Bedenimin içindeki canı gör, sadece etimi değil.
Gözlerimin içindeki hayatı gör, sadece bakışımı değil.
Hissettiklerimi gör, sadece tepkilerimi değil.
Beni gör.
Derinliğimden boğulmadan,
Sorularımda kaybolmadan,
Korkularında yok olmadan,
Gör beni.
Bir fısıltıya koydum kendimi.
Kalbine soruyorum yerimi:
Başarabilir misin beni görmeyi?
Cesaretin yeter mi?
Topla cesaretini ve gör beni.
Birileri bizden fırtına bekliyor, onlara gökkuşağı vermeye hazır mısınız?
GÖR BENİ
İki devrin hikâyesi
Cumhuriyet’ten hemen sonraki yıllar…
Selim
“Osmanlı’nın torunuyum ben!”
Vatan delirmişti.
Tıpkı bugün gibi, kıyametin kıyısındaydı dünya. İmparatorlukların öldüğü, bireyselliğin doğduğu, geçmişin geçmişe gömülürken tohum olduğu ve gömüldüğü karardıkta küflenirken kök salıp yeniden doğmanın hayallerini kurduğu aynı bugün gibi bir dündü…
Taraflar, taraftarlar günüydü.
Birilerinin cenneti kuruluyordu sanki, diğerlerininse cehennemi; birileri yeniden doğmuştu, diğerleri ölümün kıyısında tutunmaya çalışıyordu; bir taraf gülerken diğer taraf ağlıyor, bir tarafın zafer sandığını diğeri aşağılanma sayıyordu… Kutuplaşma öylesine derindeydi ki, dışarıda bırakılanlar çaresizce nefret soluyordu…
Hem kurtuluştu hem ölüm…
Ve vatan delirmişti.
Alkış sesleri kulaklarında yankılanırken kendine geldi Selim, zıtlıkların dünyasından kopardı zihnini. Kaçarcasına binanın dışına çıktı, alkış sokakta coşkuya dönüşmüştü. Merdivenleri inerken hızlandı… Ama alkıştan kaçamadı.
Yeni milli bayrağın belirlenmesini kutlayan halkın coşkusu midesini bulandırdı. “Susun!” diye haykırmak istedi ama kendisi sustu. Kabul edilmesi en zor gerçekle yüzleşmek insanı sükûnete boğardı. Bu hainler kalıp savaşmış, geri kalan asiller, vatanın gerçek sahipleri, Osmanlı’nın torunları öldürülmemek için saklanmak zorunda kalmıştı. Savaşını verdikleri o sefil zaferin bayrağını göndere çekerken nasıl da coşkuluydular, geride bıraktıkları 624 yıllık imparatorluğu nasıl da çabuk unutmaya hazırdılar! Hainler… böylesine muhteşem bir imparatorluğun bile değerini bilemeyecek kadar cahildiler.
Arabasının yanma geldiğinde, şoför tarafından kendisine açılmış kapının önünde durup göndere çekilmiş bayrağın kırmızılığına baktı. Aynı ay, aynı yıldız, aynı kırmızının içinde, aynı beyazlıkta parlarken… sanki hiçbir şey değişmemişken, aslında nasıl da her şey değişmişti… Osmanlı imparatorluğu artık Türkiye Cumhuriyeti olmuştu. Vatanı bu köksüz cahiller ele geçirmişti, vatan delirmişti!
Binmedi arka koltuğa. Eliyle yaptığı küçücük bir hareket yetti dibinde hazır olda duran şoförü kovalamasına. Yürüdü öne, şoför koltuğuna yerleşti Selim. Bu sadece bir araba bile olsa, bir şeylere yön verecek hakimiyette olduğunu hissetmek zorundaydı, yoksa ağrıyan kalbi, hissettiği bu haksızlıkla patlayacaktı. Gelecek kayıp gidiyordu sanki… üstelik hiç varmak istemediği bir yere doğru.
Kapının kenarında şaşkınca kendisine bakan şoförün varlığı, peşinden ancak yetişmiş Rıza Bey’in varlığı, kendisine dimdik bakan köşedeki yeniyetme polislerin varlığı, çılgın bir coşkuyla Türkiye’yi alkışlayan sokaktakilerin varlığı… var oluş… sanki yok oldu… Zihnine zehir gibi oturan duygudan uzaklaşırcasına, gözlerindeki fırtınanın yağmurlarını içinde tutmaya çakşırken bastı gaza Selim ve saatte 50 km hızla geçti faytonların arasından. Her sabah sulansa da öğle güneşinin ısısıyla yine toza dönüşen toprağa özgürlüğünü verircesine, tozu dumana katıp uzaklaştı belediye binasından.
