Beyaz Diş, doğa, hayvan ve insan üzerine yazılmış bir eserdir. Tek Göz adlı bir köpekle, Dişi Kurt Kische’nin melez yavrusu olarak bir mağarada doğan ve babası bir vaşak tarafından öldürülen Beyaz Diş’in dünyasında sessizlik her yanı sarsa da, bu uzak yabani topraklarda yaşam direnmektedir.

Beyaz Diş’i, önce onu bulan ve adını veren Kızılderili Gri Kunduz, daha sonra Güzel Smith ve en son da W. Scott sahiplenir. Annesini de Üç Kartal alınca yalnız kalan Beyaz Diş, insanlarla ilişkisinde, doğasının yarısı olan asi kurt yanı ile diğer yarısı olan itaatkar köpek yanı uzlaşmaz iki kutup gibi çatışma ve gerilim üretmektedir.

Kitap Hakkında

Beyaz Diş veya orijinal adıyla White Fang, (1909) Jack London’un bir romanıdır. Roman ilk kez seri halinde, 1906 mayısından, ekimine kadar The Outing Magazine adlı dergide yayınlanmıştır. Kitap birçok dile çevrilmiş ve birçok yayınevi tarafından yayımlanmıştır. Kitaptaki yerler Rusya, Kanada ve Amerika’da bulunmaktadır. Diğer kardeşlerinden farklı olarak gri doğan bir kurt yavrusunun hikayesi anlatılmaktadır.


Beyaz Diş

BİRİNCİ BÖLÜM

AV PEŞİNDE

Donmuş ırmağın iki yakası karanlık ladin ağaçlarıyla kaplıydı. Rüzgar dalların üzerindeki kar örtüsünü az önce sıyırmıştı, gitgide silinen gün ışığı altında ağaçlar kopkoyu, korkunç karaltılar halinde birbirlerinin üzerine doğru abanıyorlarmış gibi görünüyordu. Cansız, kımıltısız, acı bile duyulamayacak kadar ıssız ve soğuk olan bu yabani ülke üzerine ağır bir sessizlik çökmüştü. Gizliden gizliye acı acı çınlayan bir kahkaha gizliydi sanki; tüm acılardan daha korkunç, buz gibi soğuk, bir Sfenks gülümseyişi kadar donuk, zorunluluk kadar tutkulu bir kahkaha! Acımasız, uçsuz bucaksız bir sonsuzluk, yaşamla ve yaşama çabasının gereksizliğiyle alay ediyor gibiydi sanki. Kuzeyin o saf, o durdurak tanımayan buz gibi vahşetiydi bu. Ama yine de bir yaşam vardı bu yabancı topraklarda, hem de öyle kolay kolay pes etmeyen direngen bir yaşam! Çünkü kurda benzer bir köpek sürüşü donmuş ırmak yatağı boyunca güç bela ilerlemeye çalışıyordu.

Hayvanların sık tüylü postları buz tutmuştu. Ağızlarından yoğun bir buhar demeti çıkıyor, soluklarının havaya karışmasıyla incecik buz taneciklerine dönüşüp tüylerine yapışması bir oluyordu. Kayışlarla bağlı oldukları bir kızağa koşulmuşlardı. Kızak gövdesi sağlam ağaç kabuklarından yapılmıştı, karların üzerinde ayakları olmaksızın kayıyordu. Kızağın ucu önünde dalga dalga yayılan yoğun kar yığınlarını kenarlara doğru savurup dağıtacak biçimde yukarıya kalkık olarak yapılmıştı.

