Yanlış bir aşk, terk edilmişliğin hüznü, müziğin eşlik ettiği hayaller, parasızlıkla sarsılan hayatlar ve bitmeyen mutluluk arayışları… İlk romanı Git Kendini Çok Sevdirmeden’le büyük beğeni toplayan Tuna Kiremitçi, bu sefer bir müzisyenin dünyasını anlatıyor. Memet Olcay’ın gücünü ve zayıflığını, pazar günleri buluştuğu kızıyla yeniden keşfettiği İstanbul’u, ortadan kaybolan arkadaşını ararken bulduğu aşkı ve yaptığı o ilk besteyi… Romanın bir tarafında bütün endamıyla hayat duruyor; öteki tarafında da elinde çalgısıyla tek başına bir adam.

Git Kendini Çok Sevdirmeden

Bir hızla, yavaşlayan bir hızla toparlarsın ne varsa içinde esen fırtınanın savurduklarından. Bir an sorunudur senin için artık kalkıp gitmek, her şeye hazır olmak.
Cevat Çapan; Doğal Tarih Haliyle

Yasemin için.

1

On yedi yaşındaydım. O zamanlar da küçük odada kalıyordum.

Adım atacak fazla yerim yoktu. Gelen gidenin görmemesi gereken külüstür eşyalar, emekliye ayrıldıktan sonra hep bu odaya konurdu. Ta doğduğum evden kalma, oymalı ahşap bir yatağım vardı. Sonra ailenin daha iyi günlerinde alınmış, abartılı bir şifoniyer. Babamın üstüne titrediği siyah−beyaz televizyonu da zamanında aslanlar gibi taşımış, diğer raflarında annemin gümüş tepsilerini ve yirmi iki ciltlik Ana Britannica setini ağırlamış, şimdi benim ıvır zıvırımla tıka basa dolu bir kitaplık. Hemen yanlarında, çoktan dağılmış bir fiskos takımının yaşayan son üyesi, hüzünlü bir koltuk. Bir de yıllarca salonda caka sattıktan sonra demode olup basamakları hızla inen, fıstık yeşili perdeler.

Hepsi de, ailenin çoğunu hatırlamadığım çağlarından izler taşıyordu. Farklı zamanların, farklı umutların ve farklı takıntıların evimize taşıdığı bu eşyalar, odada gün boyu süren loşluk içinde sanki birbirleriyle konuşur, küçük tarihimizin parçalarını tamamlamaya çalışırlardı. Freddie Mercury, duvardaki posterinden onlara üzgün üzgün bakardı. Bense yanlarında varlığımdan çok daha eski bir şeylere, parlak ibrişimlerle bağlı hissederdim kendimi.

Mutlu olduğum yer, bu odaydı. Sorsanız kızlardan hiçbiri benim için “İçine kapanık” ya da “bunalım” demezdi.

Sokakta paten kayar, akşamüstleri bahçe duvarına oturup çekirdek çitler, oğlanlarla kolasına voleybol oynardım. Her anne babayı mutlu edecek kadar normaldim yani. Sadece bazen, özellikle yalnız kaldığım zamanlarda, ruhumun benden çok daha yaşlı olduğu hissine kapıldığım olurdu. Eski eşyalara tuhaf anlamlar yükleyen birisi için, herhalde bu da normal sayılırdı.

Küçük oda bence evin kalbiydi. Eğer ev bir gün ölmeye karar verirse, işe bu odadan başlayacağını düşünürdüm. Hayatımın çekirdeği bu odadaydı. Fırat’ın başıma açtığı işler olmasa, onu değil yeni bir şehre götürmek, insan içine çıkarmak bile geçmezdi aklımdan.

İkimiz de içinde midye gibi büzülüp kalacağımız yerleri bulurduk hep. Bu yüzden bu eve ilk taşındığımızda, küçük odada Fırat’ın da gözü vardı. Ama irikıyım adamlar bir sabah eski evimize girip eşyaları kolilemeye başladığında, o yoktu. Yatılı okuldaydı. Haliyle, kimin hangi odayı alacağına karışamazdı.

Üstelik koleji bitirdiği yaz eve döndüğünde, daha bir hafta önce telefonda tehdit savuran o değilmiş gibi, yenilgiyi nedense çok çabuk kabullendi. Ona yokluğunda hepimizin kullandığı, bahçeye bakan odayı hazırlamıştık. Annemin bütün kış misafir ağırlayıp zincirleme kahve falları baktığı, babamın gece el ayak çekildikten sonra oturup uzaklarda okuyan oğluna ne yazacağını düşündüğü, geniş pencereli, gömme dolaplı, büyük ama nedense çok kolay ısınan odayı.

