“Anadolu kültürünün ağır biçimde yara aldığını söylemek zorundayız. Elbette iyileşecek bu yaralar. İyileşeceğiz. Daha önce de kendi kendimizi yaralamıştık, onların da izi tamamen silinemez; ama bu son dönemde yaratılan düşmanlıklar, duygusal bölünmeler, toplumda öncekilerden daha yaygın yaralar biçiminde ortaya çıktı. Bir daha asla hiç yaralanmamış gibi yaşayamayacağız.”

Yüzyıllar boyunca büyük kırılma anları ve sancılı dönüşümler yaşamış bir toplum. Anadolu insanının kültür dağarcığında yerini almış büyük bir sanatçı, önemli bir aydın. Kabilenin dışında kalıp onun için düşünenlerin trajedisi… Bu kitapta, Livaneli’nin penceresinden görünen Türkiye toplumunun manzarası ortaya çıkıyor.

Kapitalizmin tektipleştirdiği bir dünyada her şeye rağmen varlığını sürdüren “insan”ı arıyor Livaneli. Reklamların, gürültülü televizyonların, şaşaalı unvanların arasından geçip “düşünce”nin peşine düşüyor. “Anı yaşa” sloganlarıyla bezenmiş bir dönemde, geçmişi terk etmeden, gelecekten vazgeçmeden, toplumuyla ve devletiyle hesaplaşıyor.

Zafer Köse’nin Zülfü Livaneli ile yaptığı söyleşi, evrensel bir entelektüelin portresini sunuyor. Livaneli’nin onlarca yıldır sınanmış tavırları, iktidarlara direnmiş sözleri, eğilip bükülmeyen bir aydının düşünce dünyası… Toplumun kalbinden hayata açılan bir pencere.


Livaneli’nin Penceresinden

Teşekkür

Her kitaba olduğu gibi bu çalışmaya da çok kişinin emeği geçti.

Sevgili dostum Zafer Köse ile yıllardır var olan düşünce alışverişimiz, onun beni bir yılı aşan bir süre içinde farklı yelpazelerde konuşturmasıyla sonuçlandı.

Orhan Güvenen, Necati Yağcı, Özdem Sanberk gibi dostlarla yıllardır Türkiye üzerine yaptığımız sohbetler de izler bıraktı.

Kitaplarımı, yazılarımı en yakından bilen ve bu konuda çalışmalar yapan Selçuk Avar ve hem avukat hem de dost olarak hep yanımda duran Durmuş Cevlan’ın katkıları da büyük oldu.

Nükhet Karabayraktar her zamanki gibi, hayatı kolaylaştırma diye niteleyebileceğim işlevini sürdürdü.

Cem Erciyes böyle bir nehir söyleşi fikrinin heyecanla arkasında durdu.

Aslı Güneş ise editörlüğün ötesinde içeriğe yaptığı entelektüel katkılarla kitabı zenginleştirdi.

Hepsine sonsuz teşekkürler.

Zülfü Livaneli

Sunuş

Zamanının ötesinde bir entelektüel

Ankara’da Zülfü Livaneli Kültür Merkezi’nin açılışı sırasında kürsüye çıkan Yunanistan eski Başbakanı Yorgo Papandreu “Livaneli’nin konuşmasına, onun birleştirici diline ve sözlerine bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç var” demişti. Papandreu’nun o gün müzikten yazına, pek çok sanatsal alana büyük katkıda bulunmuş yaratıcı bir zihin ve dünya çapında ilerici hareketlere omuz veren bir aydın olarak tanımladığı Zülfü Livaneli bu özellikleriyle Türkiye’de ve dünyada iyi tanınan, çok da sevilen bir isim.

