Bir insanın gerçek manada reddedilmeyi anlaması için öncelikle bir kedi tarafından görmezden gelinmesi gerekir. (Anonim)
Kimliği yok ki çıkarıp size yaşını göstersin. Gözlerinin biraz daha az görmesinden, dünya üzerinde geçirdiği on yıla yakın süreden, elbette tüylerinin parlaklığını yitirmesinden insanlarla illa kıyaslama yapacak olursak altmış yaşlarını sürdüğünü iddia edebiliriz. Ancak onu bilge yapan yaşı değil tecrübeleridir. Sizin gizlediğiniz şeyleri henüz dikkat çekmediği yıllarda çoktan hatim etmiştir. Bakmayı değil görmeyi bilenlerdendir. Gördüklerinin ne anlama geldiğini sorgulayan ve ayrıca sadece gördüklerine inanmayanlardandır. Kimse ona sormadığı için kendi anlatmayı seçtiği zaman onu tek duyanın kalpleri hala duyma yetisini yitirmemiş çocuklar olduğunu fark eder. Dostluğunu sunarken o minik yüreklerin içindeki iyiliğin yansımalarını görmek istemesi onun inisiyatifindedir. Burada başrol onun olduğu için bize de onun hikayelerinin takipçisi olmak düşer. Buyurun başlayalım.
**
Yağmurdan kaçan insanları hiç anlayamam. Aslında itiraf etmeliyim insanları hiç anlayamam. Beni hep şaşırtırlar. Tam beklediğim gibi davrandıkları da olur. Hiç beklemediğim şekilde davranıp beni çok şaşırttıkları da. Ama yine de severim onları. Onların beni sevdiğini ise iddia edemem. Aslında küçük insanların hepsi beni çok sever. Bir kediye göre iri cüsseme rağmen benden korkmazlar. Ama boyları büyüdükçe, sesleri kalınlaştıkça, renkli renkli güzel kıyafetlerini çıkarıp ciddi giysiler giydikçe ve en önemlisi gülüşlerini o resmi maskelerinin ardında gizledikçe bazıları beni sevmekten vazgeçer. Aslında şimdi fark ediyorum ki yağmurdan kaçanlar da hep onlardır. Bu yüzden ben de sadece küçük olanlarla konuşurum. Çünkü onların dünyadaki kapladığı yer küçüktür ama kalpleri ve hayal güçleri çok büyüktür. Ve beni bir tek onlar anlayabilir.
Sıcağı severim. Soğuğu da severim. Kar yağarken o bembeyaz tülden halının üstünde pati izlerimi bırakmak bana çok büyük keyif verir. Güneş benimle konuştuğu zamanlarda ise bir çam ağacının gölgesinde ona sadece nazlı nazlı salınan kuyruğumla cevap verebilirim. Çünkü uykuyu da çok severim. Ama yağmur beni dinlendirir. Kim demiş kediler suyu sevmez diye. İşte yine büyük insanların benim hakkımda gerçek olmayan düşüncelerinden biri. Ha bir de nankör olduğumu söylerler. Çünkü onlar birbirlerine karşılıksız bir şey yapmaya alışık değillerdir. Aslında verdiklerinden hep daha fazlasını isterler. Ama yine de onlara kızmıyorum. Hep olduğundan daha fazla anlam yükledikleri hayat yüzünden. Oysa düşününce onlara göre benim hayatım çok daha kısa. Ama ben yine de mutluyum. Çünkü anlam yüklemeyi bırakıp ben sadece yaşıyorum.
**
Bugün güneş biraz nazlı. Bulutlar ile saklambaç oynuyor. Keşke ben de orda olsam. Çünkü bulutun biri gerçekten de bir tavşana benziyor. Ve tavşanları da çok severim. Hızlı hareket etmeleri bazen sinirlerimi bozuyor. Çünkü yetişemiyorum. Biraz yaşlı olduğumu itiraf etmeliyim. Ama yine de bana o kocaman kulakları ve ürkek bakışları ile çok tatlı geliyorlar. Onlarla kovalamaca oynamayı da çok seviyorum.