Kızakta ince uzun bir tabut vardı; ayrıca battaniyeler, bir balta, bir kahvedenlik ve bir de tava bulunuyordu. Uzun tabutun kapladığı yer hayli fazlaydı. Köpeklerin önü sıra bir adam ilerliyordu, kızağın ardında ikinci bir adam daha vardı. Her ikisi de geniş kar ayakkabıları giymişlerdi. Gerçi kızaktaki tabutta başka bir adam daha vardı ya, onun çilesi çoktan sona ermiş, dünyadan elini eteğini çekmişti artık. Yabani kuzey ülkesinin soğuğu karşısında yenik düşmüştü. Bir daha kımıldayamayacak durumdaydı, sıfırı tüketmiş halde kıpırdamaksızın kalıp gibi yatıyordu öylece. Hareketi sevmezdi çünkü soğuk. Yaşam demek hakaret demektir ona göre, yaşam harekettir çünkü. Oysaki soğuk, hareketin her türlüsünü kötürümleştirmeye kararlıdır. Sular denize dökülmesin diye ırmakları dondurur, ağaçların taa iliğine kemiğine işler, özsuyunu dondurup kurutur. Ama asıl insanoğluna düşmandır o; çünkü insan, yaratıkların en devingenidir, durağanlığa karşı sürekli bir başkaldırma içindedir ve işte bu nedenledir ki soğuğun özellikle yere sermeye can attığı bir yaratıktır. Hala canlı kalmayı başarabilmiş olan iki adam, biri kızağın önünde, öbürü ise arkasında, yılmadan, umutsuzluğa düşmeden yollarına devam etmekten geri durmuyorlardı. Kalın kürklere, yumuşacık derilere sarılmışlardı. Kirpiklerini, yanaklarını ve dudaklarını donmuş soluklarıyla püskürttükleri buz zerrecikleri kaplamıştı. Öyle ki, suratları suratlıktan çıkmış, yüz çizgileri iyiden iyiye belirsizleşmişti. Bu görünümleriyle korkunç maskeler takmış birer mezarcı, düşler evrenine ölülerini gömmeye giden ürkünç umacıları andırıyorlardı. Gelgelelim ikisi de insandı işte. Bu hiçlik ıssızlık ve tehlike evreninden geçerek, kendilerine uzayın boşlukları kadar uzak, yabancı ve ölü gibi görünen dünyaya kafa tutan ufacık birer serüvenciydiler. Hiç konuşmadan ilerliyorlardı, çünkü hareket etmek için gerekli olan gücü yitirmemek, bu nedenle de boşuna nefes tüketmemek zorundaydılar. Çevrelerini saran ağır sessizlik, tıpkı deniz dibindeki dalgıcın üzerine basınç yapan su kütlesi gibi, ruhlarını eziyordu. Bu sessizlik, uçsuz bucaksız sonsuzluğun ve kaçınılmaz zorunluluğun olanca ağırlığıyla üzerlerine yükleniyor; ruhlarını taa derinden kavrayarak benliklerine işliyor; dünya nimetlerine olan aşırı tutkularını, gelip geçici coşkularını, uçarı heveslerini! ezerek son damlasına kadar posasını çıkarıyor; büyük ve yenilmez doğa güçlerinin parmağında oynattığı, zavallı akılları ve yetersiz bilgileriyle onları ufacık birer güneş lekesine döndürüyordu. Bir iki saat geçti… Pek kısa süren günün can çekişen ışıkları silinmeye yüz tutarken, uzaklardan hafif bir çığlık yükseldi. Bir anda havaya dağılıp yankılandıktan sonra yavaş yavaş eriyip söndü. Eğer bu acılı çığlıkta bir vahşet ve açlık havası bulunmasaydı, yitik bir ruhun iniltili yakarışı sanılabilirdi. Öndeki adam başını arkaya çevirdi, arkadaşıyla göz göze geldi, ince uzun tabutun üzerinden anlamlı anlamlı kafa salladılar birbirlerine. Çok geçmeden sessizliği bir bıçak gibi yırtan ikinci bir uluma daha işitildi. Adamlar bu seslerin daha demin arkalarında bıraktıkları kar çölünden kopup geldiğim anlamışlardı. Derken, aynı yönden bir üçüncü uluma daha yükseldi, ikincisine verilen bir yanıltı sanki bu ve onun azıcık solundan gelmişti. Öndeki adam:

“Peşimize takıldılar, Bill,” dedi.

Sesinin tonu boğuk ve ürkekti, sanki konuşurken büyük bir güç harcamak zorunda kalıyor gibiydi.

