Jack London bu romanında uygarlığın kendisini nasıl bir sona getirdiğini (kızıl veba) akılcı bir şekilde dile getirmiştir. İnsanlığın sona yaklaşmasına neden olan ‘kızıl veba’ değil yine insanın daha çok uygarlaşma çabasıdır. Kızıl vebadan sonra dünyada binin altında hayatta kalanlar uygarlığa doğru çoğalarak gidecek ve yeniden alaşağı olacaktır. Bu kısırdöngü böyle devam etti ve ve gelecekte de edecektir. İnsanoğlu yine savaşacak, yine yok edecek, yine gelişecektir. Roman insanlığın ilkel ve vahşi yaşamına geri dönüş olarak görülebilir yani diğer kitaplarında bahsettiği yeniden doğuşun dünyaya uyarlanmış hâlidir.

Jack London, 1912 yılında İngiltere’de London Magazine’de yayımlanmaya başlayan Kızıl Veba yapıtıyla “kıyamet sonrası” edebiyatın öncüleri arasına girmiştir. Nüfustaki, bilim ve teknikteki, ekonomideki sıçramaların büyüsüyle gözlerin kamaştığı bir çağda yazar, uygarlığımızın kırılganlığını anımsatır. Yapıtı milyonlarca insanın doldurduğu şehirlerin ve kırların ıssızlığa teslim oluşundaki hızı bütün çarpıcılığıyla ortaya koyar. Yalnızca nüfusun değil, bilginin, üretimin, hatta dilin yitirilişi, eski uygarlıkla köprü olan bir profesörün gözünden yeni insanlığa anlatılır. Peki yeni insanlık bu ihtiyara kulak verecek midir? Kızıl Veba’da yirminci yüzyılın başından yüz yıl sonrasına, 2010’lar dünyasına bakan Jack London’ın öngörülerindeki keskinlik, kitabı bir klasik olmanın ötesinde, günümüz için hala canlı bir eleştiri kılıyor.


SUNU

Geniş topraklarıyla çiftliğini ve Wolf House (Kurt Evi) adını verdiği evini inşa ettirdiği dönemde, Jack London her zamankinden çok para gereksinimi içindeydi. Maddi gereksinim, London için her zaman kırbaç etkisi yaratmıştı. Kızıl Veba da bu yoğun çalışma döneminin ürünüdür.

Öykü ilk kez Haziran 1912’de, London Magazine dergisinin 28. sayısında yayınlandı. London, bu öykünün kitap olarak yayınlanmasını ancak 1915’de kabul etti. Oysa öykü eleştirmenlerce “Amerika’nın en tutulan roman türü olan hayatta kalma öykülerinin kusursuz bir örneği” olarak nitelenmiş ve biiyiik beğeni toplamıştı. Kitabı New York’taki McMillan Co. Yayınevi yayınlamıştı. Büyük olasılıkla, London maddi açıdan geçici bir darboğaza girmeseydi, Kızıl Veba’yı kitap olarak yayınlamayı düşünmeyecekti. Çünkü, alışıldığının tersine, Kızıl Veba’nın bir dergide yayınlanması ile kitap olarak basılması arasında uzun şiire vardır

London’ıın kimi anlatıları, ilgisiz gözükseler de yakınlık gösterirler. Kızıl Veba, Ademden Önce ile benzerlik taşır. Günümüz uygarlığını merkeze alırsak, Ademden Önce uzak geçmişi, Kızıl Veba ise uzak geleceği anlatır: İnsanı insan yapan uygarlık tasarımı var olmadığında, düşülecek durumu öyküler London. Ne var ki, her iki öykü de insan uygarlığının olmayana ergi yöntemiyle araştırılmasıdır. London insanın yenemediği içgüdüleriyle uygarlığın insana getirdiklerini kıyaslar. Kendine özgü sosyalizm anlayışını bu alegorik öyküler aracılığıyla verir.

London Kızıl Veba’da yitmiş bir uygarlığı öykülemesine karşın, yine de yaşadığı bölgenin tüm yerlerini anlatmıştı. Yayınevimiz tarafından kitaba eklenen dipnotlardan görülebileceği gibi, Kızıl Veba öyküsünü bir harita üzerinden takip ederek tüm San Francisco körfezi bölgesini gezmek mümkündür.

Gördüğü, tanıdığı yerleri yazmak, London ’ım gerçekçilik anlayışının temel bileşenlerinden biriydi. Bu özelliği, Ekim 191l’de yine McMillan Co. tarafından yayınlanan Güney Denizi Hikâyeleri’nde de yakalayabiliriz. Güney Denizi Hikâyeleri’ni oluşturan öyküler, London’ın Snark adlı gemiyle yaptığı Büyük Okyanus gezilerinin izlenim ve birikimlerinden doğmuştur. Fiji, Markiz Adaları, Samoa bölgelerini gezen London bu başarılı öykülerde, tanıdığı Güney Denizi adalarını ve insanlarını, yerlisiyle ve beyaz adamıyla anlatmaktadır.

London bu gezi sırasında sıtmaya yakalanmıştı. Aylarca hasta yattı, hatta gövdesinde büyük çıbanlar çıktı. Ama London bu rahatsızlıkları, beyaz adamın doğayla savaşımının bir parçası olarak gördü ve hiç önemsemedi. Yataktan çıkamayacak denli bitkin olduğu günler hariç, her gün bin sözcük yazma alışkanlığını bozmadı. Çalışkanlığı öyle bulaşıcıydı ki, karısı Charmi- an da hasta olmasına rağmen yazdıklarını her giin daktiloya çekiyordu.