Yağmur çok ince yağıyor. Kürkümden içeri girebilmesi için neredeyse bir saattir altında dolaşıyorum. Daha ıslandığımı bile hissetmedim. Mahalle her zamankinden sessiz. Henüz akşam olmadı ama yağmurdan olsa gerek çocuklar ortalarda yok. Bisikletlerini yamuk yumuk park etmiş bazıları. Bugün hafta sonu olduğu için okul da yok aslında. Eminim aileleri izin verse yapay ışıkların altında kapalı mekanlarda kalmaktansa memnuniyetle benimle yağmurda oynamayı tercih ederler. Yine büyükler işte. Oyunu boşa geçmiş zaman olarak görüyorlar. Oysa oyun hayatın taklididir. Tabi yaşamaktan korkanlar taklidini de küçümseyecektir.
Bugün minik bir karınca bıyıklarımın arasında gezinip beni gıdıklayarak uyandırdığında tam da bunu görüyordum rüyamda. Mor bir gökyüzünün altında evet mor. Fizikten bahseden kim. Ben nasıl hayal edersem o doğrudur. Bu konuda sizinle tartışmak istemiyorum. Sadece beni yargılamaktan önce dinleyin olur mu. Ne diyordum. Evet mor bir gökyüzünün altında, tüylerimi okşayan rüzgârda salınan pembe çimenlerin üstünde, tamam sanırım bugün yargılama günündesiniz. O yüzden benim acilen konuşacak birine ihtiyacım var. Ve onlarla konuşmak için bazı şartların yerine getirilmesi gerekiyor. Bunu size söyleyemem. Belki bilmeden bu şartları yerine getirirseniz bir gün sizinle de konuşurum. Belki beni duyacak kadar ümitsiz değilsinizdir bazılarınız. Evet doğru duydunuz. Ben aynı zamanda konuşabiliyorum. Sizi ikna etmeyi isterdim ama bunun için şu an vaktim yok. Çünkü sanırım bir arkadaş buldum bile.
**
Kapağı yarı aralı ve içinden burnumun direğini sızlatan kokular gelen çöp kutusunun yanındayım ve onu görmemiş gibi yapıyorum. Elinde kol kaslarının gerginliğinden ağır geldiği belli olan bir çöp torbası var. Yüzünü ekşittiğine bakılırsa bu görev çok hoşuna gitmemiş gibi. Beni görmediğine eminim. Ayağı ile şut vurduğu taşın başımın hemen yanından geçmesinden öyle olmasını umuyorum. İnsan sinirlenince gözü hiçbir şeyi görmüyor gerçekten galiba. Evin kapısından bir kadının çığlığı andıran sesi ikimizin de o tarafa dönmesine sebep oluyor.
– Hadi oyalanma. Ödevlerin!
Bu kelimeyi küçük insanların hoşlanmayacağını bilecek kadar tanıyorum. Oysa benim dünyamda ödev sorumluluktur. Tabi ki önce kendine. Mesela benim her gün tüylerimi temizlemem benim ödevimdir. Kendime saygım var ve etrafta kirli bir şekilde gezinemem. Bana yiyecek veren insanlara gözlerimi yummam bir ödevdir. Konuştuğumu bilmedikleri için bu şekilde anlaşmam gerekiyor. Size bir sır, bir kedi size bakıp gözlerini yumup açarsa ya sevdiğini söylüyor ya teşekkür ediyordur. Neyse ödev kötü bir şey değil bana göre. Ama çocuk benimle aynı fikirde değil sanırım. Çöp torbasını çöp kutusunun kapağını iyice kaldırmaya gerek kalmadan birkaç metre öteden fırlatıyor. Torbanın delinmiş yerlerinden üstüme sıçrayan şeylerin ne olabileceğini şimdilik düşünmemeye çalışıyorum. Çünkü yeni arkadaşım beni görmeden eve doğru yollandı bile. Kendimi göstermek için ya şimdi harekete geçmeliyim ya da hiç.
