“Beş parasız kalmaktan o kadar çok bahsetmiştiniz ki; eh, işte beş parasız kaldınız ve hâlâ ayaktasınız.”

Paris ve Londra’da Beş Parasız, 20. yüzyılın en büyük romancılarından George Orwell’in, Avrupa’nın iki büyük şehrinde, Paris ve Londra’da yaşadığı sefaleti olanca gerçekliğiyle anlattığı, son derece önemli bir eser.

Bir gün Paris’in orta yerinde meteliksiz kalan genç yazar, yoksulluk ve açlıkla mücadele etmeye başlar. Rehineciler, iş bulma kurumları, umut tacirleri, karın tokluğuna günde on yedi saat çalışılan karanlık otel mutfakları arasında sürüp giden Paris macerası, yazarın güç de olsa kendini Londra’ya atmasıyla sona erer ama Londra’da onu çok daha ağır şartlar beklemektedir.

Orwell, modern insanın ısrarla görmezden geldiği bir dünyanın kapısını aralıyor. İşsizlik, evsizlik, açlıkla damgalanan bu dünyanın insanları izbe pansiyonlarda, berduş barınaklarında yaşıyor, hayata bir ucundan tutunmaya çalışıyorlar.

Paris ve Londra’da Beş Parasız, köleliğin hiçbir zaman, modern zamanlarda bile ortadan kalkmadığını, sadece görünüm değiştirdiğini anlatıyor.


Paris ve Londra’da Beş Parasız

“Ah ne acı yokluk çekmek, kıtlığa düşmek ne acı!”

Chaucer, Çev. Nazmi Ağıl

1. Bölüm

Rue1 du Coq d’Or, Paris, sabahın yedisi. Sokaktan gelen bir dizi öfkeli, boğucu haykırış. Benim otelimin karşısındaki küçük otelin müdiresi Madam Monce, üçüncü kattaki bir pansiyonere seslenmek için kaldırıma çıkmıştı. Çorapsız ayaklarına sabolar geçirmişti, kır saçları omuzlarından dökülüyordu.

Madam Monce: “Sacrée salope!2 Sana tahtakurularını duvar kâğıdının üstünde ezmemeni kaç defa söyledim! Oteli babanın malı mı sandın ha! Sen de herkes gibi camdan atsana. Espèce de traînée!3”

Üçüncü kattaki kadın: “Va donc, eh! vieille vache!”4

Bunu takiben, dört bir yanda pencerelerin savrularak açılıp sokağın yarısının münakaşaya katılmasıyla oluşan renkli bir feryat korosu. On dakika sonra herkes aniden sustu; yoldan geçen bir süvari birliğini izlemek için bağırmayı kesmişlerdi.

Bu sahneyi sadece Rue du Coq d’Or’un ruhuna dair bir şeyler yansıtabilmek için aktarıyorum. Sokakta olup bitenler münakaşadan ibaret değildi elbette; yine de anlatılan şekilde bir hengâmenin en az bir kere yaşanmadığı sabahlar nadirdi. Münakaşalar, seyyar satıcıların bağırışları, taşların üstünde portakal kabuğu yuvarlayan çocukların şamatası, geceleyin de yüksek sesle söylenen şarkılar ve çöp kovalarından yayılan keskin kokular; sokağın havasını işte bunlar oluşturuyordu.

Daracık bir sokaktı; yüksek, döküntü evlerden, sanki tam yıkılacakken donakalmış gibi tuhaf biçimlerde birbirinin üstüne yığılmış yapılardan oluşan bir koyak. Evlerin hepsi de oteldi ve çoğunlukla Lehler, Araplar ve İtalyanlardan oluşan pansiyonerlerle tıka basa doluydu. Otellerin altındaki küçücük bistrolarda bir şilin karşılığında kafayı çekebiliyordunuz. Cumartesi geceleri mahallenin erkek nüfusunun üçte biri sarhoştu. Kadınlar yüzünden kavga ediyorlardı; en ucuz otellerde kalan Arap ameleler ise aralarındaki esrarengiz kan davaları yüzünden sandalyelerle, bazen de revolverlerle hesaplaşıyorlardı. Geceleyin polisler sokağa ancak ikişer ikişer gelebiliyordu. Epey curcunalı bir yerdi. Yine de tüm şamatanın ve pisliğin ortasında o her zamanki saygın Fransız esnaflar, fırıncılar, çamaşırcılar ve diğerleri kendi hallerinde yaşıyor, usul usul küçük çaplı servetler biriktiriyorlardı.