Fırat odaya el koyunca, ilk işi duvara bir iki zavallı film afişi asmak oldu. Açılır kapanır çalışma masasının üstünü kitapla doldurdu. Bir de güç gösterisi olsun diye herhalde, taşınabilir eşyaların yerini ite kaka değiştirdi. Sonra da iri cüssesiyle o masanın başında oturdu ve elinde kalemi, evin önündeki bahçeye pencereden, uzun uzun baktı.

2

Çoğu zaman, bir zamanlar benim olan bu küçük odada uyuyorum.

Burası benim müzem. Ergenlik şeytanlarımla hep bu evde savaştım. Bizimkilerin yardımı dokunamazdı, kendi bitmeyen ergenlikleriyle meşguldü onlar. Evin duvarlarında, artık iyice yıpranmış perdelerinde, içeri dip dibe sığışmış bir iki parça külüstür eşyada yalnız benim görebildiğim izler var. Hangi izin ne anlama geldiğini ezbere biliyorum. Çünkü o izler benim.

Her gece bu solgun kırmızı lambanın ışığında, genç kızken tutulmuş bir günlüğü okur gibi bu evi okurum. Şeytanlarımı hatırlarım. Kalınlıkta Suç ve Ceza’yla rekabet edemese de, bu günlükte yirmi üç yıl öncesinin bütün korkuları, kıvranışları ve farkına yıllar sonra varılmış bazı başlangıçlar var. Odada gördüğüm her eşya, duvardaki en ufak bir çatlak, bahçedeki dut ağacının pencereye yaslanan gölgesi, bana verilmiş bir sözü, boş verilmiş bir planı ya da gençliğin insanı ta içinden kavrayan, titrek ışığını hatırlatıyor.

İnsan günlük tuttu mu belki de yıllarca ona elini sürmemeli. Üç gün sonra bakınca bizi derin utanca boğan satırlar, yirmi küsur yıl sonra gözümüze bir mucize gibi görünebiliyor. Yazının da kendine göre bir ömrü var demek ki. Eğer yaygın görüşlere biz de katılır, onun bizim elimizden çıktıktan sonra yeni bir hayata başladığına ikna olursak, serpilmesi ve yüzüne bakılır hale gelmesi için yirmi üç yıl aslında fena bir süre sayılmaz.

Mesela ilk on yıl, yazılı olanın kendi kendisini tanıdığı dönem. Harfler hem birbirleriyle, hem de üzerine yazılı oldukları defterle tanışıyor. Sesli ve sessiz harfler, sert ve yumuşak ünsüzler, şapkalılar ve çengelliler ancak kaynaşıyorlar. İkinci on yıl, kendilerini yazanın kim olduğunu unutmalarıyla geçiyor. Onun bütün korkularından, güvensizliğinden, ileride başlarına bela olabilecek bütün kalıtsal hastalıklardan bu süre içinde tek tek arınıyorlar. Günlüğün yazarı olan kişiyle hiçbir ilişkileri kalmıyor böylece. Kalsa bile, zamanla her insan gibi o da değiştiğinden, bir başkasının acılarına bakar gibi bakabiliyor artık sayfalara.

Başkalarının acılarını okumak da her zaman zevkli olduğuna göre…

Ama bir oda, bir deftere göre her bakımdan çok daha kullanışlı. Yanlış ellerde ruhumuza karşı bir silaha dönüşebilecek bir günlüğün yanında şifresini sadece bizim bildiğimiz, biz gerekli bağlantıları yapmadıkça kimsenin hiçbir şey anlamayacağı bir oda çok daha güvenli değil mi? Hangi çatlağın hangi çivi iziyle buluşması gerektiğini bizim dışımızda kim bilebilir?

Hele insan on yedi yaşındaysa, yani içinde hem henüz geçmemiş çocukluğun hem de yaklaşan yetişkinliğin gücünü aynı anda hissediyorsa, bir odayı günlüğe çevirmek için büyük bir sihre ihtiyaç duymaz herhalde.

İnsan bir eve bakıp bir şehri, iki dakika düşünüp on yedi yaşındaki o komik kızı hissedebilir mi peki? O kızın benimkine fark atan cesaretini, gücünü, sersemliğini… Böyle yapmak acılardan kurtarır mı insanı?