Alaska izlenimlerine dayanan London öyküleri ne kadar gerçekçi bulunduysa, Giiney Denizi’ni anlatan öyküleri de o denli inanılmaz bulundu. Öykülerdeki vahşete varan şiddet dozu bunun en büyük nedeniydi, zaten London öykülerindeki şiddet sürekli eleştiri konusu olmuştu. London ise görüp bildiklerinden başkasını yazmadığını söyleyerek eleştirilere yanıt verdi; bit iddia büyük olasılıkla doğruydu. Yine de öykülerin algılanışında bir sorun olduğu belliydi.

Amerikan toplumlunun bu öyküleri yadırgamasının nedeni, London ’un gerçeklerden uzaklaşması değil, London ’un gerçekler karşısındaki konumu olmuştu. London Alaska’yı anlatırken yerli-beyaz adam arasındaki gerilimde çoğunlukla yerlilerden yana tavır almış, en azından tarafsız kalmayı başarmıştı. Güney Denizi yerlilerine bakışında ise, beyaz adamın yanında saf tutuyordu. Dönemin aydın çevreleri, aslında bu duruşu yadırgamıştı. London ’ıın gerçek okııyııcıısıı olan alt sınıflar ise, London’ıın anlattığı yerleri çok uzak bulmuş, öykülere konu olan yöreler ilgilerini çekmemişti. Amerikan toplumıınıın bilinçaltında Alaska altın peşinde koşmayı ve acıları çağrıştırıyordu ama Büyük Okyanus’taki adları zor söylenir küçük adacıkların çağrıştırdığı hiçbir şey yoktu.

Çok iyi yazılmalarına rağmen ne yazık ki az ilgi gören bu öyküler, hak ettikleri değeri yıllar içinde kazandılar. Artık London’un yazdığı öykülerin.en güzel örneklerinden sayılıyorlar. Örneğin Kâfir öyküsü, Rııdyard Kipling’in Gunga-Din’iyle kıyaslanıyor; buna da şaşmamak gerek, London’ıın usta kabul ettiği yazarlardan biri de Kipling’dir.

Cem Yayınevi, Jack London’un bu iki kitabını bir arada, İngilizce asıllarından çevrilmiş ve dipnotlarla zenginleştirilmiş olarak sunmaktan gurur duymaktadır.

KIZIL VEBA

Belli belirsiz gözüken dar yol, yığılmış toprak üzerine inşa edilmiş bir demiryolu üstünden geçiyordu. Uzun yıllardan beri bu hatta tren işlememişti. İki yandaki orman setler halinde yükseliyor, ağaç ve yeşil çalılar dalgalar gibi yolu kaplıyordu. Yol bir izden ibaretti. İki kişinin ancak yan yana geçebileceği kadar bir genişliği vardı. Vahşi hayvanlara özgü patikalara benziyordu.

Yolda paslı demir parçaları görülüyordu. Büyük olasılıkla, yol kenarındaki çalılıkların altında raylar ve traversler vardı. Kimi yerde gelişen kökleriyle bir rayı havaya kaldıran bir ağaç görülüyordu. Ağacın kaldırdığı ray bir traversi yerinden oynatmıştı. Daha altta, ağaçlardan dökülen yapraklarla yarı yarıya gizlenmiş taşlar duruyordu. Rayla travers birbirine sarılarak havaya doğrulmuş, garip biçimli bir görüntü oluşturmuştu. Demiryolu çok eskiydi ama darlığından tek hatlı olduğu hâlâ anlaşılıyordu.

İhtiyar bir adam ve bir erkek çocuk keçiyolunda ağır adımlarla yürüyorlardı. İhtiyar yılların ağırlığıyla ezilmiş gibiydi. Felçli organları titriyor, ancak bastonunun yardımıyla yürüyordu. Başını güneşten korumak için keçi derisinden kalın bir şapka giymişti. Şapkanın altından bir tutam seyrek, kirli beyaz saç fırlamıştı; kıvrılmış geniş bir yapraktan ustaca yapılmış bir tür güneşlik gözlerini ışıktan koruyordu. Adam keçiyolunda yürürken gözleri önündeydi, dikkatle adımlarına bakıyordu. Göbeğine dek uzanmış karışık sakalı, saçları gibi ağarmıştı. Büyük bir yoksulluk seziliyordu halinden. Adamın omuzlarından göğsüne doğru, keçi derisinden yapılmış kirli bir giysi sarkıyordu. İnce kol ve bacaklarından, derisinin kırışıklarından ilerlemiş yaşı belli oluyordu. Kollarında ve bacaklarında yara izleri, morluklar vardı. Uzun zamandır doğayla savaş verdiği anlaşılıyordu.

Çocuk önden yürüyordu ama güçlü bacaklarını kendisini izleyen ihtiyar adamın adımlarına uyduruyordu. Çocuğun üstünde de hayvan derisinden bir giysi vardı. Kenarları parçalanmış ayı postundan yapılmış giysinin ortasındaki delikten başını geçirmişti.