Benim otelimin adı Hôtel des Trois Moineaux’ydu. Yıkıldı yıkılacak gibi duran, karanlık, beş katlı bu ağıl, tahta bölmelerle kırk odaya ayrılmıştı. Odalar küçük ve her zaman kirliydi zira ne hizmetçi kız ne de patron Madam F.nin ortalığı süpürecek vakti vardı. Duvarlar kâğıt kadar inceydi ve çatlaklar gizlensin diye kat kat pembe kâğıtla kaplanmıştı; soyulan kâğıtların arası tahtakurusu kaynıyordu. Tavana yakın noktalarda uzun tahtakurusu sürüleri tüm gün asker gibi uygun adım ilerliyordu; gece olup da aç kurtlar gibi aşağı indiklerinde ise birkaç saatte bir onları topluca öldürmek için uyanmak zorunda kalıyordunuz. Bazen tahtakuruları baş edilemeyecek kadar çoğaldığında yan odaya kaçsınlar diye kükürt yakıyordunuz; bu durumda yandaki pansiyoner de misilleme olarak kendi odasında kükürt yakıp tahtakurularını gerisingeri kaçırıyordu. Otel temiz değildi ama Madam F. ile kocası iyi insanlar olduklarından kendinizi evinizde hissediyordunuz. Oda kiraları haftalık otuz ile elli frank arasında değişiyordu.

Pansiyonerler gelip geçici insanlardan, çoğunlukla yabancılardan oluşuyordu; bavulsuz bir halde çıkageliyor, bir hafta kalıyor, sonra tekrar yok oluyorlardı. Her türlü meslek erbabı mevcuttu: kunduracı, duvarcı, taş ustası, amele, öğrenci, fahişe, paçavracı. Bazıları feci derecede yoksuldu. Tavan aralarından birinde, Amerikan pazarı için süslü püslü ayakkabılar yapan Bulgar bir öğrenci vardı. Sabah altıdan on ikiye kadar odasında oturup bir düzine ayakkabı yaparak otuz beş frank kazanıyor, günün geri kalanında ise Sorbonne’da derslere gidiyordu. Papaz olmak için okuyordu; odasında, yere saçılmış derilerin arasında açık teoloji kitapları yüz üstü duruyordu. Bir başka odada Rus bir kadın ile sanatçı olduğunu iddia eden oğlu yaşıyordu. Anne günde on altı saat çalışıyor, tanesi yirmi beş santime çorap yamıyor, iki dirhem bir çekirdek giyinen oğlu ise Montparnasse kafelerinde fink atıyordu. Odalardan birinde iki ayrı pansiyoner kalıyordu; biri gündüz diğeri gece işçisiydi. Bir başka odadaysa dul bir kadın, verem hastası iki yetişkin kızıyla aynı yatağı paylaşıyordu.

Otelde antika karakterler vardı. Paris’in varoşları antika insanların toplanma yeridir: ıssız, yarı kaçık hayatlar süren ve normal ya da saygın olma çabalarından vazgeçmiş insanlar. Yoksulluk onları beylik davranış kurallarından muaf kılıyor, tıpkı paranın insanları çalışmaktan muaf kılması gibi. Otelimizdeki pansiyonerlerin bir kısmının, kelimelere dökülemeyecek denli tuhaf yaşantıları vardı.

Sözgelimi kısa boylu, derbeder bir çift olan Rougier’ ler acayip bir iş yapıyordu. Boulevard5 St. Michel’de kartpostal satıyorlardı. İşin acayip yanı, kartpostalların müstehcen olanlar gibi kapalı paketlerde satılmasına rağmen aslında Loire’daki şatonun fotoğraflarını içermesiydi; müşteriler bu durumu çok geç fark ediyor ve elbette asla şikâyetçi olmuyorlardı. Rougier’ler haftada yaklaşık yüz frank kazanıyor, tutumlu davranarak her zaman yarı aç yarı sarhoş kalmayı başarıyorlardı. Odaları öyle pisti ki, kokusu alt kata kadar yayılıyordu. Madam F.ye kalırsa Rougier’lerin ikisi de kıyafetlerini dört yıldır değiştirmemişti.

