Evrensel müzisyen kimliği bir yana, sanat hayatına edebiyatçı olarak başlamış, öykü ve romanlarıyla bütün dünyada kendine okur bulmuş bir usta kalemden ufuk açıcı denemeler.
Zülfü Livaneli, Vatan gazetesindeki köşesinde çok zevk aldığı, hayatını adadığı edebiyat konusunda görüşlerini paylaşmak ve özellikle de “yüreğini kanatlandıran sözlere sevdalanmış” yazar adaylarına faydalı olmak için “Edebiyat Notları” yazmaya başlamıştı. Don Kişot’tan Karacaoğlan’a, Tolstoy’dan Yaşar Kemal’e, Güneş-Dil Teorisi’nden Nâzım Hikmet’e, film müziklerinden @ işaretine kadar pek çok kişi ve konuya değinen bu yazılar kısa sürede büyük ilgi gördü, sadık bir okur kitlesi oluşturdu. Edebiyat Mutluluktur’da bu yazılardan ince elenip sık dokunarak seçilmiş yazıları ve Livaneli’nin “Benim Gözümden Yaşar Kemal” ve “Edebiyat Üzerine” başlıklı iki konuşmasını bulacaksınız.
Bu Denizin Balığı
Edebiyat çok geniş bir kavram. İçine Sadi’nin, Hafız’ın, Shakespeare’in şiiri de girer, Homeros’un destanları, Binbir Gece Masalları, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si de. Tiyatro oyunları, eskilerin “tecrübe-i kalemiye” dedikleri denemeler, düzyazı şiirler, hepsi o geniş edebiyat kavramının içinde.
Ama konuyu daha ayrıntılı incelemek için modern roman türünü ele alıp, biraz daraltmakta fayda var.
Modern romanın temel eseri olarak Cervantes’in Don Quijote’si gösterilir. Ondan önce de “hikâye anlatan”, ele aldığı konuları derli toplu biçimde aktaran eserler vardı elbette. Kaldı ki Cervantes bile o dönemin İspanyasında, bizim halk hikâyeleri gibi anlatılıp durulan şövalye masallarından yararlanmıştı. Ama şövalyeler çağı geçtikten sonra hâlâ eski değerlerle yaşamaya ve o şekilde dünyayı kurtarmaya, sevgilisi Dulcinea’ya kavuşmaya çalışan Mancha’lı ihtiyar Don Quijote (Türkçede alışıldığı gibi söylersek: “Don Kişot”) tiplemesiyle, karakter yaratmanın, psikolojik derinliklere inmenin ve trajikomik öğelerin doruğuna ulaştı.
Eski Yunan trajedileri de insanın kadere karşı mücadelesini işliyordu ama form başkaydı. Cervantes’ten sonra modern roman hızla gelişti. Birçok ülkede, edebiyat meraklılarının okuması şart olan muazzam romanlar yazıldı.
Bu romanları yazanlar, yarattıkları unutulmaz karakterlerle, içinde yaşadıkları toplumu sosyologlardan, ekonomistlerden, tarihçilerden çok daha derin bir biçimde anlatmayı başardılar.
Herkesten daha akıllı ve bilgili oldukları için değil, sezgileri çok gelişmiş olduğu için. Her büyük romancı, içinde bulunduğu toplum denizinde yüzerken, bir balık gibi akıntıları, eğilimleri sezebiliyordu.
Örneğin, 19. yüzyıl Fransasını anlayabilmek için en önemli kaynağın Balzac’ın eserleri olduğuna inanılır ki bence de doğrudur.
Edebiyat yolu
Roman sanatının doruğa yükseldiği 19. yüzyılda, değerli edebiyat eserleri büyük halk kitleleri tarafından bugünün televizyon dizileri gibi izlenirdi. Charles Dickens’ın fasiküller halinde yayımlanan romanları merakla, heyecanla beklenir, çıktığı anda kapışılırdı. Sevilen bir roman kahramanının ölümü halinde yüz binlerce kişinin gözyaşlarına boğulduğu anlatılır.