Gözlerimi ona dikerek kısa bir serenat yapıyorum. Yüksek sesle olmamasına dikkat ediyorum. Şikâyet ettiğimi düşünmesini istemem. Ancak duymuyor. Sesimi biraz daha yükselterek bir kez daha deniyorum. O sırada yanımda bitiveren beklenmedik bir sesle korkudan yarım metre yukarıya sıçrıyorum.
– Ah zavallı aç mısın sen?
Çocuk çoktan aralık kapıdan kayboldu ve yanımdaki kıvırcık saçlı kız ile beni baş başa bıraktı. İstemsiz bir şekilde birkaç adım geri çekiliyorum. Elinde pamuk şekeri renginde üstünde sarı sarı güneş resimleri olan bir şemsiye var.
– Seni korkuttum mu? Gel pisi pisi korkma
Evet korktum ancak beklemediğim anda beklemediğim bir hamle ile karşılaşınca beni durduran korkum değil şaşkınlığım oluyor. O ise bana aldırmadan çantasını karıştırmaya ve kendi kendine konuşmaya devam ediyor.
– Bir bakalım burada senin için ne bulabilirim. Tamam. Kraker seven birine benzemiyorsun. Kusura bakma ama biraz tombulsun. Sanırım ağzının tadını biliyorsun.
Kızmamalıyım, kızmamalıyım. Bana tombul diyen ilk insan değil çünkü. Ancak bunun beni sevimli gösterdiğinin de farkındayım. Hem yaşlıyım ben. Biraz saygı göstermesi gerekiyor. Gidemiyorum yine de. Onun, kolunun yarısının ve nerdeyse başının çantasının içinde gezinmesi komiğime gidiyor. Bekliyorum.
– Ah Tanrım. Bunu atmış olmalıydım. Of ellerime bak.
Çantadan bir paket çıkarıyor. Ve elleri gerçekten yağa benzer bir maddeye bulanmış durumda. Paketi çıkarırken sızlanması yerini şemsiyesindeki güneşler gibi aydınlık bir yüze bırakıyor.
– Şansa bak kedicik. Dünkü öğle yemeğimin yarısını çantada unutmuşum. İşe bak senin kısmetinmiş. Bunu seveceğine eminim.
Paketi aralayarak eğilip yere bırakıyor. Kımıldamadığımı görünce yüzü anında asılıyor.
– Beğenmedin mi?
Yarısı ısırılmış küçük bir ekmeğin içinden dışarıya sarkan kurumuş sucuğun kokusunu daha o elini çantasına atmadan almıştım ama benim şu an karnım aç değil ki. Onun yeni arkadaşım olup olmayacağına karar vermeye çalışıyorum. Korkarım gözlerimi dikip ona bakmam ve ikramı ile ilgilenmemem, olma ihtimalini de ortadan kaldıracak. O yüzden istemeye istemeye sunduğu ikrama burnumu değdiriyorum. Göz ucuyla gördüğüm gülümseyişi doğru yolda olduğumu gösteriyor. O sırada çantasının içinden gelen bir titreme sesi aramızdaki iletişimi bıçak gibi kesiyor. Dizlerine kadar gelen atkısını boynuna bir kat daha atarak elini yine çantaya daldırıyor. Kibrit kutusundan irice bir cihaz çıkarıp aceleyle cevap verirken eline bir kez daha bulaşan yemek artıklarını kareli montunun eteğine silmeyi de ihmal etmiyor. İlk kelimelerden sonra ne dediğini duymuyorum. Çünkü çoktan uzaklaştı bile. Ama az önceki sevecen tondan eser olmadığını anlayacak kadar tecrübeliyim. Canını sıkan bir şey var. Ve ben meraklıyım. Bu gece kesin öğrenmeliyim. Evet kararımı verdim. Ve aslında bu beklemeden gelen yemek de hiç fena değil.
**
“Güneş dünyanın içinde midir?”