Ya da lağımda çalışan Henri vardı. Uzun boylu, kıvırcık saçlı, efkârlı bir adamdı, uzun lağımcı çizmeleriyle doğrusu pek romantik görünürdü. Henri’nin tuhaflığı, iş haricinde konuşmamasıydı; hakikaten günlerce konuşmadığı oluyordu. Henüz bir yıl önce iyi bir işverenin yanında şoförlük yapıp para biriktiriyordu. Bir gün âşık olmuş, kız onu reddedince de sinirlenip kıza bir tekme savurmuştu. Kız tekmeyi yiyince Henri’ye sırılsıklam âşık olmuştu; iki hafta birlikte yaşayıp Henri’nin bin frangını yemişlerdi. Sonra kız Henri’yi aldatmıştı; Henri kızın koluna bıçak saplamış ve altı ay hapis cezası almıştı. Kız bıçaklanır bıçaklanmaz Henri’ye iyice abayı yakmıştı ve ikili barışmış, Henri’nin hapisten çıkınca bir taksi alacağı, evlenip bir yuva kuracakları konusunda anlaşmıştı. Ama kız Henri’yi iki hafta sonra yine aldatmıştı; Henri tahliye edildiğinde kız hamileydi. Henri onu bir daha bıçaklamamıştı. Biriktirdiği tüm parayı çekip yine bir aylık hapis cezasıyla sonuçlanacak olan içki âlemine koyulmuştu; ardından lağımda çalışmaya başlamıştı. Henri konuşmaya hiçbir şekilde razı edilemiyordu. Ona neden lağımda çalıştığını sorunca asla yanıt vermiyor, sadece bileklerini kelepçelenmiş gibi çapraz yapıp kafasıyla güneyi, hapishaneyi işaret ediyordu. Kara talihi yüzünden bir günde yarım akıllının teki olmuştu sanki.

Bir de R. vardı; yılın altı ayını Putney’de ailesiyle, altı ayını da Fransa’da geçiren bir İngiliz. Fransa’dayken günde dört litre, cumartesileriyse altı litre şarap içiyordu; bir keresinde, tüm Avrupa’nın en ucuz şarabı orada diye Azorlar’a kadar gitmişliği vardı. Kibar, kendi halinde biriydi, asla gürültücü ya da kavgacı olmadığı gibi asla ayık da değildi. Öğlene dek yatakta uzanır, öğleden gece yarısına kadar da bistrodaki köşesinde yavaş yavaş, sessiz sessiz demlenirdi. Demlenirken kibar, kadınsı bir ses tonuyla antika mobilyalardan bahsederdi. Benim haricimde mahalledeki tek İngiliz R.ydi.

Böylesi antika yaşamlar süren daha çok kişi vardı: Camgöz olduğunu bir türlü kabullenmeyen Romanyalı Mösyö Jules, Limousin’li taş ustası Fureux, pinti Roucolle –gerçi o benim dönemimden önce ölmüştü– imzasını cebinde taşıdığı bir kâğıttan kopyalayarak atan, paçavracı ihtiyar Laurent. Vakit olsa bazılarının biyografilerini yazmak eğlenceli olabilirdi. Mahallemizin sakinlerini sadece ilginçlik olsun diye değil, hepsi de hikâyenin bir parçası olduğu için anlatıyorum. Ben yoksulluk hakkında yazıyorum ve yoksullukla ilk temasım bu varoşta gerçekleşti. Varoş, sefilliği ve tuhaf hayatlarıyla her şeyden önce yoksulluk konusunda I. Bölüm
Rue1 du Coq d’Or, Paris, sabahın yedisi. Sokaktan gelen bir dizi öfkeli, boğucu haykırış. Benim otelimin karşısındaki küçük otelin müdiresi Madam Monce, üçüncü kattaki bir pansiyonere seslenmek için kaldırıma çıkmıştı. Çorapsız ayaklarına sabolar geçirmişti, kır saçları omuzlarından dökülüyordu.