Kurtarmaz mı?

3

“Uyanık mısın?”

Kibar biri sayılmazdım. Hele o gece hiç değildim. Bozkır sıcağıyla ve sivrisinekleriyle savaşarak uyumaya çalıştığım bir sırada kapıyı usulca araladı, başını uzattı. Konuşacak halim yoktu hiç.

Uyumak istiyordum. Ben onu püskürtecek bir yanıt ararken odaya bütün heybetiyle girdi, yatağın ucuna oturdu.

“Rahatsız ediyor muyum?”

Dürüst olmak gerekirse, etmiyordu. Uzandım, gece lambasını yaktım. Hafif aşağıdan gelen ışık, Fırat’ın yüzünü olduğundan da hüzünlü gösterdi. Konuşmaya başlayacağına başını çevirip sanki hiç görmemiş gibi, odanın duvarlarına bakmaya başladı. Ne söyleyeceğini merak etmiyordum. Kabalık yapmak da istemiyordum ama. Hatta gelmiş olmasından bir bakıma memnun bile sayılırdım. Sesi konuşurken o kadar tekdüzeleşir ve öyle uzun cümleler kurardı ki, uykusunu getirebilirdi insanın. Onu cesaretlendirmek istedim. Hafifçe doğruldum.

“Korkarım” dedi, gözünü duvardan hiç ayırmadan, “bir kızı hamile bıraktım.”

Annemle babam bitişikteki odada uyuyordu. Biri uykusunda gürültüyle öksürdü.

“Ne?”

“Bu ay… Şey işte, âdet görmediğini söyledi. Telefonda… Galiba korkuyor.”

Bahsettiği kızı ben yalnızca telefondan tanıyordum. Sırf ses olarak. Bir kez bile görmemiştim. Merak da etmemiştim. Birkaç günde bir arayıp “Fırat evde mi?” diye soran o sesin bence hiçbir ilginç yanı yoktu. Gözlerimin önüne Fırat’ın okul fotoğraflarındaki kızları getirmeye çalıştım ama herhalde dikkatli bakmamıştım, olmadı.

“Sanıyorum çok ama çok korkuyor. Konuşurken hep ağladı… ilk sana söylüyorum.”

Beni asıl şaşırtan, gerçekten yalnız olmasıydı. Yoksa kolejdeki tiplerden birini arayabilirdi herhalde. İçlerinden hiç olmazsa biri onun en yakın arkadaşı falan olmalıydı. Sonuçta ortadaki durum beni epey aşıyordu. Yine de kafayı çalıştırıp dişe dokunur bir şey söylemek istedim.

“Peki ne yapacaksın?”

“Bilmiyorum… Aslında çok da fazla şık yok.”

“Nasıl yok?”

“Aldırmak gerekiyor.”

“Aldırmak? Kimi? Nerede?”

Durup dururken bu kadar güveniliyor olmak beni sinirlendiriyordu. Aynı iş benim başıma gelse ona söyler miydim diye düşündüm. Söylemeyeceğime kalıbımı basardım. Ama insan kimi zaman gereğinden fazla iyi niyetli davranabiliyordu. iyice doğruldum, gözlerine baktım.

“Ne yapılabilir?”

Gecenin o saatinde bize çok feci görünmeyen bir plan yaptık: bizimkilere gidip birlikte tatil yapmak istediğimizi söyleyecektik. Bize para vereceklerdi, ikimize bir haftalık bir tatil için gereken para, asıl sorunun çözülmesine yarayacaktı. Çünkü o para alınıp İstanbul’a gidilecekti.

Plan genel hatlarıyla tamamlandıktan sonra Fırat kalktı, perdeyi aralayıp sokağa baktı. Sabahın bu ilk anlatı evimize karşı apartmanların camlarından seken tuhaf, acıklı bir ışık getiriyordu. Fırat’a perdeyi aralık bırakmasını söyleyip iyi uykular diledim. Artık gerçekten uyumak istiyordum.

Uyandığımda öğleyi geçiyordu. Hiç ses yoktu. Zorlanarak kalktım. Kızlardan bir ikisini arayıp asıl konudan tabiî hiç söz etmeden, bir süre Eskişehir’de olmayacağımı söyledim.

Onlar da bana kaçırmış olacağım şeyleri anlattılar: Neslihan’ın doğum günü, okuldakilerle piknik, Barış Manço konseri…

Neslihan’ı arayıp doğum gününü önceden kutladım. Güney sahillerimizden bir isteği olup olmadığını sordum.