– Seni tanıyorum
Komik. Daha birkaç saat oldu. Bu kadar genç bir zihnin unutmuş olması şaşırtıcı olurdu. Aslında kibirli davrandım sanırım. Çünkü insanlar için tüm kediler aynıdır. Ben olduğumu anlaması büyük bir lütuf, bunu kabul etmeliyim. O heyecanla devam ederken ben karşısına oturmuş sadece onun şaşkınlığını üstünden atmasını bekliyorum.
– O gözleri unutamam. Ama nasıl? Ben neredeyim bu arada?
Etrafına bakmayı akıl ettiğinde ben de onunla aynı yöne dönüyorum.
– Vauvv burası ne böyle?
Gözlerine dolan sıcacık renklerden korunmak ister gibi hızlıca kırpıştırıyor. O içinde bulunduğu duruma anlam vermeye çalışırken ben hala susuyorum. Sonra soru sorar gibi bana döndüğünde konuşma zamanımın geldiğini anlıyorum.
– Beğendin mi?
Şaşırmıyor. Aslında genelde şaşırmazlar zaten. Neden şaşırmalarını bekliyorum ki. Ancak gerçek dünyada konuştuğumu görseler neler olabileceğini tahmin bile edemiyorum. Rüyalar ise herkese her şeyi mümkün kılan gizli bir hazine gibidir. O meraklı gözlerini benden alarak yönünü tekrar manzaraya çeviriyor.
– Çok güzel. Ama anlamıyorum. Ben hiç böyle bir yer görmedim. İnsanlar rüyalarında genelde gördükleri yerlere gitmez mi?
Renklerin yüzünde dans edişini izlemek çok güzel. İtiraf etmeliyim ki bu manzarayı çok az kişi ile izleme şansım olmuştu. Yeni arkadaşımın özel bir çocuk olduğunu fark ediyorum. Bu benim için de güzel bir gece demek. Şimdi aramızdaki buzları iyice kırma zamanı
– Rüya görmüyorsun. Aslında rüya görmeyiz. Rüyalar bizi görmeye gelir.
– Bu sözü bir yerden duymuştum. Sanırım sosyal medya yazısıydı.
Bunu duymazdan gelmek için sebeplerim var. Gündemi takip ediyor olmam bilge olmadığımı göstermez değil mi? Sloganlar uzun uzun cümleler kurmaktan daha etkilidir bazen. O yüzden bilge insanlar bile sayfalar dolusu kitapta anlatamadıklarını düşündükleri şeyleri kısacık cümlelere sığdırmışlardır çoğu zaman. Onları tanımanıza sebep de bu sözleri değil midir aslında. Arkadaşım meraklı gözler ile etrafını incelerken ben de ona beklediği cevabı kısacık bir cümle ile veriyorum.
– Burası senin zihnin
Yanağına düşen bukleyi istemsiz bir hareketle kulağının arkasına alıp gözlerini kocaman açarak manzaraya bir kez daha bakıyor. Bu kız gerçekten komik.
– Tıpkı gökkuşağı gibi. Ağaçların hepsi gökkuşağı renginde. Ben-
Bana dönüp özür diler gibi bir açıklama yapıyor
– Ben bir kez resim dersinde kırmızı bir ağaç çizmiştim ama öğretmenimin hoşuna gitmedi. Oysa gerçekten kırmızı bir ağaç görmüştüm yemin ederim.
Gülümsüyorum. Aranızda ağaçlara vuran gün batımını durup izleyeniniz varsa bu kızın ne demek istediğini anlayabilir zaten. Her şey kırmızıya turuncuya boyanır o zaman. Başımı sallamakla yetiniyorum. Yeterince bilgece bir hareket ve daima etkilidir.
– Peki buraya neden geldik?
– Bunu ben mi sağladım sen mi?
– Şimdi ne yapmam gerekiyor. Of çok güzel ama bir yandan da…
Soruları peş peşe sıraladıkça en yakınındaki ağacın hafif gıcırtılar çıkararak büyüdüğünü fark etmesi neyse ki kısa sürüyor.
– Bu da ne?
Son bir gıcırtı. Ve ağzını elleriyle kapatırken yine bana dönüyor. Yüzüme onu rahatlatmak isteyen tatlı bir sırıtış oturtarak konuşma sıramın gelmesinden memnun olduğumu gösteren bir sesle cevap veriyorum.