Madam Monce: “Sacrée salope!2 Sana tahtakurularını duvar kâğıdının üstünde ezmemeni kaç defa söyledim! Oteli babanın malı mı sandın ha! Sen de herkes gibi camdan atsana. Espèce de traînée!3”

Üçüncü kattaki kadın: “Va donc, eh! vieille vache!”4

Bunu takiben, dört bir yanda pencerelerin savrularak açılıp sokağın yarısının münakaşaya katılmasıyla oluşan renkli bir feryat korosu. On dakika sonra herkes aniden sustu; yoldan geçen bir süvari birliğini izlemek için bağırmayı kesmişlerdi.

Bu sahneyi sadece Rue du Coq d’Or’un ruhuna dair bir şeyler yansıtabilmek için aktarıyorum. Sokakta olup bitenler münakaşadan ibaret değildi elbette; yine de anlatılan şekilde bir hengâmenin en az bir kere yaşanmadığı sabahlar nadirdi. Münakaşalar, seyyar satıcıların bağırışları, taşların üstünde portakal kabuğu yuvarlayan çocukların şamatası, geceleyin de yüksek sesle söylenen şarkılar ve çöp kovalarından yayılan keskin kokular; sokağın havasını işte bunlar oluşturuyordu.

Daracık bir sokaktı; yüksek, döküntü evlerden, sanki tam yıkılacakken donakalmış gibi tuhaf biçimlerde birbirinin üstüne yığılmış yapılardan oluşan bir koyak. Evlerin hepsi de oteldi ve çoğunlukla Lehler, Araplar ve İtalyanlardan oluşan pansiyonerlerle tıka basa doluydu. Otellerin altındaki küçücük bistrolarda bir şilin karşılığında kafayı çekebiliyordunuz. Cumartesi geceleri mahallenin erkek nüfusunun üçte biri sarhoştu. Kadınlar yüzünden kavga ediyorlardı; en ucuz otellerde kalan Arap ameleler ise aralarındaki esrarengiz kan davaları yüzünden sandalyelerle, bazen de revolverlerle hesaplaşıyorlardı. Geceleyin polisler sokağa ancak ikişer ikişer gelebiliyordu. Epey curcunalı bir yerdi. Yine de tüm şamatanın ve pisliğin ortasında o her zamanki saygın Fransız esnaflar, fırıncılar, çamaşırcılar ve diğerleri kendi hallerinde yaşıyor, usul usul küçük çaplı servetler biriktiriyorlardı.

Benim otelimin adı Hôtel des Trois Moineaux’ydu. Yıkıldı yıkılacak gibi duran, karanlık, beş katlı bu ağıl, tahta bölmelerle kırk odaya ayrılmıştı. Odalar küçük ve her zaman kirliydi zira ne hizmetçi kız ne de patron Madam F.nin ortalığı süpürecek vakti vardı. Duvarlar kâğıt kadar inceydi ve çatlaklar gizlensin diye kat kat pembe kâğıtla kaplanmıştı; soyulan kâğıtların arası tahtakurusu kaynıyordu. Tavana yakın noktalarda uzun tahtakurusu sürüleri tüm gün asker gibi uygun adım ilerliyordu; gece olup da aç kurtlar gibi aşağı indiklerinde ise birkaç saatte bir onları topluca öldürmek için uyanmak zorunda kalıyordunuz. Bazen tahtakuruları baş edilemeyecek kadar çoğaldığında yan odaya kaçsınlar diye kükürt yakıyordunuz; bu durumda yandaki pansiyoner de misilleme olarak kendi odasında kükürt yakıp tahtakurularını gerisingeri kaçırıyordu. Otel temiz değildi ama Madam F. ile kocası iyi insanlar olduklarından kendinizi evinizde hissediyordunuz. Oda kiraları haftalık otuz ile elli frank arasında değişiyordu.

