Televizyona Dair Umberto Eco’nun, 20. yüzyılın kitle iletişim evrenine damgasını vuran, “konuşan o tuhaf kutu”ya ve üretimlerine adadığı yazılarını okurla buluşturuyor. Araştırmacı, yazar, filozof, köşe yazarı, göstergebilimci, yayıncılık dünyasının önemli aktörü olmanın yanı sıra İtalyan radyo televizyonu RAI’nin kamu hizmeti yayıncılığında da görev almış Eco’nun televizyona, televizyon diline, televizyonun devreye soktuğu iletişim biçimlerine ve bu iletişim biçimlerini destekleyen teknolojilere, televizyonun ürettiği hayal gücüne, bunun sonucunda ortaya çıkan kültürel, estetik, etik, eğitsel ve özellikle de politik neticelere yönelik yazıları yaklaşık 60 yıl gibi geniş bir zaman aralığında kaleme alındı: İtalya’da ilk televizyon yayınlarının başladığı 1956 yılından televizyonun toplumsal kültür üretiminde ve dönüşümünde baskın denemeyeceği bir döneme, ekranın internet ve sosyal ağlarla birleştiği 2015 yılına uzanan yazıları kapsayan bu kitap, Umberto Eco külliyatının önemli bir halkasını oluşturuyor.
“Eco, kendisini inanılmaz derecede kızdırmasına rağmen yine de bu olağanüstü iletişim aracına tutkundur. Öyle ki röportajların pek çoğunda, günün son saatlerini geçmişin hangi deviyle geçirdiği, akşamları ne yaptığı sorulduğunda neredeyse hep aynı yanıtı vermiştir: Ailece Komiser Columbo ya da Don Matteo izleyerek.”
İçindekiler
Gianfranco Marrone’nin Önsözü 13
Mike Bongiorno Fenomenolojisi 17
Olay ve Olay Örgüsü Televizyon Deneyimi ve Estetik 25
Müzik, Radyo ve Televizyon 53
Televizyona Dair Notlar 63
Televizyon Mesajına Dair Göstergebilimsel
Bir inceleme Önerisi 113
Göstergebilimsel Gerilla Savaşı 139
CogIto Interruptus 151
Televizyon Reklamı Hakkında Bilmediklerimiz 174
Bir Radyo-Televizyon Müzesi İçin Notlar 189
Radyo Televizyon İletişiminin Etkileri 217
Televizyonda İmge ve Sözcük 223
Televizyon Vizyoneri 228
Televizyon Eleştirisinin Tanımı 238
Televizyon Mesajına Dair Göstergebilimsel Bir
Araştırmanın Ana Hatları 270
İzleyici Kitlesi Televizyona Zarar Verir mi? 279
Vaduz Deneyi 306
Her İki Tarafı da Dinlemek 312
Göstergebilimsel Gerilla Savaşından İletişim
Profesyonelliğine 318
Televizyon Öğretebilir mi? 331
TV: Yitirilmiş Şeffaflık 350
Medyaların Çoğalması 377
Seri Üretimde Yenilik 384
Makine Şairleri 415
Başarının Anahtarı 419
Sevgili Columbo Üstünü Değiştirmiş 423
Reklam Spotunun Hakikati: Ne Şahane Bir Buluş! 427
Gece Nöbetleri 430
O Viskiyi Satın Almayın 434
Bongalar Aramızda 438
Güç ve İhtişam 441
Canlı Yayının Güzelliği 444
Bir İhtiyarın Düşünceleri 447
Örnek Olsun Diye 450
MIckey Mouse ve Manastır Yaşamı 453
Hakikat Televizyonu Nasıl İşliyor? 456
Televizyon Kameraları Olmadan Un glorno In
pretura 459
Doğruluk Makinesi Değil 462
Haberin Geleceğine Dair Haberler 465
Neden Televizyon Yüzünden Birbirlerini
Boğazlıyorlar? 468
Televizyonda Görülen Dava Anayasaya Suikasttır 471
Sanık Kabul Etse de Tanığa Teminat Veren var mı? 475
Eski Stalinist mi? 478
Televizyonda Masumiyetinizi Kanıtlayamazsınız.