Yalnızlığa kaçmak için dere yatağına inen engebeli yola saptı. Mısır tarlalarının ıssızlığına ulaşsa sanki rahatlayacaktı, daha da hızlandı, hayat sanki bir tek orada ıssızdı. Vatanı ele geçirilmiş birinin tek sığınabileceği yer ıssızlıktı.
Zihninin fırtınası soruları bir çığ gibi yığarken, direksiyona geçirdiği parmaklarını sıktı Selim. Nasıl olurdu da yüzlerce yıllık değerler birkaç yılda yıkılır ve yerlerine hain Batı nm özentiliği konmaya çalışılırdı? Ya kadınlar! Kadınlarımızın aklım karıştıran, kendilerini apaçık sunmaya teşvik eden bu kanunlar nasıl olur da kabul görürdü? Peki ya sözde devrimler! Şapka giyen, tuhaf eteklerin içine bedenlerini sıkıştıran, incecik bileklerini, bellerini erkeklerin gözlerine sunan halk kadınları… çocuklara böyle mi anne olacaklardı? Osmanlı’nın kadınları açılıp saçılacak, pazara çıkarılmış pamuk misali herkesin gözlerine mi sunulacaklardı?! Nasıl bir illetti bu Cumhuriyet!
Mısır tarlalarının engebeli toprak yoluna saptığında, dikiz aynasına kaldırdı gözlerini, arabanın gerisinde bıraktığı tozun beyaz bir bulutla arkasındaki şehri yutarcasına her şeyi kaplamasını izledi. Keşke bu bulut şehri tamamen kaplasa ve tüm bu hainliği yıkıp geçebilseydi…
Güneşe uzanırcasına büyüyen mısırların arasındaki dar toprak yolda ıssızlığa doğru ilerledi. Buradan daha önce onlarca kere atla geçmiş olsa da şimdi direksiyonun başında sanki ilk defa geçiyor gibi hissetti. Yer değildi aslında yabancı gelen, mısır tarlalarının ıssızlığında yankılanan arabanın motoru, hissettiği binbir duygunun sessiz çığlığı ile karışıyordu. Gelecek kayıp gidiyordu sanki… üstelik hiç varmak istemediği bir yere doğru.
Ama nereye gidecekti ki? Aradığı yalnızlık değil, geçmişti… insan geçmişe kaçabilir miydi?
Görmek istemiyordu hiç kimseyi! Padişahlarına sırtlarım dönen, kulluklarını, saltanata ait olduklarını unutan, geleneklerini yok sayan hainlerle dolmuştu vatan! Anadolu’nun dört bir yanından köylülerin akın akın şehre gelmeleri teşvik edilmiş, İstanbul cahiller tarafından ele geçirilmişti. Eğitimsiz, adapsız köylülerdi göç edenlerin hepsi! O adam “Köylü milletin efendisidir!” deme cüretini bile göstermişti!
Bir köylü nasıl olur da bir eğitimlinin efendisi olabilirdi! Mustafa Kemal çok tehlikeliydi! Hayal veriyordu zavallılara, topraktan başka iş tutamayan, tarlacılıktan başka bir şeyden anlamayan, sadece ekip biçmeyi bilen cahil çiftçiler kendilerini kahraman zanneder olmuşlar, devlet meseleleri konuşmaya başlamışlardı! Artık herkesin bir fikri vardı! Hadsizlik had safhadaydı.
Bu adam durdurulmalıydı! Cumhuriyet saçmalığını sokmuştu herkesin aklına! Sözde eşitlik getirmişti! Herkes nasıl eşit olsundu ki! Arka mahalleden çıkacak bir çapulcu, o adamın yasalarıyla, sanki diğerleriyle eşitlenip ülkeye başkan olabilirdi. Buna kim izin verirdi?! Mustafa Kemal’den başka bu çapulcuları kim adam yerine koyardı ki! Çılgınlıktı bu!
