Zaman, yaşamın kendisidir. Ve yaşamın yeri yürektir.

Momo, büyük bir kentin tiyatro harabelerinde yaşayan küçük bir kızdır. Buldukları ya da kendisine hediye edilenler dışında hiçbir şeyi yoktur. Ancak olağanüstü bir yeteneği vardır: Momo, muhteşem bir dinleyicidir ve bunun için oldukça bol zamanı vardır.

Bir gün hayaletimsi topluluk “duman adamlar” ortaya çıkar. İnce hesaplı planlar kurup insanların zamanını çalarlar. Onları durduracak tek kişiyse Momo’dur.

Momo elinde bir çiçek, koltuğunun altında bir kaplumbağa ve gizemli Hora Usta’nın da yardımıyla koskoca duman adamlar ordusunun karşısında tek başına durur. Acaba Momo, zamanı çalan adamları tek başına alt edebilecek midir?

Toplumumuz ve günümüz insanının zaman algısı ve zamanı okuması üzerine bir masal olan Momo’yla Michael Ende, Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü’ne layık görülmüştür. Pek çok kez sinemaya uyarlanan Momo, kırktan fazla dile çevrilmiş, tüm dünyada 7 milyonun üzerinde satılmıştır.

“Michael Ende’nin romanları uzun yıllardır ‘kült kitaplar’ arasında.”

  • Stuttgarter Zeitung

“Momo, hem çocuklar hem de yetişkinler için bir masal niteliğinde.”

  • Die Welt

“Michael Ende’nin hayal gücü ve fantazyalarla dolu bu masal-romanı dünya çapında bir başarıya ulaştı ve klasikleşti.”

  • Buch aktuell

Modern zamanların insanlarının yamalı zamanları var, yırtık pırtık ve her geçen gün kaynar suda yıkanmış yün gibi çekiyor, kısalıyor. Çünkü insan kıymetli değil. Kimsenin içinin kimsesi kalmamış gibi. Oysaki bir minicik zamanı ayırıp sadece dinlemek bile bereketi hareketlendirir. Çünkü öyle kodlanmış varlık. Bu böyledir. Momo şimdiki zamanların insanları için pek çok şey yapıyor. Tüm kalbiyle sadece dinliyor ve düğümleri çözülüyor.

Herkes ve her şey birbirine çok yabancı ve devasa uçurumlar açılıyor gittikçe. Oysaki bereket var insanın içine harcanan her şeyde. Birilerinin kalbine uzanan o ince yolda yürürken, ve içlerine çiçekler doldururken zaman o kadar o kadar çok büyüyebiliyor ki fazlasıyla yetebiliyor her şeylere. Zamanı dikkatli kullanmayı pek tabi öğretmiyor bu kitap. Gri adamlar onlar. Zamanı dikkatli kullanmaları gerektiğini söyleyip, insanın içi için kıymetli tüm zamanlarını çalışma zamanlarına aktarmayı ve böylece zaman kazanmayı öğreten, ömür uzatıcı gri adamlar.

Momo, yaklaşık otuz dile çevrilen, dünyanın pek çok yerinde okunan bir kitap. Yazar kitabın başında, “Momo ya da zaman hırsızlarının ve çalınmış zamanı insanlara geri getiren çocuğun tuhaf öyküsü” diye nitelemiş kitabı. Momo, bakıldığında yaşının sekiz mi, yoksa on iki mi olduğuna kimsenin karar veremediği, kıvırcık saçlı, siyah, iri gözlü küçük bir kız çocuğu. Kitap onun öyküsünü anlatılıyor. Öykü yeri belli olmayan bir hayal ülkesinde ve belirsiz bir zamanda geçiyor. Ama bu öyküde ne prensler, ne büyücüler, ne de periler var. Öyküdeki hiçbir şey günümüz dünyasındakilerden farklı değil. Bizim gibi yaşayan insanlar, bizimkiler gibi kentler anlatılıyor. Öyküyü okurken insan ilişkilerinin nasıl donuklaştığını görünmektedir. Yani insanların sevgi, dostluk ve arkadaşlık gibi değerlerden nasıl yoksun kaldığını. Aslında bunlar hem bizi hem de gelecek zamanların insanlarını bekleyen sorunlar. Üstelik öyle ders verircesine değil, bir masal akıcılığı içinde, etkileyici ve sürükleyici bir üslupla anlatılıyorlar. Momo, altıncı sınıf ve sonrasında okuyan arkadaşlarımızın oldukça keyif alabilecekleri bir kitap ama dünyada olup biten ve doğalmış gibi görünen olaylara hayret etmeyi unutmamış her yaştan okuru da aynı derecede etkileyecek bir kitap.