Suçlamanız Gayrimeşru Hale Gelir! 482
Corrado ve Gerçek Ülke 486
Derrick ya da Vasatlık Tutkusu 491
Hafif Teknolojinin Zaferi 495
Mahremiyet Eğitimi 498
İki Büyük Birader Var 502
El Sallayarak Selamlamak 505
İzleyici Televizyona Zarar Verir mi? 509
Kıçlarını Kaldıran Gemiler 513
Soruşturmalar ve Kötü Adamlar 517
Zaman ve Tarih 520
Eco ve Televizyon 525
Gianfranco Marrone 525
Gianfranco Marrone’nin Önsözü
Bu kitapta Umberto Eco’nun televizyona, televizyon diline, televizyonun devreye soktuğu iletişim biçimlerine ve bu iletişim biçimlerini destekleyen teknolojilere, televizyonun ürettiği hayal gücüne, bunun sonucunda ortaya çıkan kültürel, estetik, etik, eğitsel ve özellikle de politik neticelere yönelik yazıları bir araya getirilmiştir. Bu yazılar oldukça geniş bir zaman aralığını kapsar. İtalya’da ilk televizyon yayınlarının başladığı 1956’dan, televizyonun çeşitli nedenlerle artık başlangıç aşamasında olduğu ve uzunca bir süre de öyle kaldığı gibi kitlesel bir araç olduğunun söylenemeyeceği ve belki de tam da bu nedenle toplumsal kültürün dönüşümünde ve üretiminde egemen bir mecra olarak değerlendirilmeyeceği 2015 yılına kadar uzanır. Böylesi bir zaman aralığı kim bilir belki tesadüfen ya da tarihin bir cilvesi olarak araştırmacı ve yazar, filozof ve köşe yazarı, göstergebilimci, yayıncılık dünyasının önemli bir aktörü ve RAI’nın kamu hizmeti yayıncılığında görevli biri olarak Eco’nun kariyer yaşamının tamamına denk gelir. Bilindiği gibi ilk işi 50’li yılların ikinci yarısından itibaren televizyonla ilgili olmuştur ve geleceğin göstergebilimcisi RAI’nın yapıları dahilinde, konuşan o tuhaf kutunun ânında üretmeye başladığı gerek teorik gerek pratik pek çok antropolojik sonuç üzerine düşünmeye başlamıştır. Bu konudaki düşünüm faaliyeti ölümüne, daha doğrusu ölümünden birkaç ay öncesine kadar sürmüştür, o dönemde bir yandan kanalların ve iletişim platformlarının çoğalması öte yandan da internet ve sosyal medyanın gelişmesi televizyonu dar bir köşeye hapsetmişti ama bu yeni yerinde de hâlâ etkili ve verimliydi.
Bu kitapta bilimsel makalelerden, televizyon yayınlarının, şahsiyetlerinin ya da durumlarının tekil analizlerine, güncel durumlara ânında müdahale sayılabilecek yazılardan ampirik araştırmaların raporlarına, röportajlara verilen yanıtlardan gazete makalelerine, hatta kurgu sayılabilecek bazı yazılar da dahil, düşünce deneylerine kadar çeşitli niteliklere sahip yazılar bulunur; bu yazılarını hep birlikte değerlendirdiğimizde bazı yorumlayıcı hipotezleri gözler önüne sermek ve kanıtlamak açısından işlevsel olduklarını söyleyebiliriz. Dolayısıyla metinlerde kullanılan üsluplar da ziyadesiyle çeşitlidir, birbirinin yerini alan ve zamanla dönüşen bu üslup çeşitliliği yazılan metnin içinde oluştuğu koşullara ve söylem gereksinimlerine uyarlanmış durumdadır. Buna paralel olarak televizyonun tarihsel dönemleri, teknolojileri, kullandığı diller de değişir: Paleo TV’den Neo TV’ye radikal olduğu kadar ani de olan geçiş bunlardan biridir, bu durum uzunca bir süre oyunun kurallarını değiştirerek eleştirel bilinçlerde hiç de azımsanamayacak bir türbülans yaratmıştır. Buna rağmen Eco’nun düşünceleri değişmediği gibi yıldan yıla gittikçe güçlenmiş, makul gerekçelere dayandırılmış ve inatla dile getirilmişlerdir.