Pansiyonerler gelip geçici insanlardan, çoğunlukla yabancılardan oluşuyordu; bavulsuz bir halde çıkageliyor, bir hafta kalıyor, sonra tekrar yok oluyorlardı. Her türlü meslek erbabı mevcuttu: kunduracı, duvarcı, taş ustası, amele, öğrenci, fahişe, paçavracı. Bazıları feci derecede yoksuldu. Tavan aralarından birinde, Amerikan pazarı için süslü püslü ayakkabılar yapan Bulgar bir öğrenci vardı. Sabah altıdan on ikiye kadar odasında oturup bir düzine ayakkabı yaparak otuz beş frank kazanıyor, günün geri kalanında ise Sorbonne’da derslere gidiyordu. Papaz olmak için okuyordu; odasında, yere saçılmış derilerin arasında açık teoloji kitapları yüz üstü duruyordu. Bir başka odada Rus bir kadın ile sanatçı olduğunu iddia eden oğlu yaşıyordu. Anne günde on altı saat çalışıyor, tanesi yirmi beş santime çorap yamıyor, iki dirhem bir çekirdek giyinen oğlu ise Montparnasse kafelerinde fink atıyordu. Odalardan birinde iki ayrı pansiyoner kalıyordu; biri gündüz diğeri gece işçisiydi. Bir başka odadaysa dul bir kadın, verem hastası iki yetişkin kızıyla aynı yatağı paylaşıyordu.

Otelde antika karakterler vardı. Paris’in varoşları antika insanların toplanma yeridir: ıssız, yarı kaçık hayatlar süren ve normal ya da saygın olma çabalarından vazgeçmiş insanlar. Yoksulluk onları beylik davranış kurallarından muaf kılıyor, tıpkı paranın insanları çalışmaktan muaf kılması gibi. Otelimizdeki pansiyonerlerin bir kısmının, kelimelere dökülemeyecek denli tuhaf yaşantıları vardı.

Sözgelimi kısa boylu, derbeder bir çift olan Rougier’ ler acayip bir iş yapıyordu. Boulevard5 St. Michel’de kartpostal satıyorlardı. İşin acayip yanı, kartpostalların müstehcen olanlar gibi kapalı paketlerde satılmasına rağmen aslında Loire’daki şatonun fotoğraflarını içermesiydi; müşteriler bu durumu çok geç fark ediyor ve elbette asla şikâyetçi olmuyorlardı. Rougier’ler haftada yaklaşık yüz frank kazanıyor, tutumlu davranarak her zaman yarı aç yarı sarhoş kalmayı başarıyorlardı. Odaları öyle pisti ki, kokusu alt kata kadar yayılıyordu. Madam F.ye kalırsa Rougier’lerin ikisi de kıyafetlerini dört yıldır değiştirmemişti.

Ya da lağımda çalışan Henri vardı. Uzun boylu, kıvırcık saçlı, efkârlı bir adamdı, uzun lağımcı çizmeleriyle doğrusu pek romantik görünürdü. Henri’nin tuhaflığı, iş haricinde konuşmamasıydı; hakikaten günlerce konuşmadığı oluyordu. Henüz bir yıl önce iyi bir işverenin yanında şoförlük yapıp para biriktiriyordu. Bir gün âşık olmuş, kız onu reddedince de sinirlenip kıza bir tekme savurmuştu. Kız tekmeyi yiyince Henri’ye sırılsıklam âşık olmuştu; iki hafta birlikte yaşayıp Henri’nin bin frangını yemişlerdi. Sonra kız Henri’yi aldatmıştı; Henri kızın koluna bıçak saplamış ve altı ay hapis cezası almıştı. Kız bıçaklanır bıçaklanmaz Henri’ye iyice abayı yakmıştı ve ikili barışmış, Henri’nin hapisten çıkınca bir taksi alacağı, evlenip bir yuva kuracakları konusunda anlaşmıştı. Ama kız Henri’yi iki hafta sonra yine aldatmıştı; Henri tahliye edildiğinde kız hamileydi. Henri onu bir daha bıçaklamamıştı. Biriktirdiği tüm parayı çekip yine bir aylık hapis cezasıyla sonuçlanacak olan içki âlemine koyulmuştu; ardından lağımda çalışmaya başlamıştı. Henri konuşmaya hiçbir şekilde razı edilemiyordu. Ona neden lağımda çalıştığını sorunca asla yanıt vermiyor, sadece bileklerini kelepçelenmiş gibi çapraz yapıp kafasıyla güneyi, hapishaneyi işaret ediyordu. Kara talihi yüzünden bir günde yarım akıllının teki olmuştu sanki.