Kabalcı yayınları tarafından basılan kitap, 2017 yılında Pegasus yayınları tarafından tekrardan basılmıştır.


Momo

ALMAN GENÇLİK KİTAP ÖDÜLÜ

Avrupa Gençlik Kitap Ödülü Şeref Listesi “Momo” için üç plak ya da kaset yapılmıştır. “Momo” aşağıdaki dillere çevrilmiştir: Afrikaaner, Bulgarca, Danimarkaca, İngilizce (tüm dünyada yayın hakkı), Fince, Fransızca, İbranice, Hollandaca, İzlandaca, İtalyanca, Japonca, Korece, Lehçe, Lit- vanyaca, Norveççe, Portekizce, Romence, Rusça, İsveççe, Sırp- Hırvatça, Slovakça, İspanyolca (İspanya ve Arjantin’de), Çekçe.

Karanlıkta ışığın parlıyor.

Nereden geliyor, bilmiyorum.

Çok yakındaymış gibi görünüyor, oysa o kadar uzak ki.

Bilmiyorum, adın ne.

Ne olursan ol;

Parla, parla küçük yıldız!

(Eski bir İrlanda çocuk şarkısından)

BİRİNCİ KISIM – MOMO VE ARKADAŞLARI

Momo ya da

zaman hırsızlarının ve

çalınmış zamanı insanlara geri getiren

çocuğun tuhaf öyküsü

BİRİNCİ BÖLÜM -BÜYÜK BİR KENT VE KÜÇÜK BİR KIZ

İnsanların bugünkünden bambaşka dillerde konuştuğu çok çok eski zamanlarda sıcak ülkelerde kocaman, görkemli kentler vardı. Bu kentlerde kralların, imparatorların sarayları yükselir; geniş caddelere daracık sokaklar açılır, altın yaldızlı mermer heykellerle süslü tapınaklar göz kamaştırırdı. Buralara başka yerlerden gelmiş çeşitli eşyaların alınıp satıldığı rengârenk pazar yerleri kurulur ve insanlar büyük, geniş alanlarda öbek öbek toplanarak günün önemli olaylarını aralarında görüşüp, tartışırlar ya da birileri konuşur, öbürleri dinlerdi. En önemlisi de oralarda büyük tiyatrolar vardı.

Bugün bildiğimiz sirkler nasılsa, aynen öyle, ama yalnızca taş bloklardan yapılmıştı, dev bir huni gibi sıraları basamak basamak üst üste dizilmişti… Yukardan bakıldığında bazıları çember gibi yuvarlak, bazıları yumurta biçiminde, bazıları da yarım daire görünümündeydiler. Amfiteatr denirdi bunlara.

Bir futbol stadyumu kadar büyük olanları da vardı, sadece birkaç yüz seyirciyi alacak kadar olanları da… Bazısı heykeller ve sütunlarla süslenmişti, bazısı da sade ve süssüzdü… Üstlerinde dam bulunmadığı için gösteriler açık havada yapılırdı. Bu yüzden tiyatrolarda güneşten ve yağmurdan korumak için sıraların üstlerine simlerle işlenmiş halılar tente gibi gerilirdi. Basit tiyatrolarda ise aynı işi saz ve samandan örülmüş hasırlar görürdü. Sözün kısası tiyatrolar insanların gücüne göre yapılmıştı. Ancak bütün insanlar tiyatro istiyorlardı; çünkü hepsi tutkulu birer seyirci ve dinleyiciydi. Seyirciler, heyecanlı olsun, komik olsun, sahnedekileri kendi günlük hayatlarından gizemli bir biçimde daha gerçekmiş gibi görüyorlardı. Başka gerçeği izlemeyi seviyorlardı.