Eco için televizyon kendine özgü bir dil olmaktan ziyade bir araçtır. Dolayısıyla televizyon teknolojilerindeki ilerleme ve dönüşümler, ona yaklaşan (tiyatro, radyo, basın) veya onunla boy ölçüşen (sinema, internet) alanların teknolojilerini de dönüştürmüştür; ancak bu dönüşümlerin televizyonun gerek içeriden gerek dışarıdan maruz kaldığı, kimi kez antropolojik nitelikte değişimlerle birebir örtüştüğü söylenemez. İşte bu nedenle her türlü medyatik determinizm açık bir şekilde reddedilir ve mütemadiyen tarih ve kültür, etik ve estetik alanına başvurulur. Sonuçta ortaya şöyle bir durum çıkar: Bir yandan televizyonun bir kamu hizmeti olduğuna ve (yayıncı kuruluşun izleyici kitlesinin birbiriyle rekabet halindeki beklentilerine yönelik vaatleri de dahil) iletişim türlerindeki makul ayrıma dair her türlü düşünce kesinkes önemini yitirir, öte yandan televizyonun kendi kendinden söz etmesiyle ortaya çıkan ısrarcı öz göndergeselliğiyle aracılık olmadan, filtre kullanmadan söylenecek bir hakikat, mümkün olduğunca sadık biçimde telafi edilip “olduğu gibi” aktarılacak (naif ama gündemden hiç düşmeyen) bir gerçeklik miti kol kola ilerler. Anlı şanlı ilk yılların canlı yayınından son yılların pek de şaşırtıcı bir gelişmesi sayılmayacak Hakikat Televizyonu’na ve reality show’larına uzanan kesintisiz çizgi sanıldığından çok daha güçlüdür: Mis- tifikasyon arzusu da, 20. yüzyılın tüm felsefelerinin ve sanatlarının kendi paylarını suskunca geçiştirdiği gerçekçi bir poetika iddiasının köhne kurşunlarını sıkarak girişilen beyhude izleyici kazanma isteği de aynıdır. Bu Eco’nun gayet iyi bildiği bir şeydir, üstelik ta en başından beri; o derinden derine göstergebilimsel temayülüyle, her şeyi açık seçik ortaya koyma arzusuyla kral çıplak demek ister; dolayısıyla görünürde amaçları ve ideolojileri açısından farklı ancak stratejileri ve dilleri açısından biçimsel olarak benzer olan gerek WEB’e gerek televizyona bağlı çeşitli medyatik popülizmlerle ebedî mücadelesini doğurup besleyen de işte bu arzusudur. Tam da bu nedenle bu kitap televizyonun iletişimsel macerasıyla Eco’nun göstergebilimsel macerasının sıklıkla buluşmaya yazgılı olduğu birbirine paralel bu iki çizgi arasındaki ilişkiyi hesaba katarak hazırlanmıştır.
Sırayı bozduğunuzda, sayfaları rüzgâr dağıtmışçasına bir düzenle okuduğunuzda bile, en beklenmedik yerlerde (Mike Bongiorno’nun yarışma programından Corrado’nun beceriksiz amatörlerine, haber programlarından televizyon duruşmalarına, Müfettiş Derrick’ten Grande Fratello’ya [Büyük Birader] kadar) karşınıza hep aynı olgular ve aynı sorunlar, aynı riskler ve aynı sahte çözümler çıkar. Lafı dolandırmadan açıkça söyleyelim: İster İtalyan televizyonunun ister başka televizyonların olsun izlediği yollar, bu 60 yıllık tutkulu dönem boyunca yöneticilerinin yaptığı seçimlerle Eco’nun beklediği ve kararlılıkla istediğinin tam aksi yönde ilerledi, yazarımız farklı tonlamalarla, farklı karşı çıkışlarla ama temelde hep aynı politik ruh haliyle tavsiyelerde bulunmuş ve istekleri dile getirmişti. Yürekten istediği şey televizyonun biçimlenmesine ve idare edilmesine katkıda bulunabileceği bir kamu yararıydı ama televizyon devekuşu gibi davranmayı tercih etti, başını kuma gömüp kıçını merak ve hayretle gözlerini kendisine diken seyirciye gösterdi.