– Bu soru ağacı. Senin soru ağacın. Yakından bakmak ister misin?
Son kelime daha tamamlanmadan ağaca doğru koşmasını seyrediyorum. Ağaç yeterince ulu. Tabi ki daha büyüklerini ve daha uzunlarını da gördüm. Ama insan yaş aldıkça soru sormayı bıraktığı için ne yazık ki ağacı da küçülüyor. Bu kız da hala ümit var ama. Ağaca aslında kendi ağacına hayran hayran bakıyor. Dallarından sarkan soru işareti gibi filizlerin ucunda top gibi şeffaf ve parlak noktalar ışık vurdukça parlıyor.
– Şuna bak meyveleri var. Bunlar meyvesi değil mi? Yiyebilir miyim?
– Elbette. Hak ettin. Hadi seç birini.
– Tadı nasıl peki?
– Hmm değişiyor. Soruya ve cevaba göre bazen ekşi bazen acımtırak. Bazen ise çok tatlı. Hadi kopar bir tane ve dene.
– Tamam.
Her birinin içinde farklı renklerin oynaştığı saydam baloncuklara benzeyen ancak kokusuyla insanı büyüleyen meyvelerin arasından -kısa bir kararsızlıktan sonra- birini seçerek koparıyor.
– Güneş dünyanın içinde midir?
Kaşlarını çatarak soru sorar gibi bana bakıyor. Ben istifimi bozmadan elindeki meyveyi işaret ediyorum.
– O soruyu seçtin. Güneş dünyanın içinde midir? Bunu sen sormuşsun.
Kahkahalarla gülüyor.
– Bunu hatırlamıyorum bile. Muhtemelen çok küçüktüm. Tabi ki artık cevabını biliyorum. Öyleyse meyve de tatlı olmalı değil mi?
– Emin misin?
Onunla dalga geçtiğimi sandığı için benimle dalga geçme hakkı olduğunu düşünüyor.
– Hadi canım bunu bilmiyor muydun yani?
Ama ben ona aldırmadan devam ediyorum.
– İstersen bir deney yapalım. Bakalım sen gerçekten bu sorunun cevabını bulabilmiş misin? Ama önce gözlerini kapatman gerekiyor.
Meyveyi elinde minik bir kuş gibi incitmeden saklayarak dediğimi yapıyor.
– Kendini mutsuz hissettiğin, başarısız olduğunu düşündüğün, çaresizlik duyduğun bir zamanı düşün şimdi.
Zihninde kısa bir zaman öncesinin canlanmış olduğunu sımsıkı kapanan göz kapakları ve dişlediği dudaklarından anlıyorum.
– Çok istediğin bir şeyi elde edemedin. Bir sınavda başarılı olamadın mesela. Ya da kalbin kırıldı. Üzüldüğünü hissettin. İstediğin bir şey olmadı.
Bu kısmı çok sevmediğim için uzatmak istemiyorum.
– Gözlerini açabilirsin.
Gözlerini açtığında göz bebeklerinin içinde karanlık hayallerin ortasında oynaşan merakın son kırıntıları bir metre ötemizde flaş patlamış gibi bizi aydınlatan şimşek ve ardından gelen gök gürültüsü ile anında korkuya dönüşüyor. Daha sonra biz ve orman ve etrafımızdaki her şey karanlığa gömüldüğünde, kısa kısa soluk alıp vermelerinden başka bir ses duyulmuyor.
– Bu, bu ne, ama- Ne yaptın sen?
Korkunç bir ses ortamın sessizliğini yırtılmış kâğıt gibi ikiye bölerken aynı anda yeni arkadaşımın bastığı çığlık kulak zarlarımı titreştiriyor.
– Tamam korkma. Korkma. Bu sadece bir deney korkma. Hadi tekrar kapat gözlerini
Nefes alışveriş hızı düşmeden ve hafif sendelediği için ağacına tutunarak ve savunmasız kalmaktan korktuğu için birkaç saniye bana güvenip güvenemeyeceğini çözemeye çalışıp bekleyerek en sonunda tekrar dediğimi yapıyor.