O günlerden bu günlere binlerce yıl geçti. O çağlamı büyük kentleri göçüp gitti, o görkemli saraylar ve tapınaklar da yıkılıp, çöktüler. Yağmurlar rüzgârlar bir yandan, sıcak soğuk öte yandan taşları oyup aşındırdıkça, o kocaman tiyatrolardan geriye bugün sadece birer yıkıntı kaldı. Delik deşik taşların arasında şimdi, sanki toprak uykusunda soluk alıyormuş duygusu veren, cırcırböceklerinin o tekdüze vızıltısından başka ses yok.

Ne var ki, o günün büyük kentlerinden bazıları günümüze dek büyük kent olarak kaldılar. İçlerindeki yaşam biçimi değişti elbette… Şimdi insanlar otomobil, otobüs gibi araçlarla dolaşıyor, telefonla konuşup elektrikle aydınlanıyorlar. Ama kentin şurasında burasında bir iki eski sütuna, dikilitaşa, bir kemer veya kapıya, hatta o günlerden arta kalmış bir amfiteatra bile rastlanabiliyor…

Ve… İşte bizim Momo’nun başından geçen olaylar böyle bir kentte yaşandı.

Bu büyük kentin güney kıyısında, tarlaların başladığı evlerin ve kulübelerin giderek yoksullaştığı yerde kent, bir çam ormancığında gizlenmiş, küçük bir amfiteatr kalıntısı vardı. O eski çağlarda da pek öyle, görkemli olmadığı belliydi, daha o günlerde fakir insanların tiyatrosuydu denebilir. Momo’nun öyküsünün başladığı günlerde bu yıkıntı hemen hemen unutulmuş gibiydi. Birkaç ortaçağ profesörü bu yıkıntıyla ilgilenmişse de uğraşmaya değer bir şey bulamayıp vazgeçmişlerdi. Büyük şehirde bulunan diğerleri ile kıyaslanınca görülmeye değer bir yanı da yoktu. Ara sıra yolunu şaşırmış birkaç turist, otlarla kaplanmış taş basamakların en üstüne kadar tırmanıp biraz gürültü eder, birkaç hatıra fotoğrafı çeker, sonra çekip giderdi. O zaman bu taş yuvarlağı eski sessizliğine bürünür ve cırcırböcekleri tekdüze vızıltılarına bıraktıkları yerden devam ederlerdi. Bu garip yusyuvarlak taş yığını en iyi tanıyanlar yakın çevrede yaşayan insanlardı yalnızca. Orada keçilerini otlatırlar, ortadaki yuvarlak alanda çocuklar top oynar, bazen de sevdalı çiftler akşamları orada buluşurlardı.

Günlerden bir gün çevre halkı arasında, bu taş kalıntısına son zamanlarda birinin yerleştiği söylentisi yayıldı. Bir çocukmuş, galiba bir küçük kız çocuğu… Fakat biraz garip giyindiği için kimse emin olamıyormuş… Adı da Momo’muymuş neymiş…

Momo’nun dış görünüşü gerçekten biraz garipti, hatta temiz pak insanlar için biraz korkunçtu bile denebilir. Ufak tefek, cılız yapısı ile yaşının sekiz mi yoksa on iki mi olduğuna kimse karar veremezdi. Ne tarak, ne de makas görmüş hissini veren, siyah, kıvırcık saçları vardı. Gözleri iri, simsiyah ve çok güzeldi. Ayaklan, hep çıplak gezdiği için kapkara olmuştu. Yalnızca kışın, o da biri başka biri başka ve ayağına büyük gelen ayakkabılar giyerdi. Çünkü Momo’nun orada burada bulduğu veya birilerinin verdiği eşyadan başka bir şeysi yoktu.

Üzerine rengârenk yamalı ve topuklarına kadar uzanan bir etek geçirmiş, sırtındaki bol ve eski erkek ceketinin uzun gelen kol uçlarını tersine kıvırmıştı. Çünkü kendisinin büyüyeceğini düşünerek onları kesip kısaltmamıştı. Hem canım, bir daha böyle bir sürü cebi olan kullanışlı bir ceket bulabilecek miydi bakalım?

Tiyatro yıkıntısının tam sahne altına gelen yerinde dış duvarlarda bulunan bir delikten girilen birkaç yarıyıkık oda vardı. Momo buraya yerleşmişti. Bir öğle üzeri çevreden birkaç kadın ve erkek gelip Momo’ya sorular sordular. Momo, kendisini oradan kovarlar korkusu ile onlara öylece durup baktı. Ama az sonra bunların iyi niyetli, dost insanlar olduğunu anladı. Onlar da fakirdiler ve yaşamı iyi biliyorlardı. Adamlardan biri, “Ya, demek burası hoşuna gitti?” diye sordu. Momo, “Evet” dedi.