Bir de R. vardı; yılın altı ayını Putney’de ailesiyle, altı ayını da Fransa’da geçiren bir İngiliz. Fransa’dayken günde dört litre, cumartesileriyse altı litre şarap içiyordu; bir keresinde, tüm Avrupa’nın en ucuz şarabı orada diye Azorlar’a kadar gitmişliği vardı. Kibar, kendi halinde biriydi, asla gürültücü ya da kavgacı olmadığı gibi asla ayık da değildi. Öğlene dek yatakta uzanır, öğleden gece yarısına kadar da bistrodaki köşesinde yavaş yavaş, sessiz sessiz demlenirdi. Demlenirken kibar, kadınsı bir ses tonuyla antika mobilyalardan bahsederdi. Benim haricimde mahalledeki tek İngiliz R.ydi.

Böylesi antika yaşamlar süren daha çok kişi vardı: Camgöz olduğunu bir türlü kabullenmeyen Romanyalı Mösyö Jules, Limousin’li taş ustası Fureux, pinti Roucolle –gerçi o benim dönemimden önce ölmüştü– imzasını cebinde taşıdığı bir kâğıttan kopyalayarak atan, paçavracı ihtiyar Laurent. Vakit olsa bazılarının biyografilerini yazmak eğlenceli olabilirdi. Mahallemizin sakinlerini sadece ilginçlik olsun diye değil, hepsi de hikâyenin bir parçası olduğu için anlatıyorum. Ben yoksulluk hakkında yazıyorum ve yoksullukla ilk temasım bu varoşta gerçekleşti. Varoş, sefilliği ve tuhaf hayatlarıyla her şeyden önce yoksulluk konusunda bir ibret, ardından kendi tecrübelerim için bir arka plandı. İşte size oradaki yaşamın neye benzediğini bu yüzden anlatmaya çalışıyorum.

  1. (Fr.) Sokak. (Ç.N.)
  2. (Fr.) Aptal kaltak! (Ç.N.)
  3. (Fr.) Seni sürtük! (Ç.N.)
  4. (Fr.) Defol be, ihtiyar inek! (Ç.N.)
  5. (Fr.) Bulvar. (Ç.N.)

II. Bölüm

Mahallede yaşam. Mesela Hôtel des Trois Moineaux’ nun altındaki bistromuz. Tuğla zeminli, yarısı yeraltında kalan küçücük bir oda; içeride, şarap lekeleriyle bezeli masalar ve altında “Crédit est mort”6 yazan bir fotoğraf; büyük büyük çakılarla sucuk dilimleyen kırmızı kuşaklı işçiler; “midesine iyi geliyor diye” tüm gün Malaga içen, inatçı, inek suratlı, Auvergnat’lı harikulade köylü kadın Madam F.; aperitifine oynanan zar oyunları; “Les Fraises et Les Framboises”7 hakkında, “Comment épouser un soldat, moi qui aime tout le régiment?”8 diyen Madelon hakkında şarkılar ve uluorta sevişmeler. Otelin yarısı akşamları bistroda buluşurdu. Keşke insan Londra’da da böyle neşeli bir pub bulabilse.

Bistroda insan tuhaf tuhaf konuşmalara kulak misafiri olurdu. Tadımlık niyetine size bölgenin antikalarından Charlie’nin konuşmasını takdim ediyorum.