4

Buradayım… Eski, küçük odamdaki izleri okuyorum: insanın doğup büyüdüğü evi hayatta başına gelen her şeyin kaynağı olarak görmekten vazgeçmesi, demek ki zaman alıyor. Demek ki bir gün, yaşananlar bizi belli bir kıvama getirdiğinde, artık baba eviyle barışmak da mümkün olabiliyor. Onun hayatın bize verdiği her türlü rütbeyi bir anda elimizden alması, içine girdiğimizde üzerimize çöken o çocukluk hali, o kadar da dayanılmaz gelmiyor. Hatta içinde bizi hâlâ bekleyen şeyleri tek tek ayıklayıp, işimize yarayanlardan kendimize bir kabuk bile örüyoruz.

Çocukluk anılarından, bizi asla terk etmeyen bir kokudan, gecenin sessizliği içinde hâlâ aynı şekilde vınlayan borulardan, yaşlanmış komşu teyzelerden, onların doktor çıkmış oğullarından, genç yaşta ölmüş mahalle arkadaşlarından, sözcüklerden, söylenmeyenlerden bir kabuk.

Şimdi ben, genç kızlığının dünyasında misafir bir kadınım.

Başımdan bir hayat geçti. Yandaki odada annem uyuyor. Soluk alışını duyabiliyorum.

Onun o yatağa yatmadan önceki son kırk yılını biliyorum. Ne kadar tembel ve alıngan olduğunu biliyorum, insanın içini acıtan fedakârlıklarını, karışık iç dünyasıyla neden tek başına savaşmak zorunda kaldığını, her şeyi… Her soluğu neden aldığını biliyorum.

Saat gece yansını geçiyor. Birazdan kalkacak. “Ofisim” dediği mutfağa gidip o kaplaması lime lime olmuş masaya oturacak. Apartman boşluğuna bakan küçük mutfağındaki eski püskü şeyleri okumaya çalışacak. Belki o da kendi sessiz gençliğinden bir macera seçecek. Kayıp zamanın peşinde ben nasıl nesneleri heceleyerek koşuyorsam, koşarken de nefesimin kesileceği bir anın gelmesinden korkuyorsam, deliler gibi korkuyorsam, belki o da…

Yatmadan önce gelip kapımdan bakacak sonra. Uyuma numarası yapmıyorsam eğer, herhangi birine gayet anlamsız gelebilecek şeyler söyleyecek.

“Çok sıcak değil mi?” diyecek. Ya da “Kalkıp bir çorba içeyim dedim…”

İçimdeki kırk yıllık şifre çözücü, eğer işime de geliyorsa tabiî, anında dilimize kazandıracak bu sözleri: “Sen de uyuma. Gel, birlikte oturalım…”

5

İki vagonu bağlayan raylı kapı gürültüyle açıldı ve sıçrayarak uyandım. Yan gözle Fırat’a baktım: kulağında kulaklıklarım, tuğla gibi kalın bir kitap okuyordu.

Ankara’dan gelip Eskişehir üzerinden İstanbul’a giden Mavi Tren sıcaktı. Çok sıcaktı. Kimse kimsenin bir şeyini çalmasın diye sürekli açık tutulan ışıklar da uyumamı ayrıca zorlaştırıyordu. Hem bunu basarsam bile, en arka koltukta oturduğumuzdan, girip çıkanların kapıyı itip çekerken çıkardıkları gürültü yüzünden uyanıyordum. Rahat değildim yani. Üstelik Fırat uyumamı fırsat bilip kulaklıklarımı çalmıştı. Geri istemek gelmiyordu içimden.

Beni sıçratıp uyandıran, çocuklarıyla tuvaletten dönen, orta yaşlı bir kadındı. Onlar koridorda yerlerine ulaşmaya çalışırken, kadıncağızın hem düşmemek hem de üç dört yaşlarındaki iki kıza hâkim olmak için verdiği mücadeleyi hayranlıkla izledim, iki ufak kız… Aynı biçimde örülmüş saçlar… Etrafa şaşarak bakan boncuk boncuk siyah gözler… Yerlerine kadar yürüyüp kazasız belasız oturduklarında, nedense ben de derin bir oh çektim.