– Tamam işte böyle. Sakın korkma. Şimdi de başarılı olduğun bir şeyi düşünmeni istiyorum senden. Seni mutlu eden olayları, kişileri. Örneğin tutku ile yaptığın ve sonunda başardığın bir şeyi hatırlıyor musun?
Gülümsemekten korkar gibi dudaklarını birbirine bastırarak ama sesindeki titremeyi bastıramayarak cevap veriyor.
– Ben. Şey paten. Paten kaymayı öğrendim. Çok dizlerim kanadı ama başardım.
– Çok güzel, harika. Hep imrenmişimdir. Tebrik ederim seni. İşte bunu kastetmiştim. Peki şimdi gözlerini tekrar aç bakalım.
Birkaç saniye bekliyor. Aynı manzarayla karşılaşmaktan korktuğunu fark ediyorum. Ama sadece bekliyorum. Göz kapaklarına değen güneşin sıcaklığı nasılsa onları açmaya zorlar. Nitekim kırpıştırarak tekrar gözlerini açtığında ağzı da aynı göz bebekleri gibi kocaman hale geliyor. Tatlı tatlı esen rüzgâr benim tüylerimi onun kulağının arkasına yerleşen buklesini havalandırırken güneş kocaman gülümsemesiyle yeni arkadaşıma selam veriyor. Tam piknik yapılacak bir gün. Tam çimenlerde yuvarlanacak, paten kullanılacak, çıplak ayak yürünecek ve serinlemek için kumdan kalelerin üstünden zıplayarak denize koşulacak bir gün.
– Ama, ama anlamıyorum. Bu neydi, az önce- Nasıl birden-
– Sorunu hatırlıyor musun?
Sorumla aklına gelen meyvesinin yerinde olup olmadığını irkilerek kontrol ediyor. Hala elinde durduğunu görünce derin bir nefes verip bana dönüyor.
– Güneş dünyanın içinde mi diye sormuşum. Çok aptalca bir soru. Ama küçüktüm, söylemiştim. Hem az önce olanlarla ne ilgisi var? Hepimiz güneşin dünyanın içinde olmadığını biliyoruz. Hatta 150 milyon kilometre uzakta. Uzayda.
– Bu sadece fizik kuralları için geçerli. O konuda haklısın. Ama az önce yaşadıklarını bir düşün. Kötü anılarını hayal etmeni istediğim zaman gördüklerinin hepsi senin zihninde ve ruhunda yaşandı. Ve sonra şu an kendinle gurur duyduğun anları hatırladığında ise güneşi yine oraya sen yerleştirdin. Yani aslında bir doğru cevabı daha var bu sorunun. Güneş dünyanın içinde değil evet çünkü güneş senin içinde. Beni anlıyorsun değil mi?
Başını sessizce sallıyor. Düşünüyor, hayal ediyor ve o karanlık anıların ruhuna bedenine verdiği hasarları, güzelliklerin topraktan başını çıkaran kardelenler gibi günün nasıl aydınlattığını. İtiraz etmiyor. Anlamaya çalışıyor. Ben de ona ödülünü hatırlatmaktan mutlu oluyorum.
İstersen şimdi meyveni yiyebilirsin.
Verecek cevap arar gibi başını kaşıyor. Sonunda omuz silkerek meyveyi bir lokmadan ağzının içine yuvarlayıveriyor. Yüzünün aldığı şekle bakılırsa bu kız tatlı şeyleri çok seviyor.
Gece uzun ve biz artık ormanın içlerine doğru yürüyoruz. Çabuk uyum sağlamasına seviniyorum. O kadar kendinden geçmiş ve hayranlıkla etrafına bakınıyor ki belli belirsiz gelen müziği duyduğunu bile sanmıyorum. Sessizliğimizi bölen tek şey piyano tuşlarında kuşun kanatlarının değmesi gibi gezen ellerin hediyesi ve onun çıplak ayaklarının çimende çıkardığı hışırtı. Birden durup bana soru soran gözlerle bakıyor. Arkamızda kalan soru ağacını büyütmeye kararlı anlaşılan.