Arkadaşı:

“Et kıtlığı var,” karşılığını verdi. “Günler var ki tek bir tavşan izi bile görmedim.” Başka bir şey konuşmadılar. Kendilerini izleyenlerin ısrarlı ulumalarına kulak kesilmişlerdi. Ortalık kararınca köpekleri ırmak boyundaki ladin koruluğuna hayladılar, kampı orada kurdular. Ateşin hemen kıyısındaki tabut hem oturmak hem de yemek yenilecek bir yer işine yarıyordu. Ateşin arkasındaki kurda benzeyen köpekler kendi aralarında hırlaşıp dalaşıyor, ama bulundukları yerden ayrılarak karanlığa dalmayı göze alamıyorlardı.

Bill:

“Şunlara bak, Henry,” dedi. “Nedense kampı bırakıp gitmeye çalışmıyor bunlar, garip şey doğrusu…” Henry içine bir buz parçası attığı ibriği ateşe sürerken başını salladı. Sonra işini bitirip tabutun üzerine oturdu, yemeğini yemeye başlayıncaya dek hiç konuşmadı.

“Postun pahalı olduğunu ve onu nerede kurtarabileceklerini biliyorlar elbet. Kolay kolay kurtlara yem olmaz onlar, tersine yerler. Pek akıllıdırlar.” Bill, başını sallayarak:

“Bilmem ki valla, umarım öyledirler,” dedi. Arkadaşı başını kaldırıp şaşkınca baktı:

“Bizim köpeklerin akıllarını beğenmediğini ilk kez işitiyorum senden.” Bill ağzına attığı fasulyeleri ağır ağır çiğnerken:

“Dinle, Henry,” dedi. “Köpeklere yem verirken nasıl gürültüyle itişip kakışıyorlardı, işittin ya?” Henry: “Evet,” diye onayladı. “Her zamankinden fazla huysuzluk ettiler.” “Kaç köpeğimiz var, Henry?”

“Altı.”

“Peki ama… “

Bill sözlerinin önemini vurgulamak istercesine bir an sustu, sonra ağır ağır sürdürdü:

“Evet, altı köpek var diyordum ben de. Altı balık çıkardım, köpek başına ‘birer balık verdim, ama yine de biri açıkta kaldı.” “Yanlış saymışsındır canım.”

Bill:

“Yok daha neler!” diye diretti. “Altı köpeğimiz var diye, tuttum altı tane balık çıkardım. Ama gel gör ki, Tekkulak balıksız kaldı işte. Sonra gidip bir tane de ona getirdim.” “İyi ama Bill, topu topu altı köpeğimiz var, nasıl olur?” “Henry, hepsi köpekti diyen yok ki sana! Balık verdiğim hayvanlar yedi taneydi.” Henry yemeğini bıraktı, ateşin arkasında duran köpeklere bakarak saydı: “Al işte, hepsi hepsi altı tane.” Bill soğukkanlılıkla üsteledi: “Evet, yedincisinin az önce karların üzerinde hoplaya zıplaya kaçıp gittiğini gördüm. Ben saydığımda yedi taneydiler.” Henry acımalı gözlerle arkadaşına baktı ve:

“Şu yolculuk bir bitse öyle sevineceğim ki,” diye homurdandı. “Ne demek istiyorsun yani?”

“Bana kalırsa kızaktaki tabut sinirlerini bozdu senin, hayal görmeye başladın, hepsi bu.”

Bill:

“Hani bunu da düşünmedim değil bak,” dedi. “Ama köpeklerden birinin kaçtığını görünce, gidip karların üzerine bir göz attım, birtakım ayak izleri buldum.

Sonra döndüm bir daha saydım, altı taneydiler. İzler duruyor, istersen bak da gör.” Henry sesini çıkarmadı, yemeğini yemeye koyuldu yine. Son lokmasının üzerine kahvesinden bir yudum daha aldıktan sonra elinin tersiyle ağzını sildi ve:

“Öyleyse…” diye söze başlayacak oldu. Ama tam o sırada karanlığın içinden kopup gelen uzun, acılı bir ulumayla sözü yarıda kaldı. Susup kulak kabarttı. Sonra eliyle ulumanın geldiği yönü göstererek: “…bunlardan biri miydi diyorsun yani?” diye sordu. Bill evet gibilerden kafasını salladı:

“Böyle olmasın da nasıl olsun, köpeklerin nasıl huysuzluk ettiklerini, dalaşıp durduklarını sen de işittin işte.” Birbiri ardından yükselen ulumalarla ortalık tımarhaneye dönmüştü. Köpekler çevrelerini saran bu korkunç koro karşısında dehşete kapıldılar, sıkış tıkış olup büzüldükçe büzüldüler. Ateşin yanına öylesine sokulmuşlardı ki alevler postlarını tütsülüyordu. Bill bir odun daha atarak ateşi besledikten sonra piposunu yaktı. Henry:

“Nen var yahu senin, çok sıkkın görünüyorsun,” dedi.