Henüz elimizde Eco’nun tüm yazılarını barındıran ve filolojik açıdan tamamlandığını söyleyebileceğimiz bütüncül bir liste yok, bu nedenle elinizdeki bu derlemenin kapsamlı bir çalışma olduğu iddiasında değiliz. Bu kitapta yıllarca süren bir çalışmayla derleyebildiğimiz metinleri kronolojik bir sıraya soktuk (bu derleme çalışmamıza pek çok arkadaşımız ve meslektaşımız yardımcı oldu ve çabamızı destekledi, hatta bir keresinde eseri vesilesiyle Cerisy-la-Salle’de düzenlenen bir buluşmada bizzat Umberto Eco’yla karşılaşarak kendisinden de destek aldık): Gerek Açık Yapıt, Ertelenmiş Kıyamet3, Il costume di casa [Evimizin Âdetleri] veya Dalla periferia dell’impero gibi zaten geniş ölçüde bilinen kitaplarında yer alan yazıları gerekse belli vesilelerle yazıldıklarından (bazıları La bustina di Minerva4 [Minerva’nın Kutusu] ya da Pape Satán Aleppe: Budalalıktan Deliliğe adlı kitaplarda bulunan) pek de bilinmeyen yazılarını, gerekse hiçbir kitaba dahil edilmediklerinden şimdiye kadar kimsenin bilmediklerini, RAI arşivlerinde, gazete koleksiyonlarında, niş yayınlarda, sektör dergilerinde, seminer ya da akademik buluşma dosyalarında bulunanları derleyip bir araya getirdik.
Yukarıda söylediklerimiz bağlamında bu kitabın eksikliklerden ziyade muhtemelen Eco’nun sıklıkla ele aldığı konular, bu konularla ilgili tekrarları, konuları yeniden ele alma biçimleri ve ısrarla vurguladıkları fark edilecektir. Eco, kendisini inanılmaz derecede kızdırmasına rağmen yine de bu olağanüstü iletişim aracına tutkundur. Öyle ki röportajların pek çoğunda, günün son saatlerini geçmişin hangi deviyle geçirdiği, akşamları ne yaptığı sorulduğunda neredeyse hep aynı yanıtı vermiştir: Ailecek Komiser Columbo ya da Don Matteo izleyerek.
- Orijinal adı Apocalittici e integrati. Türkçe çevirisinde kitabın adında yer alan apocalittici ifadesi kitle kültüründen ve televizyondan kötümser bir biçimde söz edenleri ifade etmek üzere “kıyamet tellaNan”, integrati ise bu kültüre iyimser bakan entelektüelleri ifade etmek üzere “uyumlular” olarak çevrilmiştir. (Ç.N.)
- Eco’nun haftalık L’Espresso dergisi için aynı adı taşıyan köşesinde kaleme aldığı yazıları içeren derleme. (Y.N.)