– Neden hiç hayvan yok?
Sorusunu bitirdiği anda önümüzden zıplaya zıplaya beyaz bir tavşan geçip gidiyor. Gözleriyle onu yakalamaya çalışırken bir kuş altın renkli tüylerini önümüzde savurarak başka bir ağaca doğru uçuveriyor. Arkadaşım gözlerini yukarı kaldırdığı anda ağaçtan ona sarkan bir çift tüylü kolu görüp birkaç adım geri çekiliyor. Sevimli bir maymun muzipçe kahkaha atarak göründüğü gibi yine karanlıklara geri çekiliyor. Bir sonraki ziyaretçimiz ise ağaçtan bir top gibi yuvarlanan benekli bir sincap. Onun da ziyareti kısa sürüyor. Çalılıkların ardında kaybolduğu gibi yerini yemyeşil gözleriyle bir masal kitabından fırlamış gibi görünen ceylana bırakıyor. Henüz yavru olduğu belli olan ceylanın meraklı gözlerle bize baktıktan sonra sıçrayarak bir çalılığın ardında kaybolması birkaç saniyeyi geçmiyor. Arkadaşım bu hızlı film gösterisinden şaşkına dönmüş halde.
– Oh Tanrım. Saklanıyorlarmış. Ama peki ya bir ayı ya da aslan falan çıkarsa. Onlar tehlikeli. Yılanlar mesela. Bakamam bile ben. Bize zarar verirlerse
– Eğer görmek istemezsen görmezsin.
– Nasıl?
Ormanın derinliklerini işaret ediyorum.
– Ordalar. Sen görmek istemezsen göremezsin. Ama ne yazık ki orda oldukları gerçeğini de değiştiremezsin. Unutma burası senin zihnin. Hayallerin, mutlulukların, başarıların olduğu kadar üzüntülerin, başarısızlık olarak gördüklerin ve korkuların da burada yaşıyor. Az önce deneyimledin biliyorsun. Onları görmezden geldiğinde, düşünmek istemediğinde sadece uyurlar.
– Uyumaları iyi. Bana zarar veremezler o zaman
– Ama ne yazık ki bu aldatıcı bir durumdur. Çünkü ne zaman uyanacaklarını asla bilemezsin. Eğer onlar ile karşılaşacak cesareti bulamazsan bir gün karşına çok daha güçlenmiş bir halde ve hiç beklemediğin anda çıkabilirler. O yüzden henüz büyümelerine fırsat vermeden mutlaka onlarla barış yapma yolunu bulmalısın.
– Bunu nasıl yapacağım peki?
– Hmm ben sana bunu bir örnekle anlatabilirim.
– Evet anlat lütfen.
Nihayet onu gördüğüm andan beri aklımı kurcalayan ve beni merakta bırakan sorunun cevabını alacağım için mutluyum. Bağışlayın ama özünde kediyim ben. Merak genlerimde var elimde değil. Evet başlıyoruz.
– Tamam bugünkü olayı ele alalım mesela. Telefon gelmişti sana. Canını sıkan bir haber olduğunu anlamıştım. Onu konuşalım mı?
Yüzü asılıyor. Alt dudağını sarkıtarak o olayı konuşup konuşmama konusunda kendi içinde bir savaş vermesini bekliyorum. Birkaç saniye sonra konuşmaya başladığında hala olayın etkisinin devam ettiğini görebiliyorum.
– Belki çok önemli bir şey değildir saçma bile gelebilir. Ancak canımı çok sıktı. Bir arkadaşım. Çocukluğumuz beraber geçti. En yakın arkadaşım yani. Birkaç yıl farklı okullardaydık bu yıl aynı okuldayız yine. Ne yazık ki onunla çok tatsız bir kavga yaptık. Ama ben haklıyım. O ise kabul etmiyor.
Bilge Kedi | Ümran Kırcı Şınığ kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.