitmedi, bunu sakın unutmayın?” demişti.

 

Savaş bitmemişti gerçekten de. Şimdi başka bir savaş sürüyordu yakınlardaki Kore’de. Ve Japonya artık eski düşmanı Amerika’yla aynı cephedeydi. Hemşire Akemi bir önceki savaşın kendi üzerinde bıraktığı yaraları iyileştirememiş olsa da, eski düşman ve şimdiki müttefiklerin yaralarını sarıyordu; Tokyo’daki Amerikan Kara Kuvvetleri Hastanesi’nde, Kore’den sevk edilen yaralı Amerikalı ve diğer müttefik ülke askerlerinin tedavisi için çalışıyordu. Ertesi gün, kızını kayınvalidesine bırakarak yine Tokyo’daki görevine dönecekti.

 

Japon Radyo Televizyon Kurumu’nun (NHK) radyo programından öğrendiği İngilizcenin bir gün hayatını böylesine değiştirebileceği hiç aklına gelmezdi. Akemi’nin akrabasının komşusu olan bir İngiliz kadın öğretmen, onun sadece radyodan öğrendiği İngilizcesinden etkilenmiş, yabancı dile olan yatkınlığını fark edince karşılıksız olarak kendisine birkaç özel ders vermişti. Akemi, Tracy adlı bu kadının, Japoncada olmayan “v, r, l” gibi sesleri doğru telaffuz edebilmesi için dudaklarının arasına sıkıştırdığı kurşunkalemi tebessümle hatırlıyordu. Bu yöntem öylesine hoşuna gitmişti ki, Tracy ülkesine döndükten sonra bile Akemi bu alıştırmalara uzun bir süre tek başına devam etmişti.

 

Hemşire olarak Tokyo’daki Amerikan Kara Kuvvetleri Hastanesi’ne başvurduğunda, işe alınacağını pek ummamıştı. Ancak ertesi gün hastaneye uğrayıp da başvurusunun kabul edildiğini öğrenince önce şaşırmış ve çok sevinmiş, sonra da hiç tereddüt etmeden önüne konan evrakları imzalayıvermişti. Personel bölümündeki Amerikalı başçavuş, Akemi’ye, “Telaffuzun diğerlerinden çok daha iyi. Galiba sen bir Nisei’sin*,” diye solukça gülümsemişti.

 

Artık kızını her gün göremeyecek olsa da, kayınvalidesinden biraz uzak kalmaya ve acılarından sıyrılarak çocuğu ve kendisi için yeni bir hayata umutla bakabilecekti. Beş saat uzaklıktaki Tamaşima’da yaşayan anne-babasını da ancak ayda bir ya da daha seyrek görebiliyordu zaten.

 

Akemi, kızını uyandırmamaya dikkat ederek yumuşakça yanaklarını okşadı. Birkaç ay önce ölen kayınbiraderinin sigarasının yanık izlerini taşıyan, rengi sararmış beyaz tülü iki yana çekti, bahçeye açılan sürgülü kapının kanatlarını dışa doğru iterek tamamen açtı. Ortasında genç bir akçaağacın bulunduğu küçük bahçeye attı kendisini. Gün boyu yağan yağmurdan sonra hava açmış, gökyüzü yıldızlarla dolmuştu. Kayınvalidesinin odadan çıkmasından bu yana ne kadar uzun zaman geçtiğini işte o zaman anladı. Şimdi bir oyun oynayacaktı tek başına; pırıl pırıl gökyüzünde ne kadar çok yıldız sayabilirse, acılarının da o ölçüde azalacağına inandığı bir oyun. Kollarını akçaağacın ince gövdesine dolamış, başı gökyüzüne dönük bir halde yıldızları saymaktan vazgeçtiğinde gözyaşları halen dinmemişti. Böyle bir zaman diliminde yaşadığı için acı çekiyordu. Ülkesinin henüz tam olarak atlatamadığı, dehşet, acı ve korkuyla yoğrulmuş yakın geçmişinin suç ortaklarından biriydi. Ve yeniden kurulan bir ülkede, değişen koşullara uyum sağlama telaşı içinde Richard’ın varlığı, âdeta bir suçluluk duygusu gibi sürekli karşısına çıkıyordu.

 

Yokohama’da, Tokyo’da ve Japonya’nın pek çok bölgesinde hızla yükselen binalar, yenilenen ve inşa edilen yollar, dış dünyadan ruhlara sızarak, Hiroşima ve Nagazaki’nin korkunçluğunu, Tokyo bombardımanın yıkıntılarını yavaş yavaş bir merhem gibi iyileştiriyor, şehrin dış görünümünü her gün biraz daha normalleştiriyordu. Akemi, Tokyo ile Yokohama arasındaki tren yolculuklarında, 9 Mart bombardımanının dümdüz ettiği bölgelerdeki yeni inşaatların şehrin bütün manzarasını neredeyse her hafta değiştirdiğini gördükçe hayretler içinde kalıyordu. Akşamları Tokyo’daki Şimbaşi istasyonunun sac tavanının altında toplanan aç, evsiz ve çaresiz insanların sayılarındaki azalış, işlerin iyiye gittiğini gösteriyordu. Yine de, savaşın bitiminin hemen ardından, haftada birkaç kez yemek zorunda kaldıkları; doğranmış havuç ve pancarları pirinçle haşlayarak hazırladıkları zousuinin tadını özlemese bile hiç unutmuyordu.