MİKE BONGİORNO FENOMENOLOJİSİ*
Kitle iletişim araçlarının dolayıma soktuğu insan, esas itibarıyla benzerleri arasında en saygı duyulanıdır: Ondan asla zaten olduğundan başka birine dönüşmesi istenmez. Başka türlü söylersek, eğilimleri örnek alınarak araştırma konusu yapılan arzuları kışkırtılır. Buna rağmen hak ettiği uyuşturucu mükâfatlardan biri düşlere dalmak olduğundan ona sunulan genelde kendisi ile seçtikleri arasında gerilim oluşabilecek ideallerdir. Ancak bu insan, her türlü sorumluluktan azade olsun diye bu idealler fiilen ulaşılamayacak bir noktaya yerleştirilir, öyle ki arzuları ile idealler arasındaki gerilim şeylerin durumunu değiştirmeye yönelik bir dizi etkin eylemde değil bir yansıtmada çözüme kavuşur. Kısacası ondan buzdolabı ve 21 inç televizyonu olan biri olması istenir, yani kendisinden istenen sahip olduğu nesnelere buzdolabı ve televizyon ekleyerek olduğu gibi kalmasıdır; karşılığında mükâfat niyetine kendisine ideal olarak Kirk Douglas veya Süpermen sunulur. Kitle iletişim araçlarının tüketicisinin ideali asla öyle olmayı azimle istemeyeceği bir süper insandır, buna rağmen söz konusu modeli hayalinde taklit etmekten ziyadesiyle keyif alır; tıpkı bir gün sahip olabileceğini bir an bile aklından geçirmediği bir başkasının kıyafetini giyip birkaç dakikalığına aynanın karşısında oyalanan biri gibidir.
Televizyonla ilgili yeni durum şudur: Televizyon, özdeşleşecek ideal olarak supermani değil everymani önerir. Televizyon ideal olarak kesinlikle ortalama insanı sunar. Tiyatroda, Juliette Greco sahnede görünür ve hemen bir mit yaratır ve bir kült oluşturur; Josephine Baker putperest ritüelleri harekete geçirir ve adını bir döneme verir. TV’de Juliette Greco’nun büyülü yüzü çeşitli vesilelerle görünmesine rağmen mit falan doğmaz; televizyonda idol o değil onu anons eden kadın spikerdir ve kadın spikerler arasında en sevileni ve en ünlüsü, ortalama özellikleri en iyi temsil eden olacaktır: mütevazı güzellik, sınırlı seksapellik, tartışılabilir beğeni, ev kadınlarına özgü belli bir zayıflık.
Esas itibarıyla, niceliksel fenomenler alanında ortalama aslında bir orta değeri temsil eder, henüz bu orta değere varamayanlar içinse varılacak bir hedefi temsil eder. Şu bildik zekice espriye göre eğer istatistik, bir adam günde iki tavuk yiyor bir başkası hiç yemiyorsa bu adamlardan her birinin günde bir tavuk yediğini söyleyen bilimse, tavuk yemeyen adam için günde yarım tavuk arzu edilebilecek pozitif bir şeydir. Oysa niteliksel fenomenler alanında ortalamaya eşitleme sıfıra eşitlemeye denk gelir. Tüm ahlaki ve entelektüel meziyetlere orta derecede sahip biri minimal bir evrim düzeyindedir. Aristoteles’çi anlamda iki aşırı uç arasında kalmak anlamında “orta yolu bulma” insanın kendi tutkularını, aşırılıktan kaçınması yani “ihtiyat” erdeminin gösterdiği yolla dengelemesidir. Bu arada tutkuları orta derecede beslemek ve ortalama bir ihtiyat sahibi olmak insanlığın zavallı numunelerinden biri olmak anlamına gelir.
Superman in everyman e indirgenmesiyle ilgili en göz alıcı vaka İtalya’da Mike Bongiorno figürü ve onun başarı öyküsüyle karşımıza çıkar. Milyonlarca kişinin idol haline getirdiği bu adam, başarısını televizyon kameraları önünde sergilediği şahsiyete borçludur, her eylemi ve her sözcüğü mutlak bir vasatlık gibi görünür (bu da onun ziyadesiyle sahip olduğu yegâne meziyettir), bu vasatlık onda hiçbir yapaylık ya da kurgu kokusu alınmamasıyla açıklanabilecek spontane ve dolaysız bir cazibeyle birleşmiş haldedir: Neyse o olduğundan alıcısı var gibidir, olduğu haliyle hiçbir izleyiciyi, en gafil avlanacak olanı bile kendinden aşağı konuma düşürmez. İzleyici kendi sınırlarının portresinin yüceltildiğini ve ulusal otoritelerce resmen ödüllendirildiğini görür.