Amerika’nın Harvard, Princeton gibi üniversitelerinde konuşmacı; merkezi Paris’te bulunan, Elie Wiesel’in başkanlığını yürüttüğü Evrensel Kültür Akademisi’nin üyesi; dünyada “Banş Kültürü” için çalışmış UNESCO’nun İyi Niyet Büyükelçilerinden biri, hatta UNESCO Genel Direktörü Federico Mayor’un özel danışmanlığını yapmış bir isim. Venedik’te Dünya Sanat Forumu’nun kurucuları arasında yer almış, Mikis Theodorakis’le birlikte Türkiye-Yunanistan Dostluk Derneği’ni kurmuş, Gorbaçov ve Cengiz Aytmatov’un girişimiyle başlatılan Issık Göl Forumu’nun kurucuları arasında yer almış uluslararası bir aydın.

ABD PEN’in davetlisi olarak bu ülkede konuşmalar yapmış, Missouri Southern State University’de romanlarının İngilizce çevirileri okutulmuş, St. Petersburg’da açılan Rus- Türk Kültür Merkezi’nin başkanlığını üstlenmiş, bu ülkede farklı kentlerde çok ilgi çeken okur buluşmalarına katılmış uluslararası bir yazar.

Şarkıları, filmleri ve kitaplarıyla milyonlarca insanın hayatında önemli bir yer tutuyor. Yarım asra yakın bir zaman boyunca hep daha iyi bir dünya tahayyülünü destekleyen, modern Türkiye hedefini savunan, demokrasi ve insan haklarından yana tavır alıp her kesimden ezilenlerin yanında duran tavrıyla Türkiye’nin simgelerinden biri oldu.

Ömrü boyunca farklı kültürlere, coğrafyalara açık olmuş dostlar kadar ve belki de daha çok kitaplar arasında zamanını geçirmiş Zülfü Livaneli’nin sahip olduğu o müthiş birikim belli ki sanatın pek çok dalında ürün verebilmesinin temel sebeplerinden biri. Hem de her alanda beğenilen, öne çıkan, sevilen işler üretebilmesinin… Livaneli’nin yaşadığımız dünyaya dair en önemli sözleri, bugüne kadar verdiği eserlerde saklı. Ama bunun da ötesinde günümüz dünyasını şekillendiren toplumsal, tarihsel, kültürel gelişmelerin ve değişimlerin ayırdında olan, kendi çağını öncesi ve sonrasıyla özümsemiş, özgün düşünceler üretmiş bir entelektüelden söz ediyoruz. Dolayısıyla Livaneli’nin yazdığı her satır kadar, söylediği her sözün de önemli ve değerli olduğunu biliyoruz.

Doğan Kitap olarak, Zülfü Livaneli’nin bu engin birikimini okurlarıyla paylaşacağı yeni bir kitap yapalım istedik. Özellikle tarihinin önemli dönüm noktalarından birinde büyük çalkantılar yaşayan Türkiye’nin tam da bugünlerinde Livaneli’nin anlatacaklarının hepimize iyi geleceğini düşündük.

Zafer Köse, Livaneli ile birçok kez buluştu ve bu kitabın ortaya çıkmasını sağlayan uzun söyleşiyi gerçekleştirdi.

Tarihten kültüre, siyasetten sanata ve felsefeye, bir entelektüelin düşünce dünyasını oluşturan bilgi ve görüşlerin nasıl şaşırtıcı detaylarla zenginleştiğini ve okuyanın ufkunda yeni pencereler açabildiğim gösteren değerli bir çalışma ortaya çıktı. Livaneli’nin Penceresinden adlı bu nehir söyleşinin günümüzü aşan bir rehber olarak uzun yıllar okunacağını biliyoruz. Çünkü bir başka uluslararası aydının, Federico Mayor Zaragoza’nın söylediği gibi Livaneli, zamanın ötesinde “bir Rönesans insanıdır.”