İşin buraya kadarı çok zor olmamıştı: bizimkiler uğurlamak için terminale gelmek istediklerinde Fırat onları tersleyince biraz alınmışlardı sadece. Bunu da bir süre hiç konuşmadan televizyona bakarak belli etmişlerdi. Şu hayatta birlikte bir şey yapıyor olmamız onları şaşırtıyordu. Hatta duygulanmışlardı bile. Otobüsle Kaş’a, Didim’e falan gideceğimizi söylemiştik. Çantalarımız, kuşkulanmasınlar diye yanımıza aldığımız, İstanbul’da asla işimize yaramayacak abuk sabuk şeylerle doluydu. Kalacağımız yer henüz belli değildi. Telefonu da veremezdik, daha yer ayırtmamıştık çünkü. Fırat doğal olarak gergin görünüyordu. Bense tuhaf bir biçimde, sakindim. Hatta neşeliydim bile.

On yedi yaşındaydım, İstanbul’u hayatımda ilk kez görecektim.

Oturduğum yerde doğrulup baktım: Kadın ve kızları koridorun karşı tarafında, yedi sekiz sıra önümüzdeydiler.

Görebildiğim kadarıyla, hâlâ tam yerleşememişlerdi. Kadıncağız iki yaratığı, üçünün de rahat edebileceği bir konumda tutmaya çalışıyordu. Oturdukları iki koltuğa saçılmış torbaları, bisküvi paketlerini ve pastel boyaları düzenlemeye çalıştığım, arkaları bize dönük de olsa anlayabiliyordum.

Yapacak daha iyi bir işim olmadığı için, kendimi o iki ufaklığın yerine koymaya çalıştım önce. Ama nedense bunu o kadar da ilginç bulmadım. O zaman içimden, içimin daha az tanıdığım, daha gölgeli bir yerlerinden, beni gerçekten şaşırtan başka bir şey geldi: annelerinin yerinde olduğumu düşündüm.

Kadın, çocukları yatıştırdıktan sonra, bir süre daha hareketsiz kaldı. Sonra, koynundaki canlının uyuduğundan emin olduğunda, yavaşça harekete geçti. Kızı uyandırmayacak, milimetrik hareketlerle çantasını açtı. Sigarayı, çakmağı çıkardı. Sonra yine aynı dikkatle, aydaki astronotlar gibi yavaş hareket ederek bir sigara çekti paketten, ağzına götürdü. Çakmağı, ufaklığın çenesine kadar yükselen saçlarını tehdit etmeyecek kadar yukarda tutup başını hafifçe dikleştirerek yaktı sigarasını. Tavana, sallanarak giden trenin gece boyu söndürülmeyen, kirli sarı ışıklarına bakarak ilk dumanı üfledi.

Tam o anda aklıma Fırat’ın daha yüzünü görmemiş olduğum sevgilisi geldi. Onu yola çıktığımızdan beri ilk kez düşünüyordum. Telefondaki o mıymıy, özelliksiz bulduğum sesi…

Başımı çevirdim, Fırat’a baktım: hep o sessizlik, o dalgınlık… Benim bile içimi karıncalandıran bu durumun iki parçasından biri değilmiş gibi, müzik dinleyip kitap okuyordu. Boştaki eliyle dizlerine vurarak ritim tuttuğunu gördüm. O sırada arkamdaki kapı, az öncekinden de büyük bir gürültüyle, yeniden açıldı. Eşofmanlı iki oğlan vagona sırıtarak girdi. Kapıyı kapatma zahmetine hiç katlanmadan, yine aynı sırıtkanlıkla vagonun ön tarafına yürüdüler. Uzandım, ağır kapıyı tüm gücümle çektim, kapattım. Sıcaktan ve trenin sallantısından bunalmış bir halde döndüm, Fırat’ın kolunu çekiştirdim.

“Şu kulaklığı ver artık!” dedim, neredeyse tıslayarak: “Tabiî Queen kasedini de!”

6

Uyuduğum odanın kapısı yavaşça aralanıyor. Başımı çevirmiyorum. Annemin eşikteki gölgesini ve kararsızlığını görebiliyorum ama. Sessizce bana bakıyor. Sarıldığım yorganın bin yıldır değişmemiş kokusu, yüzümü döndüğüm duvarın yer yer soyulmuş kâğıtları bana onu gösteriyor. Uyuma numarası yaptığım zamanlardaki gibi derin soluklar da almıyorum.