“Bak, Henry… “

Bill sözlerini sürdürmeden önce piposundan bir iki nefes çekti dalgın dalgın. Sonra başparmağıyla üzerinde oturdukları tabutu göstererek: “Düşünüyorum da,” dedi, “şu adam bile bizden daha şanslı, hem de bizim hiçbir zaman olamayacağımız kadar şanslı. Biz ölünce cesetlerimiz ite kurda yem olmasın diye mezarlarımıza bir iki taş koyacak kimse çıkacak mı acaba?” “Orası öyle, bizim onun gibi ne onca paramız pulumuz var ne de onca hısım akrabamız. Cenazemizi uzak bir ülkeye göndertmek kim, biz kim!” “Benim asıl akıl sır erdiremediğim şey ne biliyor musun, Henry? Şu herif bir eli yağda bir eli balda yaşayan bir lord du değil mi? Peki şimdi burada ne işi var? Bu Allah’ın belası vahşi ülkeye hangi akla hizmet etmiş de gelmiş, anlayan beri gelsin!” Henry:

“Al benden de o kadar,” dedi. “Kendi memleketinde kalsaydı, gül gibi yaşayıp gider, sonra da rahat döşeğinde ölürdü.” Bill tam ağzım açıp yanıt vereceği sırada duraladı, kendilerini dört bir yandan bir duvar gibi çevreleyen karanlığı gösterdi. Yoğun karanlığın içinde hiçbir şey görünmüyordu, yalnızca kor gibi parıldayan bir çift göz fark ediliyordu. Henry başıyla bir ikinci, derken bir üçüncü çift göz daha gösterdi arkadaşına. Kampın yanı yöresi kor gibi yanıp sönen gözlerden oluşan bir halkayla çepeçevre sarılmıştı. Bu yalaz yalaz yanan ışık lekeleri kimi zaman kıpır kıpır ediyor, bir görünüp bir siliniyor, sonra yeniden ışıldamaya başlıyordu. Köpeklerin huysuzluğu giderek artmaya başlamıştı. Ani bir korkuyla ateşe yaklaşıyor, adamların ta burunlarının dibine sokuluyorlardı. Hele içlerinden biri paniğe kapılarak ateşe öyle fazla sokuldu ki içine düştü.

Düşer düşmez de acı ve korkuyla havladı. Aynı anda kavrulan tüylerinin kokuşu kapladı ortalığı. Bu sırada yanıp sönen kor gözlerden oluşan çemberde birtakım kıpırdanmalar oldu, hatta bir an için geriledi. Ne var ki, köpeklerin huzursuzluğu yatışır yatışmaz yine eski yerlerine döndüler.

“Cephanemiz de aksi gibi tam bitecek zamanı buldu, Henry.” Bill piposunu söndürmüştü. Yemekten önce yere serdikleri ağaç dalları üzerine kürklü yatakları ve battaniyeleri yerleştiren arkadaşına yardım ediyordu. Henry arkadaşına hak verir gibilerden şöyle bir homurdandıktan sonra makosenlerinin bağcıklarını çözmeye koyuldu.

“Kaç kurşunumuz kaldı?” Bill:

“Üç… ” diye karşılık verdi. “Ah be, şimdi üç yüz tane kurşunumuz olacaktı ki bu kahrolası hayvanların burunlarından fitil fitil getirecektim!” Kor gibi parlayan gözlerin oluşturduğu çembere doğru yumruğunu öfkeyle salladı, sonra makosenlerini çözüp ateşin hemen kıyısına yerleştirdi. “Hiç değilse şu soğuk bir kırılsaydı bari,” diye devam etti. “İki haftadır sıfırın altında elli derece. Keşke çıkmasaydık şu yolculuğa, Henry. Durumumuz hiç de iç açıcı değil doğrusu, içim içimi yiyor… Yolculuğumuz sona erse de seninle McGurry’ye gidip, sıcacık ateşin karşısında bir pişpirik çevirsek, ha?” Henry yatağına girerken homurdanmakla yetindi.