Dostoyevski’nin romanları gazetelerde tefrika edilir, Tolstoy her romanıyla koca Rusya’da fırtınalar yaratırdı.
Fransa’da Victor Hugo, Flaubert, Zola, hem romanları hem politik duruşlarıyla toplumun temel taşlarını döşüyorlardı.
Bu romancılar, kimsenin karşı çıkamayacağı biçimde hem derin ve nitelikli hem de yaygındılar. Demek ki büyük kitlelerin okuması bir eseri değersiz kılmıyor.
Sadece roman değil, bütün sanat eserleri hem yaygın hem değerli olabilir. Sinema sanatının en büyüğü olan Charlie Chaplin, Şarlo tiplemesiyle dünyada milyonlarca hayran edinmiş, o dönemin kıt iletişim koşullarına rağmen Türkiye’nin köylerinde bile tanınmıştı.
Bir başka örnek de Picasso’dur. Bu devrimci ressam, kübizm akımının k’sini bilmeyen milyonlarca insan tarafından iyi tanınır; hatta resme getirdiği tarz, en cahil insan tarafından bile “başı bir yerde, gözü başka yerde” diyerek basit biçimde tarif edilir.
Bu örnekler bizi şöyle bir sonuca götürüyor: Bir eserin nitelikli ve derin olması, onun geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesine engel değildir.
Ama bunun en önemli koşulu o sanat eserinin bir “marifet” sonucunda ortaya çıkmış olmasıdır. Usta bir piyanist nasıl mahir parmaklarıyla bizi kendine hayran bırakır ve sıradan insanın gösteremeyeceği bir “maharet” sergilerse bir romancı da dili öyle kullanmalı, konusunu yine büyük bir “maharet”le anlatmalıdır. Yoksa yavan, kuru, okunmaz metinler yazıp, okur kitlelerini cahil yerine koyarak kendine mazeretler üretmek, bir romancı için, beceriksizliği bir tür entelektüel egoizmle saklama çabasıdır.
Piyano nasıl dinlenmek için çalınırsa, roman da okunmak için yazılır. İkisinin de temelinde “haz” denilen o sanat büyüsü vardır.
Bu arada şunu da belirtmem gerekir: Lenin, “En doğru fikir bile abartılırsa saçmaya varır” demişti. Haklıdır. Ama, bu yüzden edebiyatta deneysel çalışmalar yapılamaz ya da böyle eserler yazılmamalı demiyorum.
Mesela James Joyce’un Ulysses’i gibi deneysel eserler, fazla okunmasalar bile edebiyata yeni olanaklar getirdiler. William Faulkner’ın o dönem için devrimci bir yenilik sayılabilecek üslubu hem söz sanatlarını geliştirdi hem de Joe Christmas gibi unutulmaz karakterler yaratmayı başardı. Bütün mesele “maharet”te. Gabriel García Márquez, Franz Kafka, Jorge Amado, Jorge Luis Borges gibi yazabiliyorsanız, edebiyat sanatına yenilik getirmenize kimsenin itirazı olmaz. Çünkü bir yazarın temel görevi olan “okutma”yı başarıyorsunuz demektir. Bundan ötesi ıkına sıkına, zorla yazılan metinlere bahane üretmekten ibarettir.
“Marifet” derken, “hüner sergilemek” amacı anlaşılmamalı. “Marifet”, bir sonuç olarak ortaya çıkmalı. Söyleyecek sözü, anlatacak hikâyesi olan insanların, bu amaçlarını gerçekleştirmek için kullandıkları özellikleri olarak anlaşılmalı “marifet”.
Çünkü “hüner sergilemek” kendi başına bir amaca dönüşünce, eser hayattan kopuk hale geliyor. Hayata dair değil de daha çok edebiyat kuramlarına dair bir yapıt oluyor. Sadece yazar çizer takımının ilgisini çekebilecek, günlük hayatını yaşayan insanları ilgilendirmeyecek konular ele alınıyor.