Mike Bongiorno’nun olağanüstü gücünü anlamak için onun davranışlarına dair bir çözümleme yapmak, tam anlamıyla bir “Mike Bongiorno Fenomenolojisi” üzerinde çalışmak gerekir; bu çalışmada bu isimle adlandırılan gerçek bir insan değil bir şahsiyettir.
Mike Bongiorno pek de yakışıklı, atletik, cesur ya da zeki biri değildir. Biyolojik olarak, çevreye uyum açısından mütevazı bir düzeyi temsil eder. Genç kızların ona yönelik histerik aşkı kısmen genç bir kızda uyandırabildiği annelik duygularına, kısmen de kendinde itaatkâr ve kırılgan, sevimli ve nazik, ideal bir âşık figürü sezilmesini sağlayan bakış açısına bağlıdır.
Mike Bongiorno cahilliğinden utanmadığı gibi kendini eğitme gereksinimi de duymaz. En baş döndürücü bilgi alanlarıyla temasa girer ve bu temastan başka insanların ilgisizliğe ve zihinsel tembelliğe yönelik doğal eğilimlerini rahatlatarak bakir ve el değmemiş olarak çıkar. İzleyiciyi sarsmamak için elinden geleni yapar, bunu yaparken olup bitenlerden bihaber olduğunu göstermekle kalmaz, hiçbir şey öğrenmemekteki kararlılığını da gözler önüne serer.
Buna mukabil Mike Bongiorno, bilen kişilere içten ve ilkel bir hayranlık duyduğunu gösterir. Böyle insanların fiziksel becerilerini, bellek güçlerini açıklar, bildik ve basit yöntemi gözler önüne serer: İnsan pek çok kitap okuyarak ve bu kitapların söylediklerini kabul ederek kültürlü olur. Kültürün yaratıcı ve eleştirel işlevine dair küçücük bir şüphe dahi taşımaz. Kültürle ilgili ölçütü tamamıyla nitelikseldir. Bu anlamda (kültürlü olmak için yıllar boyunca bir sürü kitap okumuş olmak gerektiğinden) doğuştan okumaya gönlü olmayanın bu işe kalkışmaması doğaldır.
Mike Bongiorno, uzmanlara saygı duyar ve onlara güveni sınırsızdır. Bir profesör bir âlimdir; resmî kültürü temsil eder. Kendi alanının teknik insanıdır. Sorular yetkinliği nedeniyle ona yöneltilir. Buna rağmen kültüre hayranlık, ancak kültür yoluyla para kazanıldığında görülür. İşte o zaman kültürün bir işe yaradığı fark edilir. Sıradan insan öğrenmeyi reddetse de çocuğunu okutmaya kararlıdır.
Mike Bongiorno’nun para ve değeriyle ilgili kavrayışı küçük burjuvalara hastır: “Düşünsenize, 100 bin liret kazandı! İyi para!”
Dolayısıyla Mike Bongiorno izleyicinin yarışmacıyla ilgili insafsız düşüncelerini onlardan önce dile getirecektir: Böylece yarışmacılara, seyircilerin evde kendi kendilerine düşünecekleri acımasız şeyleri dile getirir: “Kim bilir ne kadar mutlu olacak! Ne çok para! Hele üç kuruş maaşla yaşayan biri için? Bu kadar parayı hiç bir arada gördü mü ki?”
Mike Bongiorno, insanları tıpkı çocuklar gibi kategorilerle tanır ve onlara komik biçimlerde hitap eder (çocuk, “Affedersiniz memur bey…” der). O da her zaman bu formülü kullanır ancak en basit ve yaygın formunu seçerken, “Çöpçü Bey, Çifti Bey” gibi hitaplarla genelde aşağılayıcı bir ton yükler.
Mike Bongiorno yaşadığı toplumun tüm efsanelerini kabul eder: Bayan Balbiano d’Aramengo’nun elini öper ve bunu karşısındaki bir kontes olduğu için yaptığını söyler.