1 Kabilenin içinden, kabileye karşı “düşünmek”

“Bizim halk sözlerimizde aradım taradım, düşünmek üzerine iyi bir söz hiç söylenmemiş. Başka konularda çok çeşitli sözler vardır, birbirine zıt yaklaşımlar dile getirilir, ama hu konuda hep aynı tutum, hep olumsuz bir tavır dikkat çekiyor. ‘Nasrettin Hoca’nın hindisi gibi, düşünme’, ‘Karadeniz’de gemilerin mi battı, ne düşünüyorsun?’, ‘Ayağını sıcak tut, başını serin, düşünme derin.’ Düşünmeyi olumlayan bir yaklaşım yok. Bu geleneğe göre her filozof bir ‘arpacı kumrusu.’ Türkiye’nin meşhur Doğu-Batı çelişkisi de buna dayanıyor. ‘Düşünüyorum o halde varım’ diyen bir kültürün karşısına düşünceyi olumsuzlayan bir yaklaşımla çıkamazsın. Mümkün değil. Kökenini bu topraklardan alan Batı düşünce geleneği insan aklını yücelterek gelişmiş. Orayla sağlıklı iletişim için düşünme uğraşında bir aşama gerçekleştirmek, bir eşik aşmak gerekiyor. Kısacası bir zihniyet devrimi. ”

Zaferciğim, bugün 18 Ağustos 2018. Yalova’dan kalktın buraya, Gündoğan’a, bizim yazlığa geldin. Sağ ol. Oturduk, ses kaydını açtık, hem ince belli bardaklarda çayımızı içiyoruz hem de sohbet ediyoruz.

Kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.

Aslında bu sohbet sözü çok önemli. “Sohbet’in tam karşılığı yok Batı dillerinde. Mesela conversation veya benzer sözcükler, hiçbiri karşılamıyor. Sohbet bize ait bir şey. Burada, bu topraklarda, bu iklimde niye felsefe çok gelişmiş? Çünkü insanlar sohbet etmişler. Sokrates’ler, Platon’lar, diğerleri, yürüye yürüye konuşmuşlar, soru sormuşlar ve yanıtlar aramışlar, düşünmüşler. Hatta yanıt bile aramadan, sadece soru aramak için sohbet etmişler, karşılıklı sorularla birbirlerinin zihnindeki sorulan çoğaltmışlar. Bu önemli; cevap bulmaktan çok soruyu çoğaltmak önemli. Platon ve diğer filozoflar Atina’da Akademos Korusu denilen yerde dolaşarak sohbet ettikleri için çeşitli dillerdeki akademi kelimesi doğmuş.

Düşünmek zaten çok önemli bir konu. Bir de böyle sohbet biçiminde olunca, yöntem olarak karşılıklı sorularla düşününce, işin boyutu değişiyor. Sohbet aslında bir sanat. Bizde eskiden “sohbet koyultmak” denirdi. Konuştukça, ama sorular arayarak, düşünerek konuştukça konular derinleşiyor, bazen başka kollara, alanlara gidiyor, koyulaşıyor.

Aslında bu yaşa, bu düşünceye gelince artık bakıyorum da dünyadaki birçok şey, “her şey” diyeceğim de çok kesin olur diye söyleyemiyorum, ama söyleyeyim, her şey bir ruh durumu. Olguların kavramların anlamı senin o anda bulunduğun ruh durumuna, o sıradaki algılamana göre değişiyor. Algı meselesi! “Algı”nın kapıları nereye açılıyor, nasıl algılıyorsun? Buradan da Montaigne’in o meşhur sözüne geliyorum; nasıldı? “Bana, doğru gelen hiçbir düşünce yoktur ki aynı zamanda yanlış gibi de gelmesin.” Bu, müthiş bir şey.

Bakış açısını değiştirdiğin anda algıların, gördüğün gerçekler değişiyor. Ayrıca, aynı açıdan, aynı yerden bakarken bile öyle kesin doğrular, durağan formüller yok ortada. Uzakdoğu’da bir mağaranın önündeki suda taşlar vardır. Dışardan bakınca altı, mağaradan bakınca yedi taş sayarsın.

Bak, şimdi konuşurken, Tennessee Williams’ın yaklaşımını da hatırladım. Williams, “İnsanlar birbirlerini kendi egolarındaki çatlaklardan görürler” der. Ona göre, bu çatlaklardan kılarak yaşanan hayat, yanlış anlaşılmalar bütünüdür.

Elia ile Yolculuk kitabınızda Tennessee Williams’ın bu yaklaşımına yer vermiştiniz.