Köklü ailelerin soylarını, asaleti, mavi kam, saltanatı, hatta hilafeti hiçe saymaya nasıl da teşvik ediyordu herkesi! Tüm dünyaya kafa tutabileceğini sanacak kadar kendinde değildi! İşte vatan da onunla birlikte delirmişti!
O adam için ölmeye hazır binlercesine nasıl anlatılabilirdi Osmanlı’nın torunları oldukları, saltanatı korumazlarsa, padişaha kulluklarım unuturlarsa, hilafeti ellerinde tutmazlarsa tarihten silinip yok olacakları?! Hilafet sayesinde Arapların üzerindeki gücümüzü sürdürebileceğimizi, İslam dünyasını ancak bizim birleştirebileceğimizi nasıl anlatacaktık bu cahillere… hainlere?!
Sırtına istiflediği mısır koçanlarının altında iki büklüm olmuş adamın yanından tozu dumana katarak hızla geçerken adamın bir anda nasıl da durduğunu, başım kaldırıp kendisine dik dik baktığını fark etti. Bu ne hadsizlikti! Adamı geçtiğinde dikiz aynasına sıçradı öfkeli gözleri, geride kalan adam iyice doğrulmuş hâlâ dik dik bakıyordu peşinden. Bu ne cüretti! Bu çapulsuzların hepsine cesaret vermişti o adam. Eskiden, kendi zavallılıklarının ağırlığında bakışlarını bile yerden kaldıramayan bu eğitimsiz çulsuzların hepsi, şimdi inatla gözlerini dikebiliyorlardı kendilerinden soylulara, üstelik meydan okurcasına. Fakir edebiyatı yayılmıştı ülkeye! Dikiz aynasından aldı bakışını Selim ve o sırada gözleri bir an soluna kaydı, çünkü sol tarafta, mısır tarlasının gerisinde hızla hareket eden bir şey vardı.
Arabasının hızına yetişecek serdikte, hatta kendisiyle yarışırcasına koşan şey… bir at… evet bir attı.
Başını sabit tutmak için, ata bakmamak için boyun kaslarını öyle kastı ki, dört nala fırlamış o at isterse uçmaya başlasındı, bu günaha şahit olmayacaktı!.. Bakışı yine de bir an yana kaydı. Yeminle, bakmak niyetinde değildi aslında, gördüğü şeyi doğru anlayıp anlamadığım ölçmekti sadece amacı. Heyecanını bastırıp anlık bir dikkatle çevirdi başını ve odaklandı.
Olamazdı! İşte bu asla olmamalıydı!
Çünkü dört nala koşan atın üstünde, üzerindeki al çarşaf bedenine yapışmış, alevlenmişçesine dalgalanan bir kız vardı!
Kızıl bir alev gibi rüzgâra bulanmış kızın önce eli kalktı havaya… incecik bileğinin teni geceye doğan bir ay gibi kendini gösterirken bakışını çekti Selim, bu günaha bakmamalıydı…
Ama baktı.
İnsan ilk defa şahit olduğu bir şeyden merakını nasıl koparırdı?
Kız, hızla giden atın üstünde, zamanın akışını ağırlaştıran bir hareketle, anbean yavaşça bileğini başına indirdi ve başındaki örtüyü çekip çıkardı. Gözlerini çekemedi Selim, ne kalbinin coşkusunun hızım fark edebildi ne de atı dört nala koşturan bu kızın varoluşu nihayet kucakladığını anlayabildi.
Kız bir bayrak gibi havada tuttuğu örtüyü parmaklarının ucundan bıraktı… örtü uçuşurken dönüp o bir an Selime baktı… Salisenin binde biri kısalığında ama zihne kazınacak uzunlukta o bakış, sanki sonsuzluğa takılı kalmış bir andı.
Kızın bakışıyla çarpışan zihni, gaza basmasını emretti ve iyice gaza bastı Selim. Kızın o bakışının içine sineceğini, bu kızın hayatını tamamen değiştireceğini bilmeden bastı gaza ve gözünü dikti önündeki yola.
İnsan kaderden kaçabilir miydi?
Kızı geride bıraktığına emindi. Bakışını önündeki toprak yola sabitledi. Sadece kızla değil kalbi ile yarışıyordu sanki. Saatte 70 kmye çıktığında toprak yolun engebelerinde sarsılırken, derin bir nefes aldı. Sanki hâlâ havadaki hidrojeni koklayabiliyordu ve hidrojen sanki damağında yanmaya başlamış ateşin içine sızmış gibiydi. Bu kız vatanın deliliğinin en inkâr edilemez örneğiydi!