Charlie iyi bir aileden gelen, eğitimli bir gençti; evden kaçmıştı ve ara sıra gönderilen harçlıklarla geçiniyordu. Pespembe, gencecik bir adam tasavvur edin; tatlı bir çocuğun diri yanakları ile yumuşak, kahverengi saçlarına ve ıslak, kiraz dudaklara sahip. Ayakları mini minnacık, kolları sıra dışı bir biçimde kısa, elleri bebek eli gibi yumuk yumuk. Konuşurken sanki çok mutluymuş, bir an dahi yerinde duramayacak kadar hayat doluymuşçasına, kendine has bir şekilde dans ediyor, hoplayıp zıplıyor. Saat öğleden sonra üç, bistroda Madam F. ile bir-iki işsiz dışında kimse yok; ama Charlie kendinden bahsettiği müddetçe kiminle konuştuğuna aldırış etmiyor. Barikatın üstüne çıkmış bir konuşmacı gibi nutuk atıyor, kelimeleri dilinde yuvarlayıp kısa kollarını sallıyor. Domuzlarınkini andıran küçük gözleri şevkle ışıldıyor. Nedense fazlasıyla tiksindirici bir görüntüsü var.

En sevdiği konudan, aşktan bahsediyor.

“Ah, l’amour, l’amour! Ah, que les femmes m’ont tué!9 Ne yaparsınız ki beni kadınlar mahvetti messieurs et dames,10 telafisi olmayan bir biçimde mahvetti. Yirmi iki yaşımda bitmiş tükenmiş bir haldeyim. Ama neler neler öğrendim, bilgeliğin derinliklerine mi inmedim! Ne muhteşem gerçek bilgeliğe erişmek, kelimenin en yüce anlamıyla medeni bir adama dönüşmek, raffiné, vicieux11 olmak,” vs. vs.

“Messieurs et dames, üzgün olduğunuzu hissediyorum. Ah, mais la vie est belle12 – üzülmemelisiniz. Yalvarıyorum, daha neşeli olun!

Doldurun kadehleri Samos şarabıyla,

Düşünmek yok böyle konuları!

Ah, que la vie est belle! Dinleyin messieurs et dames, yoğun tecrübelerime dayanarak sizlere aşktan bahsedeceğim. Sizlere aşkın gerçek anlamını; sadece ve sadece medeni insanın bilebileceği gerçek duyarlılığı, daha yüksek, daha rafine zevki açıklayacağım. Sizlere hayatımın en mutlu gününü anlatacağım. Ne yazık ki öyle bir mutluluğu tadabileceğim günler geride kaldı. Ebediyen yok oldu – tekrar yaşanma ihtimali, hatta arzusu bile kalmadı.

Pekâlâ, iyi dinleyin. İki yıl önceydi, kardeşim Paris’teydi –kendisi avukattır– ve annemle babam ona beni bulup akşam yemeğine çıkarmasını söylemişlerdi. Kardeşimle ben birbirimizden nefret ederiz; ama annemle babama karşı gelmek istemedi. Yemeğe çıktık ve yemekte üç şişe Bordeaux’yla zil zurna sarhoş oldu. Onu oteline bıraktım, yolda bir şişe konyak almıştım, otele vardığımızda kardeşime konyaktan koca bir bardak içirdim – onu ayıltacak bir şey olduğunu söyledim. İçti ve ânında nöbet geçiriyormuş gibi yere düştü; körkütük sarhoştu. Onu kaldırıp sırtını yatağa yasladım, sonra ceplerini karıştırdım. Bin yüz frank buldum, kaptığım gibi merdivenden aşağı koştum, bir taksiye atladım ve kaçtım. Kardeşim adresimi bilmiyordu – güvendeydim.

İnsan parası olunca nereye gider? Bordel’lere13 tabii. Ama vaktimi ancak amelelere yakışacak bayağı zamparalıklarla harcayacağımı sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz! Allah kahretsin ki medeni bir adamım ben! Müşkülpesenttim, anladınız mı, exigeant ve cebimde bin frank vardı. Aradığımı gece yarısı bulabildim. On sekiz yaşında, son derece zeki bir gençle bir araya gelmiştim, üstünde en smoking14 vardı, saçları à l’américaine’dı15; bulvarlardan uzaktaki sessiz bir bistroda sohbet ediyorduk. O gençle ben birbirimizi iyi anlamıştık. Havadan sudan konuştuk, eğlenme yollarından bahsettik. Kısa bir süre sonra birlikte bir taksiye atlayıp yola koyulduk.