Çocuk yaklaşık on iki yaşlarındaydı, kulağının yanında yeni kesilmiş bir domuz kuyruğu taşıyordu. Öteki elinde orta boy bir yayla ok vardı. Sırtında içi oklarla dolu bir sadak, iple bağlanıp boynundan geçirilmiş bir kından av bıçağının sapı görülüyordu. Böğürtlen benzeri kararmış çocuğun yürüyüşü kedi gibiydi. Gözleri koyu maviydi, bakışları burgu gibi deliciydi; gözlerinin rengi güneşten yanmış derisinin rengiyle garip bir zıtlık oluşturuyordu. Yuvalarında durmadan dönen gözleri, çevrelerindeki her şeyi gözetler gibiydi. Çevresine bakarken burun delikleri hafifçe açılıyor, dış dünyada olup bitenleri sezinlemeye çalışıyordu. İşitme duygusunda da bir hassaslık var gibiydi. Kulaklarını her şeyi işitmeye öyle alıştırmıştı ki, kulak vermeden her sesi kendiliğinden işitiyordu. Hele şimdiki gibi sessizlikte küçük sesleri bile fark ediyor, rüzgârın yapraklara temasını, bir arının ya da sineğin vızıldayışını, uzaktaki denizin çalkantısını, yuvasına girmekte olan bir böceğin ayak seslerini rahatça işitebiliyordu.

Çocuğun bedeni birden tehlike işareti aldı. Hemen gelecek tehlikeye hazırlandı. Görme, işitme ve koklama duyuları aynı anda tehlikeyi haber vermişlerdi. Çocuk elini ihtiyara doğru uzatıp tuttu, ikisi de hareketsiz kaldılar. Önlerindeki toprak yığınının üst kısımlarında bir yerde bir ses olmuştu. Çocuğun bakışı hafif sallanan bir çalılığa dikildi. Tam bu sırada boz renkli büyük bir ayı gürültüyle çalıların arasından çıktı, iki insanı görünce hemen durdu. İnsanları sevmezdi. Huysuzlanmış gibi hırçın homurdandı. Çocuk olacaklara hazırlıklı, yavaşça oku yayına geçirdi, yayın kirişini gerdi; bu sırada gözünü hayvandan ayırmıyordu. İhtiyar adam, kafasındaki yaprağın altında tehlikeyi gözetliyor, arkadaşı gibi o da hiç kıpırdamıyordu. Ayı ve insanlar birkaç saniye karşılıklı birbirlerini süzdüler. Sonra hayvan öfkesi artarak daha çok homurdanmaya başladı, saldıracağı besbelliydi. Çocuk ihtiyara başıyla belli belirsiz bir işaret yaptı, keçiyolundan ayrılmaları ve toprak yığınından aşağı inmeleri gerektiğini anlatmıştı. İhtiyar adam önden giderken çocuk yayı kurulu durumda, geri geri yürüyüp onu izledi; toprak yığınından indiler. Sonra beklediler, kısa bir süre geçince geldikleri yöndeki yaprakların hışırtısı duyuldu. Ayı çekilip gittiğini haber vermişti. Sonra aynı yönde tırmanıp, keçiyolundan yürümeye başladılar. Çocuk yarı şaka yapar yan heyecanlı bir sesle, “Dede, çok iri bir ayıydı,” dedi.

İhtiyar adam başıyla onayladı.

Ardından sesini çocuk gibi incelterek konuştu: “Oğlum, bunlar her gün çoğalıyor. Kim zamanın böylesine değişebileceğini ve Cliff House yolunun böyle tehlikelerle dolu bir olacağını öngörebilirdi? Senin yaşındayken Edwin, San Francisco’dan binlerce adam, kadın ve bebek güzel havalarda buralara gelirdi. Para harcayıp keyiflerine bakarlardı oğlum.”

“Para mı dede? Para dediğin nedir? Nasıl şeydir?”

İhtiyar adamın karşılığından önce çocuk elini başına vurdu, parayı hatırlamıştı. Giydiği ayı postunun bir kenarındaki cebe benzeyen deliğe elini soktu, çarpılmış, matlaşmış bir dolarlık gümüş bir para çıkardı. İhtiyar gözleri parlayarak paranın üzerine eğildi. “Gözlerim iyi görmüyor Edwin, bak bakalım, üzerindeki tarihi okuyabilecek misin?” diye mırıldandı.

Çocuk gülmeye başladı.

Neşeyle, “Ne garip adamsın!” dedi, “bu paraların üstündeki küçük işaretlerin bir anlamı olduğuna inandırmaya çalışırsın her zaman.”

İhtiyar derin bir iç geçirerek parayı çocuğun elinden aldı, gözlerine yaklaştırdı.

“2012!” diye haykırdı. Sonra kendinden geçerek anlatmaya başladı: “2012! Morgan. O tarihte Büyük Sanayiciler Mecli- si tarafından Amerika Cumhurbaşkanı seçilmişti. Bu son basılan paralardan biri olacak. Çünkü 2013 yılında Kızıl Ölüm baş- göstermişti. Aman Tanrım, o günleri düşününce tüylerim ürperiyor. Altmış yıl önce. Şimdi o çağı anımsayan son sağ kalmış kişiyim! Söyle bakayım Edwin, bu parayı nerede buldun?” Edwin artık aklı zayıflamış kişilere gösterilen türden bir alçakgönüllülükle dedesinin anlattıklarını dinlemişti.

“Bana bu parayı Hou Hou verdi! Geçtiğimiz ilkbaharda San Jose() yakınında keçilerini otlatırken bulmuş. Hou Hou bunun para olduğunu söylüyor. Dede, daha acıkmadın mı? Daha yürüyecek miyiz?”

İhtiyar doları Edwin’e verdikten sonra bastonuna dayanarak keçiyoluna doğru ilerledi, gözlerinde bir oburluk seziliyordu.