 

Güneşin doğduğu ülke, altı yıl öncesine kadar savaştığı ABD’ye teslim olmuş, tarihinde ilk kez yabancı bir güç tarafından işgal edilmişti. Şimdi ise yanı başında sürüp giden Kore Savaşı’nda, eski düşmanı Amerika’nın müttefiki olarak yer alıyor ve doğrudan taraf olmadığı bir hesaplaşmanın ekonomik katkılarıyla hızla kendini toparlıyordu.

 

Hayatın gaddar bir rasyonelliği, duygulara yer vermeyen sert kuralları vardı. Kore Savaşı, Japonya’nın bir zamanlar işgal ederek büyük acılar çektirdiği o ülkeye tekrar kan ve gözyaşı getirmişti. “Güneşin yükseldiği ülke” bugünlerde Amerika ile müttefiklerinin lojistik merkeziydi. Kaliforniya’dan gelen Amerikan gemileri her hafta Tokyo Limanı’na on binlerce ton askeri ve lojistik malzeme taşıyordu. Bu sayede daha çok insan iş buluyor; evine, pirince, balığa ve meyveye dönüşmüş umutlarla yavaşça dizleri üzerinde doğruluyordu.

 

Geçen hafta iş çıkışı istasyonda rastladığı, hemşirelik okulundan bir arkadaşı, babasının Tokyo’da restoran açtığından ve işlerinin çok iyi olduğundan bahsetmişti. Babası öyle meşguldü ki, hafta sonları restorana gelen Amerikalı askerleri ve liman işçilerini doyurabilmek, temizlikten yemek pişirmeye kadar her işle uğraşmak zorunda olduğundan eve bile gelememiş, üç gece üst üste restoranda yatmıştı. Arkadaşı bunları kırık dökük bir sevinç ve gururla anlatıyordu.

 

Japonya, en azından görünüşte daha iyi günlere doğru yol alırken, Akemi de hayatının bir kırılma noktasına yaklaştığını hissediyordu. Richard’ın taburcu olmasına sadece birkaç gün kalmıştı çünkü. O anı düşündükçe öte yakasına sıçrayamayacağı bir uçurumun kenarına yaklaştığını görüyor, bu yükün ve endişenin altında ezilip ufalanıyordu.

 

Kore’deki savaşta cepheye giderken aracı mayına çarpınca ağır biçimde yaralanıp Tokyo’daki Amerikan Kara Kuvvetleri Hastanesi’ne sevk edilen Yüzbaşı Richard Hale’le bu savaş sayesinde tanışmıştı zaten. Kendine geldiği gün, Akemi’ye sıcacık gülümseyen Richard, genç kadına, grinin tonlarıyla örülü hayatını onun gök mavisi hemşire üniforması ile renklendirdiğini söylemişti. O günden beri âdeta ödünç alınmış, uçucu bir mutluluk yaşıyordu Akemi. İlişkilerinin geleceği konusunda karar verme sorumluluğu artık ondaydı ve bu sorumluluğu nasıl taşıyacağını bilemiyordu. Richard, on gün içinde taburcu olup Amerika’ya dönecek ve sakatlığı nedeniyle malulen emekli olacaktı, Kore’deki kaza, askeri kariyerinin sonlanmasına neden olmuştu. Ve ülkesine döndükten sonra da muhtemelen bir daha hiç görüşemeyeceklerdi. Ya da Akemi, Richard’ın teklifini kabul ederek, şimdiki hastasının yeni hayatının bir parçası olacak, belki de tıpkı Japonya gibi, o da gelecekteki yaşamını yeniden inşa edecekti. Her iki seçenekte de ne kadar büyük bir bedel ödeyeceğini hatırlayıp mutluluğunun gökteki yıldızlar kadar uzak olduğunu düşündü. Richard’ın birkaç gün önceki sözlerinin gerçek mi, yoksa bir düş mü olduğuna karar veremedi.

 

“Sana bunları tanışmamızdan bu kadar kısa süre sonra söylemem belki de çılgınlıktır: Benimle Amerika’ya gel. Bu savaşın içinden çekip çıkardığım yeni hayatımla, seninle döneyim eve.”

 

O anda ne kadar da büyük bir yük çökmüştü omuzlarına Akemi’nin, “Neler söylüyorsunuz yüzbaşı?” diyebilmişti sadece.

 

“Seni ve kızını Amerika’ya götürmek istiyorum. Sen benim, başka hiçbir askere nasip olamayacak kadar değerli ve özel savaş anılarım, ganimetim, ödülümsün.”