Oysa edebiyatı, öncelikle bir yol olarak kabul etmeliyiz. Müzik gibi, resim gibi, başka birçok yol gibi, yazmak da hayatı algılamanın; anlamaya çalışmanın ve dolayısıyla hayata müdahale etmenin bir yolu. “Duygu ve düşünceleri paylaşmak” gibi basit bir şey değil.
Yunus’un, Pir Sultan’ın, Nâzım’ın, Âşık Veysel’in, Yaşar Kemal’in yoludur bu. Bu yoldakiler, halkın anlayacağı büyük bir sanat yaratırlar. Çünkü en nitelikli ürünlerin karşılık bulacağı konusunda halka güvenirler. Sadelik, derinlik ve zenginlik vardır onların yapıtlarında.
Büyük romanlara baktığımız zaman bazı ortak özellikler görüyoruz.
Bunların başında sağlam bir konu geliyor. Bir ara “hikâyenin önemli olmadığı”, edebiyatın sadece üslup demek olduğu tartışıldı ama bütün tartışmalarda olduğu gibi insanların birbirini aşırı noktalara ittiği, anlamsız bir ağız dalaşıydı bu.
Sanki insan iyi bir hikâyeyi, güzel bir üslupla anlatamazmış gibi.
Okuma zevki
Hayatta yapılan her güzel iş gibi, kitap da zevk alarak okunmalı. Edebiyat, ne kadar derin düşünceler anlatılırsa anlatılsın, bunları okura zevk verecek, sayfaları sabırsızlıkla çevirtecek, hatta “Aman bitmesin” dedirtecek bir biçime büründürme sanatıdır.
Bütün büyük yazarlar, bunu başardıkları için büyüktürler. Siz hiç Cervantes, Dostoyevski, Tolstoy, Dickens, Gogol, Flaubert, Stendhal, Márquez okurken sıkılan, öf pöf eden birini gördünüz mü? Ben görmedim.
Çünkü bu yazarlar büyük bir ustalıkla okurun ruhuna sızarlar, roman kahramanlarını, gerçek hayatta tanıdıkları kişilerden daha çok tanımalarını, hatta bazılarıyla kendilerini özdeş kılmalarını başarırlar. Sonra o kahramanların başından geçen aşk, entrika, felaket, savaş, iflas, intihar, ölüm vs. gibi insana ait bütün haller, okuru birinci dereceden ilgilendirmeye başlar.
Evet, edebiyat zevklidir dedik. Ünlü bir Fransız yayınevinin adı “Okuma Zevki”ydi zaten.
Öğrencilik yıllarımızdaki edebiyat dersleri, ne yazık ki öğrenciyi edebiyattan soğutmak için elinden geleni yapan bir tavra bürünmüştü. Divan edebiyatından iki dize alıp oradaki “sanatları” açıklamak, aruz vezinlerini ezberlemek vs. gibi genç bir öğrencinin içini bayacak derslerdi bunlar. Oysa, o yaştaki çocuklara kitap okumayı sevdirecek ne programlar uygulanabilirdi. Ama yapmadılar, hâlâ da bu tutum devam ediyor herhalde.
Yalnız okullar değil, edebiyat âlemi de genç insanları okumaktan soğutmak için elinden geleni yaptı. Çok derin ve entelektüel görünmek isteyen yazarlar, sanki biz zavallı faniler için gönül indirerek yazmak lütfunda bulunuyorlardı. Kitaplarda uzun, upuzun, içinden çıkılmaz cümlelerle, olay örgüsü olmayan ve karakterlerin ancak silik bir gölge gibi kaldığı biçimsel denemeler yaptılar. Sonra da sayfalarını bin bir gereksiz ayrıntıyla doldurdular.