“İnşallah torunum Yarık Dudak bir yengeç bulmuştur. Belki iki tane bile bulmuştur! Yengeçlerin kulaklarındaki parçalar çok lezzetlidir. Hele insanın dişleri yoksa… Dedelerini seven senin gibi torunları varsa onlar yengeç avlamayı görev bilirler! Ben çocukken…”

Bu sırada Edwin bir şey görmüş, durmuştu. Parmağını dudağına götürerek dedesine susmasını işaret etti. Yayına bir ok yerleştirip ilerledi, eski bir su kanalına gizlendi. Kanalın içinde patlayan bir boru bir rayı kırmıştı. Çocuk bağ kütükleri arasından geçmek için bir çalılığın yanında duran bir tavşanla karşılaştı. Tavşan duraksıyor, titreyerek Edwin’e bakıyordu. Aralarındaki uzaklık yirmi metre kadardı, fakat ok şimşek gibi doğruca hedefini buldu. Avlanan tavşan bir an inleyerek olduğu yerde kaldı, sonra bir çalılığa doğru kaçmaya çalıştı. Edwin hemen fırladı. Çelik bir yay gibi gerilen kaslarıyla tavşanın üzerine atıldı. Yaralı hayvanı kaptı, bacaklarından tutup başını bir ağaca vurarak öldürdü. Sonra dedesinin yanına geldi, sonraki işlemler için tavşanı ona teslim etti.

“Tavşan eti güzeldir ama ben yengeci severim, yengeç daha lezzetlidir. Ha bak, aklıma geldi; ben çocukken… ”

Edwin ihtiyarın bitmeyen gevezeliğinden sabırsızlanarak sözünü kesti: “Her şeye dair bu kadar konuşman gerekir mi?”

Gerçi Edwin bu sözü dedesini azarlar biçimde söylememişti ama sözlerinden anlaşılan buydu. Aksanı gırtlağından gelen tınılarla kendisini belli ediyordu, heyecanlı bir biçimde konuşuyordu. Konuşması ihtiyar adamınkini andıran, bozuk bir İngilizceydi.

“Anlamadığım lafları dinlemek beni sıkıyor, bak dede, sen yengeç için ‘lezzetli’dir diyorsun ama neden? Yengeç ‘yengeç’tir, işte o kadar. Böyle gülünç şeyler söylemenin âlemi var mı!”

İhtiyar adam içini çekti, yanıt vermedi. Konuşmadan yürüdüler. Yakınlarda bir yerlere çarpan dalgaların gürültüsü gittikçe güçleniyordu. Artık ormandan çıkmışlardı. Büyük kum yığınlarının gerisinden deniz göründü. Bu kumların arasında seyrek otlar görülüyordu. Oralarda birkaç keçi otlamaktaydı. Keçileri, hayvan postu giymiş bir küçük çocukla, köpekten çok kurda benzeyen bir köpek koruyordu. Sürünün biraz uzağında ateş yanıyordu. Dumanı yükselmekte olan ateşin yanında başka bir çocuk daha vardı; o da çoban gibi vahşiydi. Çocuğun çevresinde keçileri koruyan kurda benzer birkaç köpek duruyordu. Kıyının yüz metre kadar yakınında, delik deşik kayalar vardı, kayalara çarpan dalgaların uğultusuna hırlamalar karışıyordu. Bu sesler büyük denizaslanlarının kükremeleriydi. Kimileri güneşlenmek, kimileri kavga etmek için sürünerek kıyıya gelmişlerdi.

İhtiyar adam ateşin yandığı yere gitmek için adımlarını sıklaştırdı. Deniz havasını içine çekiyordu.

Oraya vardığında, “Oh! Midyeler!” diye haykırdı titrek sesiyle. Çok sevinmişti. “Oğlum Hou Hou, nedir bunlar? Yengeç mi? Tanrıya şükür! Dedeniz için nasıl da iyi şeyler buluyorsunuz böyle!”

Edwin’le akran görünen Hou Hou yüzünü buruşturdu. Bu buruşturma gülümseme anlamını taşıyordu: “Hangisinden istersen ye dede. İster midyelerden ister yengeçlerden; hepsinden dörder tane var.”

Torununun sözlerini işiten ihtiyarın sevincini gören, ona acımadan duramazdı. Taş kesmiş bedeninin izin verdiği kadar çabuk kumun üstüne oturdu, ateşin üzerinden bir kaya midyesini aldı. Ateşin etkisiyle midyenin iki kabuğu da açılmıştı, midyenin içi pişmiş, kayısı rengi olmuştu. İhtiyar adam titrek elinin baş ve işaret parmağıyla midyenin içini çıkarıp ağzına götürdü. Çok sıcak olduğunu öngörmemişti. Ağzı yandığından çiğneyemeden tükürerek fırlattı. Canı çok acımıştı. Bir çığlık attı. Gözlerinden akan yaşlar yanaklarından süzülmeye başladı.

Küçük çocuklar gerçekten vahşiydiler, acımasız neşeleri de vahşiydi. İhtiyarın başına gelenleri çok gülünç bulduklarından kahkahalarla güldüler. Hou Hou zıplayıp duruyor, Edwin kahkahalarla gülerek yerde yuvarlanıyordu. Onların gürültüsünü duyan keçi çobanı çocuk koşarak yanlarına geldi, olanlar anlatılınca o da gülmeye başladı.

“Soğut bunları Edwin. Soğut bunları yavrum,” diye yalvardı ihtiyar adam. Bu sırada gözlerinden akan yaşlar yanaklarından süzülüyordu. “Bir tane de yengeç soğut Edwin, biliyorsun deden yengeci çok sever.”