 

Sonra tekerlekli sandalyesinden ellerini uzatıp onu kendisine doğru çekti ve dudaklarından uzun uzun öptü. Akemi öyle utandı ki, hastanedeki tüm doktor, hemşire ve hastaların etraflarında bir çember oluşturup kendilerini seyrettiklerini sandı. Ama Richard’ın öpüşü gözlerini karartmış, başını döndürmüş, genç hemşire hastasına teslim olmuştu.

 

Dudakları birbirinden ayrıldığında, az önce duyduklarını bir kez daha hatırladı. Kızıyla birlikte Amerika’ya gitmenin nasıl bir şey olacağını canlandırmaya çalıştı hayalinde. Richard şimdi bir şey söylemiyor, Akemi’nin zarif, narin ve bembeyaz ellerini avuçlarının içine almış, sımsıkı tutuyordu. Hemşire bir şey söyleyemeden utançtan kıpkırmızı olmuş, ancak bu masum utancın içinde yeşeren sevginin ve umudun sıcaklığını yüreğinde hissetmişti. Richard elleriyle Akemi’nin çenesini tutup başını yavaşça kendisine doğru çevirdi, kahverengi gözlerini onun içine işleyen bakışlarıyla, “Zaman bir at olmuş, koşuyor. Biz de üzerindeyiz bu atın. İstersen sımsıkı tutunalım ve bizi götürdüğü yere gidelim. Sonumuzu fazla düşünmeden, hayatın ve zamanın akışına bırakalım kendimizi,” dedi.

 

Karşısında sessizce duran genç kadının gözyaşları, yatağında usulca akan bir ırmak gibi yanaklarından çenesine doğru süzülüyordu. Richard, “Aşk denilen yüce duygu, bazen bizleri acımasızca sınar. Geçelim bu sınavı. Ödülü çok büyük bir mutluluk olur bakarsın,” diyerek yanaklarını okşadı.

 

Amerikalı hastasını, hastanenin bahçesinde tekerlekli sandalyesi ile dolaştırırken, birkaç dakikalığına da olsa kendini çok mutlu hissetmişti Akemi. Eve dönerken ya da gece uykuya dalmadan önce Richard’ın sözleri kulaklarında çınlıyor, yüzü belleğinde canlanıyordu. Bazen Richard’ın gerçek mi, yoksa hayallerindeki bir kahraman mı olduğundan kuşkuya düşüyordu.

 

O sözleri söylediği günün gecesinde Yokohama’daki evinde, kızının beşiğinin yanına serdiği şiltenin üzerine uzanmış, uykusuz, beyin sancılarıyla kıvrandığı bir gece geçirmişti. Uykuya ancak sabaha karşı dalabilmiş ve bu kısa uykusunu da bir kâbusun işgaline terk etmişti.

 

Sabaha karşı sarsıntılı bir hıçkırıkla uyanmıştı rüyasından. Sabah evden çıkmadan önce Richard ve Aika için aldığı iki hediyeye iliştirmek üzere birer mektup yazmış ve mektupları hediye kutularına yerleştirip odanın dibindeki perdenin arkasında duran, tavana kadar uzanan kiraz ağacından yapılmış dolabın pirinç saplı çekmecelerinden birine koymuştu.

 

Hayatının en zor kararını vermek için kendisiyle baş başa kalmaya çalıştığı o günlerde kayınvalidesinin, bir tanıdığı sayesinde Richard’dan haberdar olması, Akemi’yi kaçamayacağı bir yol ayrımına doğru hızla sürüklüyordu.

 

Derin uykudaki kızı, görünmez kılıcını tekrar sallamaya hazır kayınvalidesi, kendisini mahkûm edecek olan ailesi ve aslında hiçbir zaman âşık olamadığı eşi tarafından kuşatılmıştı benliği.

 

Vakit gece yarısına yaklaşıyordu. Hava iyice serinlemiş ve artık ürpermeye başlamıştı. İçeri geçti, kızının beşiğinin yanındaki mindere uzanıp uykuya daldı. Ertesi sabah Tokyo’ya dönmek üzere evinden ayrılmadan önce, dolabın en üst çekmecesini açıp içindekileri kontrol etti. Yüzbaşı ve kızı için aldığı iki kutuya bakarken düşüncelerin girdabına kapılıp o çekmecenin içinde kayboldu: Aika ve Richard ile yıllar sonra bu kutuların içindekilere baktıklarını hayal etti. Belki de ileride kızı ve sevgilisi bu hediyeleri birbirlerinden uzakta, birbirlerinden habersiz, belki farklı, belki benzer duygularla inceleyecek, onlara dokunarak Akemi’yi hatırlayacaklardı. Kutulardaki armağanlara eşlik eden mektupları da, origamideki ustalığını kanıtlarcasına turna kuşu şeklinde katlamıştı.

Source link

"

Ateş, Su ve Aşk | Varol McKars (Varol Karslıoğlu) kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Ateş, Su ve Aşk | Varol McKars (Varol Karslıoğlu)