Toplum efsanelerinin yanı sıra geleneklerini de kabul eder. Ezilmişler karşısında babacan ve gönül alıcı, toplumsal açıdan nitelikli olanlarla saygılıdır. Para dağıtırken açıkça ifade etmese de insanları içgüdüsel olarak bu paranın kazanç değil de sadaka gibi düşünülmesine yönlendirir. Sınıf diyalektiğinde yukarı çıkmanın tek yolunun kadere bağlı olduğuna inandığını açıkça gösterir. Kader de yeri geldiğinde Televizyon’dur.
Mike Bongiorno basit bir İtalyanca konuşur. Söylemi bir basitlik abidesidir. İstek kipini, yan cümleleri atar; söz- dizim boyutunu adeta görünmez kılmayı başarır. Konuyu enine boyuna tekrarlayarak zamirlerden kaçınır, nokta koymakta üstüne yoktur. Asla paranteze almak ya da kesme işareti kullanmak gibi maceralara girmez, eksiltili ifadeler kullanmaz, imada bulunmaz, çoktan ortak söz dağarcığına girmiş metaforlardan başka metafor kullanmaz.
Dili kesinlikle inanılmaz ölçüde göndergeseldir, tam da neopozitivistleri sevindirecek türden. Söylediklerini anlamak için çaba göstermek gerekmez. Herhangi bir seyirci, kendisine bir fırsat verilse ondan daha dilbaz olabileceğini fark eder.
Mike Bongiorno bir sorunun birden fazla yanıtı olabileceği düşüncesini kabul etmez. Değişkelere şüpheyle bakar. Nabucco ve Nebukadnezar aynı şey değillerdir. Verilerle karşılaştığında bir elektronik beyin gibi tepki gösterir, A’nın A’ya eşit olduğuna ve tertium non datur a iman edercesine inanır. Kusurlu Aristoteles’çi olarak, pedagojisi sonuç itibarıyla muhafazakâr, ataerkil ve gericidir.
Mike Bongiorno mizah duygusundan yoksundur. Gerçekliği çarpıtabilecek yetkinlikte olduğundan değil ondan hoşnut olduğundan güler. Paradoksun doğasına dair fikri yoktur, bir paradoks dile getirildiğinde söyleneni eğlenmiş bir havayla tekrarlar ve başını sallar, tavrı sanki konuştuğu kişi sevimli bir manyakmış gibidir; paradoksun ardında bir hakikat gizlenebileceğine dair en ufak kuşkusu olmadığından onu yetkin ve güvenilir bir görüş saymaz.
En meşru konularda bile polemikten kaçınır. Bilinebilir şeylerin tuhaflıklarına dair malumat almaktan geri durmaz. Yeni bir resim ekolü, anlaşılması güç bir disiplin söz konusu olduğunda, “Bugünlerde herkes şu kübizm denen şeyden söz ediyor, siz de azıcık söz etsenize. Bu kübizm ne menem bir şey?” diye sorar. Açıklamayı duyduktan sonra soruyu derinleştirmeyi düşünmez, aynı fikirde olmadığını terbiyeli bir ukalalıkla bildirir. Böyle de olsa başkalarının fikrine saygı duyar, gerçi ideolojik nedenlerden değil de ilgisizliktendir saygısı.
Bir konu hakkında sorulabilecek tüm sorular arasından herkesin aklına ilk gelecek olanı seçer ve bu muhtemelen izleyicilerin yarısının çok banal buldukları için sormaktan hemen vazgeçeceği sorulardandır: “Bu tablo neyi temsil ediyor?”, “Nasıl oldu da mesleğinizden bu denli farklı bir hobi seçtiniz?”, “Felsefeyle ilgilenmek nereden aklınıza geldi?”