Ateşin üstündeki midyelerin kabukları açılırken çıtırdama, küçük bir patlama sesi duyuluyor, midyelerin içinden buhar çıkıyordu. Bunlar, boyları sekiz ila on santim arasında değişen iri hayvanlardı. Çocuklar midyeleri küçük çubuklarla ateşten çekip aldılar, soğutmak için eski bir tahta parçası üzerine dizdiler.

İhtiyar, “Benim zamanımda büyüklerle böyle alay edilmezdi. Onlara saygı gösterilirdi,” dedi.

Çocuklar dedelerinin yakınıp söylenmesine aldırmadılar. İhtiyar da bu kez sakınımlı davranıp ağzını yakmadı. Hep bir arada ağızlarını şapırdatarak yemeye başladılar. Yarık Dudak diye çağırılan keçi çobanı üçüncü çocuk daha da gülmek istiyordu. Bir ara midyelerden birine biraz kum döktükten sonra ihtiyara uzattı. Dede bunu ağzına atıp çiğnemeye başlayınca diş etlerinde bir sızlama duydu, yüzü korkunç biçimde buruştu. Çocuklar gürültüyle gülmeye başladılar. İhtiyar kendisiyle alay edildiğinin farkına varmamıştı. Yine tükürmeye başladı. Ancak o zaman Edwin acıdı, su dolu kabı uzattı. İhtiyar birkaç kez ağzını çalkaladı.

“Eee, anlat bakalım Hou Hou,” dedi Edwin, “yengeçler nerede? Bugün dedemizin iştahı yerinde.”

Yengeçlerden söz açılınca ihtiyarın gözleri parladı, ağzı sulandı. Hou Hou ona bir yengeç uzattı. Dıştan bakıldığında yengecin kabuğu ve ayakları tamamdı ama aslında içi boştu. İhtiyar titreyen elleriyle yengecin bir bacağını çabucak kırdı. Ama içinin boş olduğunu anladı.

“Hou Hou oğlum, böyle şakalar yapmasana, bana doğru dürüst bir yengeç ver,” diye yalvardı.

“Seninle eğlendik dede, yengeç yok, bir tane bile bulamadım.”

İhtiyar adamın buruşuk yüzünden düş kırıklığı okunuyordu. Zavallı adam ağlamaya başladı. Artık çocukların da keyfi kaçmıştı. Hou Hou hemen el çabukluğuyla ihtiyarın yere bıraktığı yengeci aldı, yerine bacakları kırılmış, içinde beyaz eti görünen bir yengeci koydu. Adam kokuyu alınca gözlerini çevirdi, dolu yengeci görünce şaşırdı.

Dedenin neşesi yerine geldi. Asık yüzüne sevinç yayıldı. Önce birkaç kez yutkundu, sonra iştahla yemeye başladı. Bir yandan çocukların anlamını bilmedikleri sözcükler mırıldanıyordu:

“Ah mayonez. Mayonez. Mayonez lazım. Mayonez de lazım, ah o da olsa ne güzel olurdu. Ne yazık, altmış yıldır mayonezi unuttuk gitti. Mayonezin hoş kokusunu koklamayan iki kuşak geçti. Eskiden bütün lokantalarda yengeçle birlikte mayonez verilirdi!” Karnı doyan ihtiyar içini çekti, ellerini çıplak baldırlarına sildi, dalgın gözlerle denize bakmaya başladı. Sonra karnı doymuş bir adamın mutluluğuyla belleğinin derinliklerindeki anıları eşelemeye başladı.

“Torunlarım, ben bu kıyıların yaşam dolu günlerini gördüm, biliyor musunuz? O zamanlar pazar günü erkekler, kadınlar çocuklar toplu olarak buralara gelirlerdi. Bu bölgede onlara saldıracak ayılar yoktu, ama yukarda, şu tepede lüks bir lokanta vardı, orada insan canının istediği her şeyi bulabilirdi. O zamanlar San Francisco’da dört milyon insan yaşardı. Oysa şimdi, bu kentte kırk kişi kalmamıştır. Deniz teknelerle, vapurlarla doluydu. Bunlar Golden Gate’e() gelir giderdi. Gökyüzünden güdümlü balonlar, uçaklar geçerdi. Bunlar saatte üç yüz kilometre hız yapardı. Evet, New York San Francisco arasında posta servisi yapan uçak şirketlerinin sözleşmesinde istenen hızın en düşük düzeyiydi üç yüz kilometre. O zamanlar, girişimci bir Fransız saatte dört yüz elli kilometre yapan bir uçak önermişti. Ancak geri kafalılara bu hız tehlikeli görünmüştü. Onların ne gördüğü önemli değildi, çünkü Fransız başarıdan yararlanmasını bilen adamdı, büyük veba ortaya çıkmasaydı işleri yoluna sokacaktı. Çocukluğumda, ihtiyarlar ilk uçakları görmüş olduklarını anımsarlardı. Altmış yıl önce, ben sonraki uçakları gördüm.”

Yumurcaklar kendi kendine konuşan ihtiyarı dalgınlık içinde dinliyorlardı. Onun anlattıklarının dörtte üçünü bile anlamıyor, dönüp dolaşıp aynı şeyleri anlatmasından sıkılıyorlardı. İhtiyar hayallerini yüksek sesle anlatırken temiz bir İngilizce kullanıyordu, bu dilin çocukların kullandığı kaba sözcüklerle hiç ilgisi yoktu.