Elia Kazan’ın sahneye koyduğu İhtiras Tramvay oyununu izleyip de pek beğenmeyince, Kazan ile Williams arasında gelişen iletişimi anlatırken bu konuya değinmiştim. Williams’ın baktığı açıdan görülüyor ki, mutlak bir şey yoktur. Zaten buralarda, bu topraklarda binlerce yıl önce üzerinde düşünülmeye başlanmış temel konuların hâlâ tartış biraz da bu nedenle değil mi?

Varlık nedir? Tanrı nedir, evrenin tanımı? Böyle aşırı genel konularla fazla uğraşmamak lazım. Bir kişinin evrenin sırrını çözmesi, Himalayalar’daki bir karıncanın Wall Street Borsası’nın işleyişini anlaması kadar imkânsızdır. Bu konular karşısında insan ve kafası o kadar küçük ki. Sonsuzluk içinde kaybolmamak için şairlere, tasavvufa bakmak gerekiyor.

Ayrıca, düşünce belirtirken şunu da unutmamak gerekir: Ortega Y Gasset’nin meşhur sözü var ya, “Ben kendimle çevremden oluşuyorum” diye, çok önemli, belki bazen kendimle çevremin “ortalamasıyım” diye de anlamak gerek bunu. Toplum bir yere doğru çekiyor bizi. Bu hep böyle olmuştur. Yazar da sanatçı da düşünür de toplumun içindeki bir bileşen. Karşılıklı bir etkileşim yaşanır elbette ve en az yazar kadar, toplum da gidilen yönde belirleyici olur.

“Düşüncesiz” yazılar

Öyleyse yazar da okur da karşılıklı olarak birbirinin kaynağı demektir. Özellikle yeni yetişen insanlar ve yeni ortaya çıkan yazarlar açısından bu durum daha belirleyici olsa gerek. Yeni yazarlar, yeni kültür ortamı nasıl bir kaynaktan besleniyor sizce?

Son zamanlarda beni en çok üzen şeylerin başında bu var. O kadar basit şeyler tartışıyoruz ki. Sen bir çalışmanda benim için “Küçük tartışmalara mahkûm edilen adam” diye bir şey yazmıştın. Bir yandan zaten küçük konular üzerinde duruluyor, gerçi konunun küçüğü pek olmaz da ele alış biçimiyle konular daraltılıyor: Döviz ne oldu, falanca gitti mi geldi mi, efendim laiklik öyle mi oldu, yok AKP böyle mi yaptı, yok Cumhurbaşkanı şunu mu dedi falan gibi… Her biri hayatın gerçekliğiyle ilişkilendirilebilecek de olsa, öyle yapılmıyor, bütün bunlar giderek daha düşük bir düzeyde tartışılıyor. Tartışma da denemez, hızla kanaat belirtmeler, öfke veya destek bildirmeler, ayaküstü yorum yapmalar… Yazılar da öyle yazılıyor. Artık piyasadaki o yazılara ne kadar yazı denebilirse! Çünkü paragraf da kullanılmıyor, tek tek cümleler, alt alta şiir görünümüyle yazılıyor. İnsanların ancak bunu okuyabildiği ileri sürülüyor. Ama uzun süre insanlara böyle davranılırsa, sonunda ancak bu düzeyi anlayabilecek hale gelirler.

Toplum bileşik kaplar gerçeğine uygun biçimde belli bir noktaya kadar geriledi. Bunları söylerken gerçekten yüreğime hançer sokuluyor gibi oluyor; “de” veya “ki” bağlaçlarının yazılırken hal eki olanlarla karıştırılması, iyi okullardan mezun bazı insanların hâlâ “yanlız” yazması, “süpriz” demesi. Böyle bir şey gördüğüm zaman birden okuduğum yazıdan soğuyorum, devam etme isteğim sönüyor. Artık her yazıya, bu kadar basit hatalarla karşılaşacağım korkusuyla başlıyorum.