Tam uykuya dalmak üzereydi ki Bill yine seslendi:

“Bak ne diyeceğim Henry, hani şu balık yiyen davetsiz konuk var ya, bizim köpekler işte ona ne diye saldırmadılar ha, ne dersin? Hay Allah, gel de çık işin içinden, ne yalan söyleyeyim korkutuyor bu beni.” Arkadaşı uyku sersemliğiyle homurdandı:

“Amma uzattın be Bill, pireyi deve yapmaya bire birsin hani. Eskiden hiç böyle değildin. Çeneni kapat da uyu artık… Şöyle bir güzel uyku çektin mi sabaha hiçbir şeyciğin kalmaz. Mideni bozmuş olacaksın herhalde, bütün sıkıntın bu… ” Aynı örtünün altında yan yana yatıp, horul horul uyumaya başladılar. Ateş gitgide ufalıp azalırken, kamp çevresindeki kor parçalarını andıran gözlerin oluşturduğu çember de her an biraz daha daralıyordu. Köpekler birbirlerine sokulup sıkış tıkış oluyor, yaklaşan parıltılara gözdağı vermek istercesine hırıldıyorlardı. Hırıltılar bir ara adamakıllı artınca Bill uyandı. Arkadaşını uyandırmamaya çalışarak yavaşça yerinden doğruldu, ateşi birkaç parça odunla besledi. Alevler yeniden yükselince parıldayan gözler geriledi. Derken Bill’in gözü köpeklere ilişti: birbirlerine iyice sokulup tortop olmuşlardı. Şaşkın şaşkın gözlerini ovuşturup bir daha baktı, sonra yeniden battaniyesine gömülüp yattı. “Hişşt, Henry… Henry be!” Kan uykusundan uyandırılan Henry: “Yine ne var, ne oluyor?” diye homurdandı. “Hiçbir şey… Yalnız, yine yedi oldular. Şimdi saydım…” Henry uyku sersemliğiyle yarım yamalak bir şeyler homurdandı, sonra yine horuldamaya başladı. Ertesi sabah ilkin Henry uyandı ve arkadaşını uyandırdı. Saat altı olmuştu, ama ortalığın ışımasına henüz üç saat daha vardı. Karanlıkta gidip gelmeye, yemeği hazırlamaya koyuldu; bu arada Bill de örtüleri, battaniyeleri denk yapıp kızağa yerleştirdi. Birden arkadaşına dönüp damdan düşercesine sordu:

“Henry… Kaç köpeğimiz var demiştin sen?” “Altı.” Bill zafer kazanmışçasına atıldı:

“Yanılıyorsun.”

“Ne yani, yine mi yedi oldular diyorsun?”

“Yo beş. Neden dersen, biri toz olmuş!” Henry bir küfür savurdu, kahvaltıyı hazırlamayı yarım bırakarak hışımla köpeklerin yanma gitti, tek tek saymaya başladı.

“Haklısın, Bill,” dedi. “Şişko kayıplara karışmış.” “Ara ki bulasın, öyle bir toz olmuş ki iz miz hak getire.” “İzi mi kalır zavallının! Diri diri yutmuşlardır onu. Kalıbımı basarım ki o Allah’ın belası yaratıklar hayvancağızı yutarken hala havlamaya devam etmiştir.” Bill:

“O hayvan da bildim bileli aptalın tekiydi,” dedi. “Canım, aptal da olsa bile bile ölümüne koşacak değil ya bu hayvan!” Henry, bunları söylerken sanki her birinin huyunu suyunu anlamak istermişçesine köpekleri tek tek süzüyordu. Sonra: “Hiç kuşkum yok, hiçbiri ölümüne susayacak kadar budala değildir,” diye ekledi. Bill de arkadaşıyla aynı görüşteydi:

“Orası öyle, sopayla kovsan bile yine de uzaklaştıramazsın onları ateşin yanından. Ama bu Şişko bana kalırsa biraz aptalcaydı.” Dondurucu kuzey ülkesinde yapılan yolculuk sırasında yok olan bir köpeğin ardından söylenenlerin hepsi bu kadarcıktı. Daha nice köpeğin ya da insanın ardından belki ancak bu kadar söz söylenirdi.