“Evet, o zamanlar yengeçler az bulunurdu, çünkü beğenilen bir besin olduğundan onları herkes her yerde avlardı. Yengeç avı için yılda sadece bir ay izin verilirdi. Şimdiyse, bütün yıl yengeç avlamak serbest. Bir düşünsenize, istediğiniz zaman, istediğiniz kadar yengeci burada, Cliff House sahilinde avlayabilirsiniz!”

Tam bu sırada kumullarda otlayan keçiler dağılıp sağa sola kaçıştılar. Üç çocuk hemen ayağa kalktı. Köpekler keçilerin yanında tek başına kalan arkadaşlarına yardım etmek için koşmaya başladılar. Keçi sürüsü, kurtarıcıları insanlara yöneldi. Boz renkli, sıska, yarım düzine kadar hayvan, kumlar üstünde sinerek ilerliyor, korkudan tüyleri diken diken olmuş köpeklere kafa tutuyorlardı. Edwin yabanıl hayvanlara bir ok yolladı, hiçbirini vuramadı. Yarık Dudak’ın bir sapanı vardı, Davut’un Calut’la yaptığı savaşta kullanılan sapana benzerdi.() Yarık Dudak’ın bununla fırlattığı taş havada ıslık çalarak uzaklaştı, kurtların arasına düştü. Bunun üzerine kurtlar kaçıştı, arkadaki okaliptüs ormanının karanlıklarında kayboldular.

Kaçışları üç çocuğu çok güldürdü. Savaştan hoşnut döndüler, inleyen ihtiyarın yanına gelip kumlara uzandılar. İhtiyar çok yemişti, yediklerini sindirmekte güçlük çekiyordu. Parmakları açılmış iki eliyle karnını tutarak inliyordu ama konuşmasını sözlerini sürdürdü:

“Tüm sistemler köpükler gibi aniden yok oluverir.”() İhtiyar, besbelli, eskilerden aklına gelen kimi düşünceleri mırıldanıyordu. “Evet, ancak böyle bir şeydir o ürün. İnsan dünyadaki yararlı hayvanları evcilleştirmiş, aralarında zararlı olanları yok etmiştir. Toprağı kazıp sürmüş, vahşi bitkilerden temizlemiştir. Sonra bir gün, bütün o çalışmaların sonucu ortadan kaybolmuş, insanın emekleri yitip gitmiş, onu yeniden ilkel yaşam içine sürüklemiştir. Yararsız otlar, orman bütün tarlaları kaplamış ve yırtıcı hayvanlar geri dönüp sürülere saldırmaya başlamışlardır. Demin size yerini gösterdiğim o lüks lokantanın yerinde şimdi kurtlar dolaşıyor!” Bunu anımsarken korkmuş gibiydi, duraksadı, sonra anlatmasını sürdürdü. “Yalnız bir tek kentte dört milyon insan kaybolmuşsa, buralarda vahşi kurtlar dolaşıyorsa, yok olan onca dâhilerin soyundan gelen sizler buraları ele geçiren dört ayaklı yırtıcı hayvanlara karşı kendinizi tarih öncesi silahlarla savunmak zorunda kalmışsanız, bütün bunların nedeni o kızıl renkli ölümdür!”

Bu sıfat, Yarık Dudak için yabancı değildi.

“Bunu söyleyip durur hep,” dedi Edwin’e, “kızıl da nesi?” “Akçaağaçların kızıllığı beni, borazanların çığlıkları gibi hüzünlendiriyor,’?) dedi ihtiyar adam.

Edwin, “Kızıl, bildiğin kırmızı işte,” diyerek soruyu yanıtladı. “Sen bunu bilmezsin, çünkü sen Şoför Oymağı’ndan yetiştin. O aileden gelenler zaten hiçbir şey bilmezler, cahildir hepsi. Ama ben biliyorum. Kızıl, kırmızı demektir.”

“Kırmızı kırmızıdır, öyle değil mi?” diye homurdandı. “Bunu kızıl diye söylemek de nereden çıktı?”

Sonra ihtiyara sordu: “Dede, sen hep bizim bilmediğimiz sözcükleri kullanıp duruyorsun. Kızılın anlamı yok ama kırmızı kırmızıdır işte. Neden doğrudan kırmızı demiyorsun?”

“Kırmızı doğru sözcük değil,” oldu yanıt. “Veba ‘kırmızı’ değildi, lâl renkliydi. Ona yakalanan kimsenin yüzü ve bedeni bir saat içinde lâl renkli, yani ‘kızıl’ oluverirdi. Ben biliyorum, ben o vebaya tutulanları gördüm. Onun için Kızıl Veba demek en uygunudur.”

“Bence kırmızı derdimizi anlatmak için yeterlidir,” diyerek itirazını sürdürdü Yarık Dudak. “Babam da başka sözcük kullanmıyor. Birçok insanın kırmızı ölümle yok olduğunu söylüyor.”

“Senin baban sıradan bir adamdır, cahil ve sıradan bir adam,” dedi ihtiyar, sinirlendiği belli oluyordu. “Şoförlerin ne demek olduğunu biliyor musun? Büyükbaban Şoför, eğitim nedir bilmeyen bir uşaktı. Neyse, büyükannen kökeni bakımından iyi bir soydandır. O bir hanımefendiydi, ne yazık ki soyundan gelenler ona hiç benzemediler. Temescal Gölü’nde balık avlarken onlara rastlayışımı unutmam mümkün mü?”

Edwin, “Eğitim ne demek?” diye sordu.

“Kırmızıya kızıl demek işte!” Yarık Dudak alay ediyordu, ihtiyara açıkça saldırmaya başladı: “Babam bana anlattı, o da babasından dinlemiş, karısı Santa Rosa’lıymış, kadının önemli biri olmadığına da eminmiş. Kırmızı Ölüm’den önce de ‘et askıcısı’ymış. Ben ‘et askıcısı’nın ne olduğunu bilmiyorum, belki sen bana söylersin Edwin.”