Taksi dar, tenha bir sokakta durdu; yolun sonunda tek bir havagazı lambası yanıyordu. Taşların arasında koyu renk su birikintileri vardı. Bir tarafta bir manastırın yüksek duvarı uzanıyordu. Rehberim beni kepenkleri kapalı, yüksek, yıkıntı bir eve götürüp kapıyı birkaç kez vurdu. Ânında ayak sesleri ile kilitlerin açılması duyuldu ve kapı aralandı. Aralıktan büyük, yamru yumru bir avuç uzanıp burnumuzun dibinde durdu; para isteniyordu.

Rehberim ayağını kapı ile basamağın arasına sıkıştırdı. ‘Ne kadar istiyorsun?’ dedi.

‘Bin frank,’ dedi bir kadın sesi. ‘Ödemeden içeri giremezsin.’

Avuca bin frank koydum, geri kalanını da rehberime verdim; bana iyi geceler dileyip uzaklaştı. İçerideki sesin parayı saydığını duyabiliyordum; sonra siyahlara bürünmüş ince, yaşlı, kargayı andıran bir kadın burnunu uzattı ve içeri almadan önce beni kuşkuyla süzdü. İçerisi zifirî karanlıktı; tek görebildiğim, boyasız bir duvarı aydınlatıp geri kalan her şeyi koyu bir gölgeye boğan gaz lambasının aleviydi. Ortalık fare ve toz kokuyordu. Yaşlı kadın tek kelime etmeden gaz lambasında bir kibrit yaktı, ardından önüme düştü ve taş koridordan aksaya aksaya ilerleyip bir kat taş merdiven çıktı.

‘Voilà!’16 dedi. ‘Şuraya, bodruma in ve ne istersen yap. Ben hiçbir şey görmeyecek, hiçbir şey duymayacak, hiçbir şeyden bilmeyeceğim. Yani özgürsünüz; tamamen özgür.’

Ah messieurs, böyle anlarda vücudu nasıl da yarı korku yarı sevinç dolu bir titremenin sardığını size anlatmama herhalde gerek yok, forcément17 siz de biliyorsunuz. Duvarı ellerimle yoklayarak yavaş yavaş aşağı indim; nefes alıp verişim ve ayağımın taşlara sürtüşü dışında havaya tam bir sessizlik hâkimdi. Merdivenin bitiminde elim bir elektrik düğmesine rast geldi. Düğmeyi çevirmemle birlikte on iki kırmızı küreden oluşan büyük bir avize bodrumu kırmızı bir ışığa boğdu. O da nesi, bir bodrumda değil, bir yatak odasında; büyük, zengin, gösterişli, baştan aşağı kan kırmızısına bürünmüş bir yatak odasındaydım. İşin içinden çıkabiliyorsanız çıkın messieurs et dames! Yerde kırmızı halı, duvarlarda kırmızı duvar kâğıdı, koltuklarda kırmızı pelüşler, tavan bile kırmızı; her yer kırmızı, insanın gözünü alıyor. Ağır, boğucu bir kırmızıydı bu, ışık kan dolu çanaklardan yansıyor gibiydi. Ötede kare şeklinde kocaman bir yatak duruyordu, yorganı da geri kalan her şey gibi kırmızıydı; yatağın üstündeyse kırmızı kadife elbise giymiş bir kız uzanıyordu. Beni görünce kız büzüldü ve dizlerini kısa elbisesinin altına saklamaya çalıştı.

Kapının önünde durmuştum. ‘Gel bakalım pilicim,’ diye seslendim ona.

Korkudan inledi. Bir sıçrayışta yatağın yanında bittim; benden kaçmaya çalıştı ama onu boğazından yakaladım, işte böyle, görüyor musunuz, sıkı sıkı! …

Kitaptan tadımlık bir bölümü okumak için aşağıdaki PDF bağlantısına tıklayın.

PDF indir
"

Paris ve Londra’da Beş Parasız kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Paris ve Londra’da Beş Parasız (1933)

Paris ve Londra’da Beş Parasız

Edebiyat Roman
Yazar: George Orwell  
İlk Basım: 1933
Yayınevi: Can Yayınları