“Burada mı yerleşmek istiyorsun?”

“Evet öyle.”

“Seni bir bekleyenin yok mu?”

“Hayır.”

“Yani evine dönmeyecek misin?”

“Benim evim burası.”

“Buraya nerden geldin?”

Momo eliyle uzaklardan anlamına gelen bir işaret yaptı. Adam tekrar sordu:

“Annen baban kim senin?”

Çocuk ordakilerin yüzlerine baktıktan sonra bilmem anlamında omuzlarını silkti.

İnsancıklar birbirlerine bakıp iç çektiler. Adam tekrar konuştu: “Sakın korkma, seni kovmayız. Sana yardım ederiz.”

Momo pek emin değildi ama başını salladı.

“Adın Momo’ydu değil mi?”

“Evet.”

“Güzel bir ad. Ama ben şimdiye kadar hiç duymadım. Sana bu adı kim taktı?”

“Ben, kendim.”

“Sen kendin mi taktın?”

“Evet…”

“Ne zaman doğdun?”

Momo biraz düşündü, sonra dedi ki:

“Hatırladığım kadarıyla hep varım.”

“Peki senin hiç teyzen, amcan, dayın, büyükannen, yani yanlarına gideceğin bir akraban yok mu?”

Momo, adamın yüzüne bakarak bir süre sustu. Sonra mırıldandı. “Benim evim burası.”

“Tamam” dedi adam, “ama sen daha çocuksun. Kaç yaşındasın bakayım?”

“Yüz” dedi Momo, çekinerek.

Herkes bunu şaka zannederek güldü.

“Şimdi doğru söyle kaç yaşındasın?”

“Yüz iki” dedi Momo, bu defa daha düşünceli bir tavırla.

Bir süre sonra Momo’nun sayılar hakkında hiçbir bilgisi olmadığı, sadece ağızdan kapma birkaç sayının ötesinde hiçbir şey bilmediği anlaşıldı.

Adam, diğerleri ile biraz konuştuktan sonra Momo’ya döndü ve:

“Dinle” dedi. “Burada bulunduğunu polise bildirsek de, seni bir yuvaya yerleştirseler iyi olmaz mı? Orda yatacak yerin, yemeğin olur. Okuma, yazma, hesap öğrenirsin. Ne dersin?”

Momo, adama korku ile baktı:

“Hayır, oraya gitmek istemem. Orayı biliyorum. Başka çocuklar da vardı orada. Pencerelerde hep demirler vardı. Her gün dayak. Hem de haksız yere… Ben geceleyin duvardan atlayıp kaçtım. Oraya bir daha gitmek istemiyorum.”

Yaşlı bir adam “Anlıyorum” diye başını salladı. Diğerleri de aynı şeyi yaptılar.

“Pekâlâ” dedi kadının biri; “ama sen daha küçüksün. Birinin sana bakması gerekir.”

“Ben kendime bakarım” dedi Momo.

“Yapabilecek misin?” diye sordu kadın.

Momo bir süre sustu, sonra yavaşça:

“Fazla bir şey istemem ki!” dedi.

İnsancıklar gene başlarını sıkıntıyla sallayıp içlerini çektiler.

İlk konuşan adam tekrar söze başladı: “Bak Momo, içimizden biri seni yanına alabilir. Gerçi hepimizin yeri dar ve bakılacak bir sürü çocuğu var, ama bir kişi fazla olmuş fark etmez pek. Buna ne dersin, ha?”

“Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim” dedi Momo, ilk defa biraz yüzü gülerek. “Ama beni burada bıraksanız olmaz mı?”