Ama Edwin bilmediğini anlatır biçimde başını salladı.

“Bu doğru, o bir hizmetçiydi,” diye itiraf etti ihtiyar. “Fakat çok iyi bir kadındı, senin annen onun kızıydı. Vebadan sonraki günlerde, kadın soyuna nadir rastlanır olmuştu. O babanın dediği gibi bir ‘et askıcısı’ olsa da, bence bulunabilecek en iyi eşti. Fakat ataların hakkında bu sözcüklerle konuşman hiç doğru değil!”

‘Babam Şoförler soyunun ilk karısının bir hanımefendi olduğunu söylemişti…”

“Hanımefendi ne demek?” diye sordu Hou Hou.

“Hanımefendi Şoför karısı demektir,” diye çabuk bir yanıt verdi Yarık Dudak. “Şoförler soyunun ilk adamı Bili, daha önce söylediğim gibi, basit bir adamdı,” dedi ihtiyar adam, “fakat eşi bir hanımefendiydi, gerçek bir hanımefendi. Kızıl Ölüm’den önce, Amerika’yı yöneten on iki büyük sanayiciden biri olan Van Warden’in karısıydı. Bir milyon dolarlık bir. adamdı bu, duyuyor musun Edwin? Şimdi senin cebindeki para türünden, bir milyondan daha çok serveti olan bir adamdı o.

Sonra ardından Kızıl Ölüm gelip çattı. O zaman bu kadın Bili adlı birşoförün karısı oldu. Bu adam, karısını döverdi hep. Ben gözlerimle gördüm. İşte Yarık Dudak, senin büyükannen böyle bir kadındı.”

Bu tartışma sırasında, Hou Hou yattığı yerde ayağıyla kumları kazarak gülüyordu. Birden bir çığlık attı. Ayağının baş parmağı sert bir cisme çarpıp sıyrılmıştı. Hemen kalktı, ayak baş parmağı ile açtığı deliği incelemeye koyuldu. Diğer çocuklar da yanına geldiler, üçü birden elleriyle kazarak deliği büyüttüler. Kazılan yerden üç iskelet çıktı. Bunlardan ikisi yetişkin, biri henüz büyüme çağındaki bir insanın iskeletiydi. İhtiyar da dizleri üstünde emekleyerek çukurun başına geldi, eğilip baktı.

“Bunlar Kızıl Veba’nın kurbanları,” dedi. “Bakın, bu iskeletlere her yerde rastlayabilirsiniz. Kim bilir, belki bulaşıcı hastalıktan korkup kaçan, burada ölen bir ailenin iskeletleridir. Kızıl Veba’ya yakalanıp bu kumsalda can vermişlerdir. Bunlar… Ne yapıyorsun Edwin?”

Edwin elindeki çakının ucuyla bir kafatasının çenesindeki dişleri çıkarmaya başlamıştı.

“Bu dişlerle kolye yapacağım,” dedi.

Diğer iki çocuk da arkadaşları gibi çakılarını çıkarıp iskeletlerin dişlerini sökmeye başladılar. İhtiyar inleyerek söyleniyordu.

“Aman Tanrım, sizler vahşisiniz, gerçek vahşi. Demek insan dişlerini süs olarak kullanma modasıyenidenbaşlıyor. Gelecek kuşak burunlarını ve kulaklarını deldirecek, hayvan kemikleriyle, midye, istiridye kabuklarıyla süslenecek. Bundan kuşkunuz olmasın. Günün birinde insan soyu uygarlığa doğru yeni bir kanlı yola girmeden önce giderek ilkel karanlıklara dalmaya mahkûmdur. Şimdi topraklar, bir biçimde hayatta kalmış bu kadar insan için çok geniştir. Fakat bu insanlar artacak, çoğalacak, birkaç kuşak sonra toprağı az bulacaklar ve birbirlerini öldürmeye başlayacaklar. Kötü bir işaret bu. Uğursuz bir işaret! Birkaç kuşak sonra insanlar düşmanlarının kafa derilerini soyacak, bunları süs diye bellerine sarıp taşıyacaklar. Edwin, torunlarımın içinde en merhametli, uslu ve terbiyeli olan sensin, böyle süslere özenme. Bani dinle oğlum, at şunları, at elinden.”

Bu sözler üzerine Yarık Dudak, “Anıma geveze adam!” diye homurdandı. Çocuklar üç iskeletin de dişlerini sökmüşlerdi.

Bunları aralarında paylaşmaya koyuldular. Pek ciddi davranıyorlardı. Üçünün de hareketleri kesin ve canlıydı. Ara sıra öfkeyle tartışıyorlardı. Tek heceli sözcükler, en çok da kısa cümlelerle anlaşıyorlardı. Sonra keşfettiklerinden duydukları hoşnutlukla ihtiyarın çevresinde oturdular. Dişleri havaya fırlatıp tutarak oynamaya başladılar. Onların konuşmalarının yanında, ihtiyar adamın konuşması, kitaplardan alıntılanmış saçma bir gürültü gibi kalıyordu. Çünkü, bu çocukların dünyasında sözdizimi ve anlatım gibi özellikler gereksiz fazlalıklardı.

Bir ara Yarık Dudak, “İhtiyar, bize yine kırmızı ölümden söz etsene,” dedi.

“Kızıl ölüm desenize şuna,” dedi Edwin.