Bunların içinde, bakkala giderken yaptığı alışveriş listesini yayımlayanlar bile oldu. (Gülmeyin, bu bir gerçek.) Sonra da bu beceriksizliği, bu tıkızlığı “postmodern” falan gibi cafcaflı lafların arkasına saklayıp, acemi bir piyanistin sürekli tek bir tuşa basıp “Siz anlamıyorsunuz, bu çağdaş müzik” demesi gibi saçmalıklarla uğraşır olduk.Veya kuş resmi bile çizemeyen bir ressamın (!) tuvalin ortasına küçük bir kırmızı leke yerleştirip “Önemlidir, çünkü o lekeyi oraya BEN koydum” diye kendini Güzel Helen’in yanağına ben konduran bir Tanrı mertebesine yükseltmesi gibi saçmalıklarla…
Yani tam bir şarlatanlar döneminin göbeğindeyiz.
İki farklı edebiyat
Şöyle bir kurala inanıyorum: Eğer bir masa başında oturduğunda arkadaşlarına anlattığın zaman ilgilerini çekecek, seni en azından yarım saat dinlemelerini sağlayacak kadar ilginç bir konun yoksa, hiç yazmamak daha iyi. Çünkü o yüzlerce sayfayı da kimse okumaz. (Bu genellemenin dışında kalan deneysel yapıtları ayrıca ele almak gerek.)
Ne var ki, çağımızda kapitalizm, edebiyat sanatına kötülük ederek iki ayrı edebiyat yarattı. Kitabı metalaştıran piyasa, edebiyatı “popüler edebiyat” ve “yüksek edebiyat” olarak ikiye böldü. Ve sonunda iş öyle aşırı bir noktaya geldi ki, büyük okur kitlelerine sabun köpüğü gibi eften püften eğlendirici kitaplar sunulurken, kimsenin okumadığı ve “gerçek edebiyat” olduğu sanılan bazı eserler yayıncılar, ajanslar ve kendini seçkin gören bir avuç insanın oyun malzemesine dönüştü.
Bu kitaplarda, sağlam edebiyatın olmazsa olmazları arasında bulunan usta bir dil, sağlam bir psikolojik temel ve en önemlisi unutulmaz karakterler yaratma koşulu aranmaz oldu. Ama birtakım modalar bu yazarları öne çıkardı.
Bugün iyi bir okur, köklü edebiyattan Raskolnikov, Prens Andrey, Nataşa, Mişkin, Karamazov, Goriot Baba, Anna Karenina, Madame Bovary, Jean Valjean gibi yüzlerce karakteri sayabilir, onları ailesinden daha iyi tanır ama “popüler edebiyat”tan tek bir karakter hatırlayan var mıdır acaba?
Mesela bana, pek bir hayranlıkla karşılanan, her kitabına övgüler düzülen Paul Auster’ın unutamadığınız bir karakterinin adını söyleyin.
Yoktur; çünkü sağlam karakterler yazılamamış, sadece entelektüel bir oyun oynanmıştır.
Bu düşüncelerimi açıklarken örnek olarak Auster’ı kullanmam, ünlü yazara haksızlık gibi görülebilir. Ama tanınıyor olması ve karakter yaratma yetisinin eksik olması, anlatmak istediklerim için onu uygun bir örnek haline getiriyor.
Ayrıca, anlatısında, roman mimarisi açısından da sorunlar var. Mesela Sunset Park’ta, anlatıcının hayatını değiştirdiğini anlattığı, ağabeyinin ölümüne sebep olma travması birkaç paragrafla geçiştirilmiş. Amerikan beyzbol oyuncularının maceralarına ise sayfalar ayrılmış. Oysa bu insan gerçekliğine uygun değil. İster kurgu kahramanı ister gerçek kişi olsun, kim ağabeyini öldürdüğünde bu onun hayatında futbolculardan daha az yer tutar?
Postmodern edebiyatın kopyala/yapıştır yönteminin zayıflığının ilginç bir örneği bu.
Unutmayalım ki edebiyat, ilginç gösteriler yapma, okyanus balıklarından karıncaların hayatına kadar romanın ilerlemesine yardım etmeyen ve temasıyla ilgisiz bir sürü internet bilgisi boca etme değil, insanı anlatma sanatıdır. Bunun da temeli psikolojidir. Gılgamış’tan, Homeros’tan bu yana değişmeyen bir gerçektir bu.