Etrafındakiler uzun uzun düşünüp taşındılar, sonunda bir karara vardılar. Çocuk pekâlâ, burada da herhangi birinin yanında olduğu kadar rahat olabilirdi. Üstelik onunla hepsinin birden ilgilenmesi, kızın tek bir kişinin üstüne kalmasından daha iyi olacaktı. Hemen işe başladılar, önce Momo’nun oturduğu yarısı yıkık taş odacığı ellerinden geldiği kadar düzeltip, onardılar. İçlerinden duvarcı olan birisi, odanın içinde küçük bir de ocak yaptı. Paslı bir soba borusu da bulununca ocak tamamlanmıştı. Yaşlı bir marangoz birkaç eski sandık parçasından bir masa ile iki sandalye yapıp çakıverdi. Ve sonunda kadınlar da çubuklarla tutturulmuş bir demir karyola ile az yıpranmış bir yatak ve iki yorgan getirdiler. Eski yıkıntının sahne altına rastlayan bu taş kovukçuk, artık küçük ve rahat bir odacığa dönüşmüştü. Aynı zamanda sanatçı bir ruha sahip olan duvarcı ustası sonunda duvarın birini güzel bir çiçek resmiyle süsledi. Hatta resmin çerçevesini ve asılı olduğu çiviyi bile çizerek tamamladı.

Ve sonra da bu insanların çocukları geldiler ve yemeklerinden artırabildikleri ne varsa; biri bir parça peynir, öteki bir parça ekmek, diğeri biraz meyve ve öbürleri de başka şeyler getirdiler. Bu çocukların sayısı çok fazla olduğundan o akşam ortaya öyle çok şey birikti ki, amfiteatrın ortasında Momo’nun oraya yerleşmesi şerefine adeta küçük bir şölen verildi. Bu yalnızca yoksul insanlara has candan ve gönülden bir şölen oldu. İşte küçük Momo ve çevre halkı arasındaki dostluk böyle başladı.

İKİNCİ BÖLÜM – OLAĞANÜSTÜ BİR ÖZELLİK VE SIRADAN BİR TARTIŞMA

Artık Momo’nun keyfine diyecek yoktu. Hemen hemen her zaman insanların ayırabildiği kadar, yiyecek bir şeyler buluyordu; kimi zaman çok, kimi zaman az… Başının üzerinde bir damı, yatacak bir yeri, hava soğuduğunda yakacağı bir ocağı vardı. Ve… en önemlisi, bir sürü iyi dostları vardı.

Gerçekten Momo’nun böyle iyi yürekli insanlarla karşılaşmış olması büyük bir şanstı; o da bunun farkındaydı. Ama kısa zamanda o insanların da şanssız olmadığı anlaşıldı. Momo onlar için vazgeçilmez biri olmuş ve daha önce onsuz nasıl yaşadıklarına şaşmaya başlamışlardı. Günler geçtikçe ona öylesine çok gereksinim duymaya başladılar ki, günün birinde oradan gidiverecek diye korkar oldular.

Momo’nun misafirleri hiç eksik olmuyordu. Yanında hep bir şeyler anlatmaya gelmiş birisi vardı. Gelemeyenler ve onu görmek isteyenler de haber yollayıp çağırtırlardı. Onunla konuşmak gereğini duymamış biri çıkarsa, diğerleri ona, “Sen Momo’ya bir uğra” diyorlardı. Bu cümle zamanla yakın çevredeki insanlar arasında bir deyim olup çıktı. Tıpkı “Her şey gönlünüzce olsun!”, “Allah bilir!” der gibi, fırsat düştükçe birbirlerine “Sen Momo’ya git!” deyiveriyorlardı.

Peki ama neden? Momo herkese akıl verecek kadar zeki bir kız mıydı? Teselliye gereksinimi olanları yatıştıracak sözler mi buluyordu? Bilgece kararlar mı verebiliyordu?

Hayır, Momo da diğer çocuklar gibi böyle şeyler yapamazdı.

Öyleyse Momo, insanları neşelendirip, eğlendirecek şeyler mi biliyordu? Örneğin sesi güzeldi de şarkı mı söylerdi, çalgı mı çalardı? Ya da oturduğu yer bir sirk alanına benzediğine göre dans edip, cambazlık mı yapardı?

Hayır, hiçbiri değildi.

Yoksa büyücülüğü mü vardı? İnsanların dertlerini, sıkıntılarını giderecek bir büyülü ulu söz mü biliyordu? El falına bakıp da, geleceği mi okuyabiliyordu?

Bunların hiçbirini yapmıyordu.

Momo’nun hiç kimsenin yapamayacağı biçimde başardığı şey, dinlemekti.

Belki şimdi pek çok kimse, bu da bir şey mi, herkes dinlemesini bilir diyecektir.