“Ve şu garip dili kullanma dede,” diye ekledi Yarık Dudak. “Biraz anlayışlı ol, diğer Santa Rosalılar nasıl konuşuyorsa öyle konuş, senden başka kimse böyle konuşmuyor.”

İhtiyar adam kendisinden konuşmasını istedikleri için gururlanmış gibiydi. Boğazını temizledikten sonra söze başladı.

“Yirmi-otuz yıl kadar önceleri yaşam öykümü anlatmamı isteyenler olurdu. Bugün gençlik geçmişle gittikçe az ilgileniyqr.”

“Yine aynı terane!” diye bağırdı Yarık Dudak, “şu gülünç konuşmanı kes de bizim anlayabileceğimiz dilden anlat,”

Edwin, “Sus be, yoksa dede öfkelenir de anlatmaz, biz de bir şey öğrenemeyiz. Konuşması bizimkine benzemiyorsa bu onun suçu değil.”

“Haydi dede anlatsana,” diye yalvaran bir sesle araya girdi Hou Hou. Gerçekten ihtiyar adam bayağı öfkelenmişti. Şimdi konuyu değiştirerek şimdiki çocukların saygı eksiği ve dünyanın ilk çağlarındaki barbarlığına dönen insanlığın üzücü alınyazısı üstüne büyük bir söylev vermek istiyordu.

Öykü yeniden başladı.

“O zamanlar dünyada pek çok insan vardı. Yalnız San Francisco kentinde dört milyon insan yaşardı…”

“‘Milyon nedir?” diyerek ihtiyarın sözünü kesti Edwin.

İhtiyar ona sevecen gözlerle baktı.

“Evet, ondan sonrasını saymasını bilmezsin, bunu biliyorum. Fakat sana bir milyonun ne olduğunu anlatacağım. İki elini kaldır. İki elinde on parmak olduğunu görüyorsun. Tamam. Şimdi buradan bir kum tanesi aldım. Hou Hou, elini uzat bakayım.” Aldığı kum tanesini Hou Hou’nun avucuna koydu. “Bu kum tanesi Edwin’in on parmağının yerine geçer. Şimdi buna başka bir kum tanesi ekliyorum. İşte bir on parmak daha oldu. Bunun ardından üçüncü, dördüncü, beşinci kum tanelerini ekliyorum, onuncu kum tanesine kadar bu işlemi sürdürüyorum. Edwin’in on parmağının on katını oluşturuyoruz. Bu sayının adı, ‘yüz’dür. Şimdi bu ‘yüz’ sözcüğünü unutmayın. Şuradan çakıltaşı alıyorum, onu Yarık Dudak’ın avucuna koyuyorum. Bu da on adet kum tanesi sayılıyor. Ya da on kere on parmağı, yani yüz parmağı anlatır. Şimdi on tane çakıltaşı koyuyorum ki, bu da bin parmak demek oluyor. İşleme devam ediyorum: Bir midye kabuğu aldım, bu on çakıltaşı eder, yani yüz kum tanesi ya da bir parmak demektir.”

İhtiyar sabırla, birbiri ardından yaptığı yinelemelerle çocukların kafasında biraz olsun bir sayı anlayışı oluşturdu. Sayılar büyüyor, sayıları simgeleyen yeni nesneleri çocukların avuçlarına koyuyordu. Milyona gelince, bunu çocukların iskeletlerden söktükleri bir dişle simgeledi. Sonra dişleri bir yengecin kabuğuyla çarparak milyarı onlara anlattı. Milyardan büyük sayıları anlatmadı, çünkü dinleyicilerinin yorulduğunu sezmişti.

“Evet işte o zamanlar San Francisco’da dört milyon insan vardı. Yani dört dişin gösterdiği kadar.”

Çocukların bakışları şimdi dişlerden çakıltaşlarına, çakıl- taşlarından kum tanelerine, kum tanelerinden Edwin’in kaldırmış olduğu ellerinin parmaklarına kayıp gidiyordu. Daha sonra bu bakışlar küçükten büyüğe olmak üzere yer değiştirdi, şimdiye dek duymadıkları büyük rakamları anlamaya çalıştılar.

“Dört milyon insan çok fazla insan demektir,” dedi Edwin. “Evet oğlum, iyi anladın, şimdi kıyılardaki kum taneleriyle başka bir karşılaştırma yapabilirsin. Bu kıyıdaki kum tanelerinden her birinin bir erkek, bir kadın, bir çocuk olduğunu düşünelim! İşte o zamanlar San Francisco’da dört milyon insan yaşamaktaydı, üstünde bulunduğumuz bu koyu da kapsayan büyük bir kentti burası. İnsanlar, koyun çevresine, kentin dışındaki tepelere, vadilere kadar yayılıp yerleşmişlerdi. Kentin çevresindekilerle birlikte yedi milyon insan yaşardı bu bölgede. Yedi diş… Yani yedi dişin simgelediği kadar insan!” Bu sayıyı iyice anlayabilmek için yeniden gözlerini dişlere, çakıl taşlarına, kum tanelerine ve Edwin’in parmaklarına çevirdiler.

“Bütün dünya insan doluydu. 2010 yılındaki nüfus sayımında dünyadaki insanların sekiz milyar olduğu saptanmıştı. Sekiz milyar, yani sekiz adet yengeç kabuğu.

(…)

"

Kızıl Veba kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Kızıl Veba (1912)

Kızıl Veba

★ Çok Satan Roman
Yazar: Jack London  
İlk Basım: 1912
Yayınevi: Cem Yayınevi