Belki de bu, uykunun bir başka yüzü. Soluk alıp verilmeyen, süresi uzadıkça tanıdıklaşan, hem iyi hem de kötü olan zaman. Annem kapıda duruyor. Hâlâ çok sessiz. Varlığıma inanamıyor gibi. Aramızda bir buçuk metre var. Çocukluk giysilerimi koyduğumuz dolap, gençken okuduğum kitapların durduğu raflar, yıllardır hiçbir gücün çalıştıramadığı elektrik süpürgesi hep bu bir buçuk metrenin içinde. Onun içeri doğru atacağı tek bir adım, benim yataktan çıkmak için yapacağım sıradan bir hareket bu mesafeyi yok edebilir.

Bazen yanıma gelen başkaları da oluyor. İstanbul’da bıraktığım kocamı görüyorum. Üstünde ona çok yakışan o lacivert hırka var. Çekip gittiğimden beri sanki hiç çıkarmamış. Onunla çok önemli şeyler konuşacakmışız gibi ciddi ciddi bakışırken, kapıda bu kez Emrah beliriyor.

İşte o an, sırtımda kımıldayan ışığı duyuyorum.

Bu ışıkta Emrah’ın yüzü, Fırat’ınkine her zamankinden çok benziyor. Odaya belirsiz bir pencereden akan ışık, onu bir an çevreliyor. Hiçbir gölgeye yer bırakmadan, olan gölgeleri de bir bir kovarak bedenini sarıyor.

Benim yedi yaşındaki oğlum, işte bu binlerce mumluk ışığa boğuluyor… însan etini yakmayan, çok sakin, çok da güçlü bir ışığa.

Neden sonra, artık babasını göremediğimi fark ettiğimde, ışık da baştaki gücünü kaybetmeye başlıyor. Önce odaya dağılmış giysilere, sonra da oğlumun dayısını hatırlatan yüzüne alışkın olduğumuz gölgeler bir bir geri geliyor.

Kocamı görmüyorum şimdi. Emrah ve ben yalnızız. Bana yaklaştığında, dudaklarından boynuna doğru, incecik bir ip gibi uzanan kırmızılığı görüyorum.

“Penceren kapalı mı diye baktım. Bu gece serin nedense…”

Annem yanıt beklemeden giriyor odaya. Gidip pencere açık mı diye yokluyor. Perdeleri kapatıp dikkatle düzeltiyor sonra. Onun yarattığı hız duygusuyla, farkında olmadan dalmış olduğum o yarı uyku halinden sıyrılıyorum.

“Hayrola anne, uyuyamadın mı?”

“Düzenim bozuldu yine. Öğleye kadar uyursan tabiî böyle olur Bu saatte hortlarsın.” “Çayın var mı?”

“Akşamki duruyordur. istersen kahve de var.” “Olur anne, kahve içelim…”

“Benim yüzümden ayaklanma sen de. Uykun varsa uyu.” “Sen suyu koy. Biraz oturur yatarız.”

Banyodaki aynada yüzüme bakıyorum. Yüzümde ne yılların çizdiği bir ifade, ne bir iz, ne de görmeyi beklediğim yıkıntılar var. Başına işler gelmiş bir kadının yüzü değil bu. Oysa acıyla tanışan insanların yüzünde özel anlamlar oluyor, insan bunu arkalarında yanan bir kenti bırakmış kadınların televizyondaki görüntülerinde okuyabiliyor. Tek oğlu gözlerinin önünde işkenceyle öldürülmüş bir köylü, oğlu yaşındaki habercinin gözlerine herkes gibi bakamıyor. Kim bilir, içimizdeki suçluluk yüküyle belki de biz beğeniyoruz onlara bu anlamları: sizin için bir şey yapamadık, hiç olmazsa bakışlarınız önünde eğilelim.

Kendisini acımdan sorumlu gören bir başkası da benim yüzümde, bakışlarıma bilgelik katan bir ifade yakalayabilir belki. Ama kimdir o? Hali benden de kötü olan kocam mı? Okul servisinin zavallı şoförü mü? Kim?

Salonda, eski bir Yeşilçam filmine açılan televizyonun sesini duyuyorum. Annem içerden seslenerek, kahvelerin hazır olduğunu söylüyor.


Merhaba bu sayfayı daha önce ziyaret ettiğin için bu kitabı okumuş olabileceğini düşündük. Dilerseniz yeni kitaplara göz atabilir ya da rastgele bir kitap seçebilirsin. Aşağıdaki kutucuğu kullanarak hızlı bir arama da yapabilirsin.


"

Git Kendini Çok Sevdirmeden kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Git Kendini Çok Sevdirmeden