Oysa hiç de öyle değil. Çok az kimse gerçekten iyi bir dinleyicidir. Dinlemek konusunda Momo’nun eşi örneği yoktu. Momo, karşısındakileri, aptal insanların bile aklına parlak düşünceler getirtecek şekilde dinlerdi. Bunun için uyarıcı şeyler söylemez veya bazı sorular sormazdı, aksine sessizce oturur ve anlatılanları pür dikkat, canı gönülden dinlerdi. Karşısındakine iri, simsiyah gözlerini açarak bakar ve o kimse, kendisinin bile o ana kadar fark etmediği gizli kalmış düşüncelerini rahatça açıkladığını hayretle görürdü. Şaşkın, kararsız kimseler bile ona dertlerini anlatırken, birdenbire ne yapmak istediklerini bulurlardı. Ya da çekingen yaratılıştı biri, birdenbire kendini rahat ve konuşkan hissederdi. Mutsuzlar, dertliler onun karşısından ferahlamış, rahatlamış olarak ayrılırlardı. Hatta kendi yaşamını gereksiz, anlamsız bularak, kendisinin her an yeri doldurulabilecek önemsiz bir kişi olduğuna inanan biri bile, bütün bunları Momo’ya anlattığında, nasıldır bilinmez, konuşmasını bitirmeden söylediklerinin gerçek olmadığını, insanlar arasında onun da bir yeri olduğunu ve dünyada kendisinin de bir önemi bulunduğunu kavrardı.

Yaa… İşte Momo böyle usta bir dinleyici idi.

Günün birinde tiyatroya, komşu oldukları halde birbirleriyle ölesiye kavgalı ve dargın iki adam geldi. Komşularının dargın ve düşman yaşamasını istemeyenler onları Momo’ya gitmek için kandırmışlardı. Adamlar önce biraz diretmişler, sonra istemeye istemeye razı olmuşlardı.

Tiyatronun taş basamaklarında şimdi biri bir tarafta, öteki karşı tarafta oturmuşlar, kara kara düşünüyorlardı.

Birisi, Momo’nun odasına ocağı ve duvardaki çiçek resmini yapan duvarcı ustasıydı: İriyarı, kıvrık siyah bıyıklı Nikola. Öteki, Nino, biraz cılız yapılı, yorgun tavırlıydı. Kentin kıyısında bir meyhanenin sahibiydi. Müşterileri, bütün bir akşam bir tek kadeh şarabın başında oturup eski anılarını anlatan yaşlı kişilerdi. Nino’nun karısı da Momo’nun dostu idi. Ona sık sık yiyecek bir şeyler getirirdi. Momo, adamların bozuştuğunu anlayınca, önce hangisinin yanına gitsin diye karar veremedi. Ne onu, ne öbürünü kırmak istemediği için sahnenin önündeki taş basamaklara, ikisinden aynı uzaklıkta bir yere oturdu ve olacakları beklemeye başladı. Bir ona, bir ötekine bakıyordu. Bazı şeyler zaman ister… Eh, Momo’nun da zamandan bol bir şeyi yoktu.

Uzunca bir süre öylece oturduktan sonra, Nikola ayağa fırladı ve “Ben gidiyorum” dedi. “Buraya gelmekle iyi niyetimi gösterdim. Ama, bak işte Momo, o susup duruyor. Daha fazla ne bekleyeceğim?” Ve gitmeye davrandı.

Nino hemen, “Evet, kaç bakalım sen!” diye bağırdı peşinden. “Gelmene gerek yoktu zaten, ben bir dolandırıcıyla barışamam.”

Nikola döndü, “Kimmiş dolandırıcı?” diye yürüdü: “Bir daha söyle bakayım!” Yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu.

Nino, “Kaç kere istersen!” diye bağırdı. “Kaba gücüne güvenip, kimsenin senin yüzüne karşı gerçeği söylemeye cesaret edemeyeceğini mi sanıyorsun? Ama ben söylerim! Sana da, herkese de! Haydi gel, ne duruyorsun? Daha önce yapmak istediğin gibi öldür beni!”


Merhaba bu sayfayı daha önce ziyaret ettiğin için bu kitabı okumuş olabileceğini düşündük. Dilerseniz yeni kitaplara göz atabilir ya da rastgele bir kitap seçebilirsin. Aşağıdaki kutucuğu kullanarak hızlı bir arama da yapabilirsin.


"

Momo kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?