Peki ama… kimdi?
Böyle hızlı… erkek gibi ata binmeyi nerden öğrenmişti?
Kadın ata binmemeliydi! Kadın erkek değildi!
Hele örtüsü! Asla örtüler çıkmamalıydı!
Vatan delirmişti!
Gelecek kayıp gidiyordu sanki… üstelik hiç varmak istemediği bir yere doğru. İnsan geçmişe kaçabilir miydi?
Derin bir nefesle bu günahla savaşmaya yemin ettiğini hatırlattı kendine! Dişlerini sıktı, kaşları yargılamaya hazır gerilirken, başını yine ovaya çevirdi, içindeki zehri bir bakışla kıza geri verecekti… ama kız yoktu.
Neredeydi?
Geriye baktı.
Yoktu.
Hemen sonra başım çevirince gördü onu, iyice ilerlemiş, arabayı bile geçmişti?!
Yol sağa kıvrılırken aniden frene bastı ve toprak yolda kayan araç savrularak durduğunda Selim’in bakışı hâlâ uzaklaşan kızdaydı. Kızın büyük bir cüretle özgür bıraktığı saçları rüzgârda dalgalanıyordu.
Aldı izlediği şeyin günah olduğunu bağırırken, kızın bu hali sanki mucizeydi diye fısıldıyordu kalbi. Bir kadının da insan olduğunu belki de ilk defa o an fark ettiğini yıllar sonra kendine kabul edecekti. Kızın mısır tarlalarım geçip uzaklaşmasını izledi Selim… gözleri uzaklaşan atta sabitti…
Ve kız artık gitmişti… uzakta bir noktaydı… her şeyi kendine çeken bir kara delik gibi.
Kızın uzaklaşmasıyla hissettiği tuhaf duyguyu tarttı, esaretten kurtulmuş bir rahatlamaydı bu. Yokluğu, gözlerinin serbestliğini hissetmek gibiydi. Kızın tüm dikkati çeken zehirli varlığı olmadan yine özgür hissetmek istedi ama baktığı şeyin geride bıraktığı hal vardı düşüncesinin en bastırılmış köşesinde, merakının hemen kıyısında, sorulması gereken ama kaçınılan soruların toplanıp kilitlendiği yerin hemen yanında… Açılmaması gereken kapıların, girilmemesi gereken odaların, yaşanmaması gereken olayların tam ortasında… Silkelendi Selim.
Issızlık aramak için inmişti buraya ve sanki varmıştı cehennemin kıyısına. Etrafındaki bu delilikten aceleyle sıyrılmak istedi, alışkanlıklarına geri döneceği, emin olduğu yargıların sakinliğinde kararlar vereceği, siyahla beyazın uçlarında, grilere savaş açılmış hayatının konforunu özledi. Değişimden kaçan, alışkanlıklara sığman bir ihtiyaçla kendi kendine mırıldandı: “Ha gayret!..”
Vatan delirmişti… Bu kız bu deliliğin yegâne örneğiydi ve biri bu deliliği durdurmalıydı. Biri… kendisiydi.
Hanedandan geliyordu kanı, Vahdettin le arasında sadece iki soy vardı. Ailesi yüzlerce yıldır Osmanlı sarayında vezirlik yapmıştı. Şimdi o adam ve yeni kanunları yüzünden gerçek soylular ülkeye dönemezken madem o buradaydı, bir şeyler yapmalıydı! Dedesinin her Cumada mırıldandığı gibi mırıldanarak kendine hatırlattı: “Osmanh’mn torunuyum ben!”
Gerekirse cam pahasına bu mirasa sahip çıkacaktı. Bu Cumhuriyet saçmalığı son bulmalıydı! Halifeliğe sahip çıkılmalı ve o adamın inkılapları durdurulmalıydı! Yüzellilikler[1]geri dönmeliydi!
Akşamki toplantı tam zamanındaydı ama önce
zihnine sinsice sızmış bu kızın fikrinden, bu delilikten kurtulmalıydı.
[1] Kurtuluş Savaşı sırasında düşman ile işbirliği yaptığı gerekçesiyle yurttaşlıktan çıkarılarak ülkeden sürülen 150 kişi.
Gör Beni: İki Devrin Hikayesi kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.