Bu kadar tepk duymamam gerek, gözden kaçmış basit bir hatadan dolayı bir yazının değeri gözümden hemen düşmemeli, biliyorum, ama o kadar yaygın ki! Karşıma öyle çok çıkıyor ki! Oysa bunları konu etmiyor olmalıydık. Dil kullanımının birçok inceliği var. Düşünceyi berraklaştırmak açısından, duyguyu hissettirmek açısından öyle değil de şöyle bir cümle kurmak gibi, başka türlü anlatım meseleleri tartışılmalı. Böyle sözlük düzeyinde, ilkokul bilgisi düzeyinde hatalar o kadar yaygın ki artık sinirlerim bozuluyor. Anadilindeki en basit kuralları öğrenmeye zahmet etmeden, görüş, kanaat bildirmeye hevesli ne çok insan var! Bunların bir kısmı da akademisyen titri taşıyor.

Fikir geliştirmek, düşünmek, elbette çok önemli. Bazılarının buna hakkı yoktur diyemez kimse. Ama böyle bir şey yapmaya kalkışan herkes, öncelikle bu uğraşın hakkını vermeli Birazcık zahmete katlanmalı. Anlatmaktan çok anlamaya uğraşmalı, öğrenmeye, okuyup dinlemeye öncelik vermeli.

Anlamak… “Beş Satırla”da Nâzım’ın vurguladığı gibi, en büyük bahtiyarlıklardan biri. Sizin sesinizle kayda geçen hali de bir başka güzel!

Ah, teşekkür ederim. Çok önemli, çok güzel bir şiir. Ne kadar uzun yıllar önce kaydetmiştim onu. Dur bakalım, nasıldı…

Annelerin ninnilerinden spikerin okuduğu habere kadar, yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı, anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık, anlamak gideni ve gelmekte olanı.

Bu dizeler elbette daha kapsamlı bir konuyu işliyor ama anlamaya çalışmak, hayatta çok belirleyici. Hep dikkatimi çekmiştir, anlaşılmamaktan yakınanlar, genellikle anlamaya çalışmayanlardır. Aynı şekilde, düşüncelerinin çok benzersiz. çok üstün olduğunu sananlar da çoğunlukla düşünsel çalışmalarla en yüzeysel biçimde ilgilenenler arasından çıkıyor. Düşünce üretenlere uzak durur onlar.

İnsanın bütün mücadelesi, kültür alanındaki bütün uğraştan, sonuçta bu anlama ve öğrenme çabasına dayanıyor. Bir yandan teknolojik gelişmelerle kendi yaşam koşullarını iyileştirmek, doğaya hâkim olmak gibi konulardaki mücadelesinin yanı sıra, insanı hayvanlardan ayırma mücadelesi bu. Diğer hayvanlardan demek lazım, çünkü insan da bir mam- mal, bir memeli hayvan tabii. Ben dünyadaki kültür mücadelesini, şiirleri, felsefe kitaplarını, edebiyatı, resmi, bütün sanatları bunun içinde görüyorum, insanı hayvandan ayırma çabası, aslında insan ruhunu yüceltme mücadelesine karşılık geliyor.

Ne yazık ki biz o yücelme dönemlerinden birinde yaşamıyoruz. Tam tersine, şu anda kapitalizm insan ruhunu yücelten kültür ürünlerine müthiş bir düşmanlık içinde. Mal satmak için, piramidin en altındaki, daha doğrusu, bütün insanlardaki ortak hayvansal ihtiyaçlara hitap ediyor.

E, insan da bir hayvan olduğuna göre, kuşkusuz biyolojik ihtiyaçları var. Sağ kalma güdüsü var; doyma, barınma, üreme, güvenlik arama… Piyasa insan ruhunu yüceltmekle niye uğraşsın. en alttaki hazır taleplere eğilir.


Merhaba bu sayfayı daha önce ziyaret ettiğin için bu kitabı okumuş olabileceğini düşündük. Dilerseniz yeni kitaplara göz atabilir ya da rastgele bir kitap seçebilirsin. Aşağıdaki kutucuğu kullanarak hızlı bir arama da yapabilirsin.


"

Livaneli’nin Penceresinden kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Livaneli’nin Penceresinden