Klişeleri aşırı uçlara vardırır. Rahibelerin yetiştirdiği bir kız namus timsali, renkli çoraplar giyen, atkuyruklu bir kız “cehennemlik bir isyankâr’dır. İlkine, böylesine iyi bir kız olarak diğeri gibi olmak isteyip istemediğini sorar; bu karşılaştırmanın aşağılayıcı olduğu anımsatıldı- ğındaysa ikinci kızı teselli edeyim derken onun fiziksel üstünlüğünü över, ilkini küçük düşürür.
Bütün bu sersemletici gaflar oyununda dolambaçlı sözcükler kullanmaya girişmez bile, zaten böyle bir şey yapmak baroka özgü agudeza gerektirir. 17. yüzyılda çok moda bir tarz olan bu tür agudezalar filozof Vico’nun çemberine ait olduğundan Bongiorno’nun yabancı olduğu şeylerdir. Ona göre her şeyin sadece bir tane adı vardır; retorik ustalık sofistike bir şeydir. Esas itibarıyla gaf daima maskelenmemiş bir samimiyetten doğar, samimiyet kasıtlı olduğunda ise gaf yerine bir meydan okuma ve kışkırtma söz konusudur. İnsan gerçekten farkına varmadan ve düşünmeden davrandığında gösterdiği samimiyet gafa neden olur. Bongiorno eleştirmenlere ve izleyicilere göre bir gaf ustasıdır. İnsanın vasatlığı arttıkça beceriksizliği de artar. Mike Bongiorno, gafı yayıncı kuruluş ve izleyici ulus tarafından onaylanan bir adabımuaşeret kuralı çerçevesine sokup bir retorik figür mertebesine yükselterek işte bu beceriksiz insanı teselli eder.
Mike Bongiorno, başarıyı yücelttiğinden kazananın sevincini içtenlikle paylaşır. Kaybedene kibarca sırtını döner ama mağlup kötü koşullardaysa bundan etkilenir ve bir yardım yarışına öncülük eder, bu işi de hallettikten sonra memnuniyetini açıkça gösterir, izleyiciyi ikna eder; sonra olası dünyaların en iyisinin mevcudiyetiyle rahatlamış bir halde başka yaralara merhem olmak için kanatlanır. Hayatın trajik boyutunu görmezden gelir.
Dolayısıyla Mike Bongiorno, izleyici kitlesini canlı ve muzaffer bir örnekle vasatlığın değerine ikna eder. Kendisini bir idol olarak sunmakla birlikte aşağılık komplekslerini kaşımaz; izleyici kitlesi ona minnettar kalarak sevgisiyle borcunu öder.
Kitaptan tadımlık bir bölümü okumak için aşağıdaki PDF bağlantısına tıklayın.
PDF indirTelevizyona Dair kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Televizyona Dair (1956)
✱ Yeni Çıkanlar
Deneme
Yazar: Umberto Eco
İlk Basım: 1956
Yayınevi: Can Yayınları
ISBN | 9789750762628 |
Ürün Adı | Televizyona Dair |
Yazar | Umberto Eco |
Çevirmen | Betül Parlak |
Yayınevi | Can Yayınları |
Dizi | Modern |
Alt Dizi | Dünya Edebiyatı |
Kategori | Edebiyat |
Tür | Deneme |
Ürün Formu | Kitap |
Eser Formatı | Karton Kapak |
Ebat | 12,5x19,5 cm |
Sayfa Sayısı | 584 |
Ürün Detay | Siyah-Beyaz |
Arka Kapak Fiyatı | 320 TL |
Baskı Sayısı | 1. Baskı |
Hedef Kitle | Yetişkin |
Etiketler | #toplum, #teknoloji, #kitleiletişimi, #kültür, #televizyon, #medya, #italyanedebiyatı |
İlk Baskı Tarihi | Mart 2024 |
İlk Yayın Tarihi | 1956 |
Eser Dili | Türkçe |
Çeviri Dili | İtalyanca |
Özgün Adı | Sulla televisione |
Özgün Dili | İtalyanca |
Dizi Editörü | Şirin Etik |
Editör | Nükhet Polat |
Düzelti | Ebru Aydın, Aylin Samancı Elmasdağ |
Mizanpaj | Bahar Kuru Yerek |