Lobiler ve medya çalışıyor
Batı ülkelerinde “Kitap okumaktan nefret edenler” grupları kurulmaya başlanmış. Elbette bize de yansımış bu internet modası. Çünkü “yüksek edebiyat” dedikleri şey okurları kendinden uzaklaştırıyor, edebiyat iyice halkın dışına itiliyor.
Üç önemli İngiliz gazetesinin kültür yazarlarıyla ve kültür sayfası yöneticileriyle bir akşam yemeğinde buluşmak, bana bu söylediklerimi doğrulama olanağı verdi. Onlar benimle söyleşi yaparken, ben de kafamdaki soruları sordum.
İçlerinden birisinin neler okuduğunu öğrenmek istedim. Hangi yazarları seviyordu? Kimlerden hoşlanıyordu?
Cevap neydi, biliyor musunuz: “Belki şaşıracaksınız ama, Len Deighton başta olmak üzere casusluk ve gerilim kitapları okuyorum.”
“Len Deighton’ı ben de severim” dedim. “Ama sadece bunları mı okuyorsunuz?”
“Evet” dedi. “Çünkü kendini aşırı önemseyen ve saçma sapan kitaplar yazan insanlardan sıkıldım.”
“John Le Carré romanlarını seviyor musunuz?” diye sordum.
“Hayır.”
“İyi ama ajan romanı yazarlarının en ünlüsü o.”
Güldü, “Ünlü olmasının sebebi var” dedi.
“Nedir sebebi?”
“Mezun olduğu okulun lobisi.”
Kısacası, bu İngiliz gazetecilere göre de edebiyat, lobiler arasında züppece bir oyuna dönüştürülmüş durumda. Polisiye türünde yazanlar bile lobilerle ünlü oluyor. Lobiler, gazeteler, televizyonlar size durmadan “Şunu oku, bunu oku” diye öğüt veriyorlar. Sanki okurun aklı, zevki yokmuş gibi. Geniş okur kitleleri de bu tip manipülasyonlardan ve yazarlardan sıkıldıkları için casusluk, gerilim, hatta vampir romanlarına yöneliyorlar.
Mesela Amerika’da “edebiyat” saydıkları metinlerin en başarılıları yirmi-otuz bin okura ulaşırken öteki saçmalıklar 10 milyon rakamını görüyor.
Bu durum karşısında okur kitlesini suçlamak ve zevk sahibi olmadıklarını söylemek kolay. Zor olan, bir zamanlar Faulkner, Steinbeck, Dos Passos, Hemingway okuyan insanların yeni yazarları niye okumadıklarını anlamak. Acaba gerçek suçlu kim? Okumayan mı, okutamayan mı, okutmayan mı?
Telkini aşarak özgür okur olmak
İki yüz yıl kadar önce Schopenhauer, “İnsan istediğini yapabilir ama istediğini isteyemez” demişti.
Kitle iletişiminin ve medya yönlendirmelerinin kişiler üzerindeki etkisi arttıkça bu sözün geçerliliği de artıyor. Filozofumuz bu bağlamda kullanmamış da olsa, özellikle 1980’li yıllardan sonra, belki de insanı anlatan en önemli sözlerden biri oldu.
Çünkü ürünleri halka ulaştıran konumundaki kişiler, artık ne yazık ki hangi ürünlerin halka ulaşmayacağını da belirleme gücüne sahipler. Belki daha önemlisi, insanlara ulaşsa bile, bir ürünün sevilip sevilmeyeceği ortamı yaratma gücünü ellerinde tutuyorlar.
Kaba bir yolla sansür uygulamayı veya bazı ürünlerin desteklenip reklamının yapılmasını aşan bir mesele var ortada.
…
Edebiyat Mutluluktur kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Edebiyat Mutluluktur (2012)
Edebiyat
Yazar: Zülfü Livaneli
İlk Basım: 2012
Yayınevi: Doğan Kitap