İKİNCİ BÖLÜM

DİŞİ KURT

Kahvaltılarını ettikten ve birkaç parça öteberilerini kızağa yükledikten sonra yanmakta olan ateşi arkalarında bırakarak karanlıklara daldılar. Dört bir yönden soğuğu ve karanlığı yırtarak sanki birbirlerine yanıt verirmişçesine kopup gelen acılı, korkunç kurt ulumaları yeniden yükseldi. Saat dokuz olunca ortalık ağardı. Öğleyin güney yönünde gökyüzü bir parça kızarır gibi oldu, ama çok geçmeden yeniden solgunlaştı. Derken boz bulanık bir renge büründü, saat üçten sonra bu gri ışık da silindi gitti. Bu ıssız ve sessiz dünya, kutup gecesinin o karanlık, koyu kefeniyle sarıp sarmalandı.

Karanlık bastırınca dört bir yandan kurt ulumaları yükselmeye başladı. Bu ulumalar kimi zaman öylesine yakından geliyordu ki, bitkin düşen köpekler paniğe kapılarak karışıklık yaratıyor, koşum takımları birbirine dolaşıyordu. Koşumları düzeltmek için verdikleri kısa mola sırasında Bill: “Kendilerine başka yerde bir av bulsalar da yakamızı bıraksalar artık,” dedi. Henry de kaygıyla:

“Gerçekten de insanın sinirine dokunuyor ardımız sıra gelişleri,” diye karşılık verdi.

Taa ki gece olup da konaklayıncaya dek ikisi de ağızlarım açıp tek laf etmedi. Henry ateşin başına eğilmiş, kaynamakta olan fasulye tenceresinin içine küçük buz parçaları atıyordu. Birden, bir sopa darbesinin şaklayışıyla irkildi; aynı anda Bill’in öfkeyle bağırdığını, köpeklerden birinin keskin çığlıklar atarak acı acı mızıldandığını işitti. Yerinden doğrulup baktı, koyu bir karartının karların üzerinde seke seke kayarak karanlığa daldığım gördü. Sonra Bill’e ilişti gözü. Bir elinde sopa, öbür elinde ise kuyruğundan baş aşağı tuttuğu kurutulmuş bir balık vardı, üzüntü ve sevinç karışımı bir yorgunlukla köpeklerin arasında öylece duruyordu.

“Vay namussuz vay,” dedi. “Kaşla göz arasında balığın yarısını kapıp kaçmayı becerdi. Ama ben de sopayı iyi yapıştırdım kerataya doğrusu… Ne biçim bağırdı, işittin ya?”

“Nasıl bir şeydi?”

“Doğru dürüst göremedim pek. Ama dört ayaklı, kocaman ağızlı, kıllı mı kıllı, köpeğe benzer bir şeydi.” “Evcilleştirilmiş bir kurt olmalı.” “Evcil olmaz olur mu hiç! Baksana tam yemek zamanı geliyor, köpeklerin tayınından pay almasını biliyor!” Yemeklerini yedikten sonra tabutun üzerine oturup pipolarım tüttürürlerken kor gözlerden oluşan halka da yeniden daraldı.

Bill:

“Bir geyik sürüşü ya da buna benzer bir şey bulsalar da peşimizi bıraksalar,” dedi.

Henry laf ola beri gele gibilerden can sıkıntısıyla homurdandı. On beş dakika kadar sessiz sedasız oturdular. Henry gözlerini ateşe dikmişti, Bill ise ateşin üzerinden doğru karanlıkta yanıp sönen halkaya bakıyordu. Bill sızlamaklı bir havayla yeniden başladı:

“Şimdi şöyle yolu bir tuttursak, ver elini Mc Gurry…” Henry dayanamadı: “Keş artık yahu!” dedi öfkeyle. “Vır vır vır! Dedim sana, miden bozulmuş senin, bir avuç karbonat yut da kendine gel, ikide birde kafa ütüleyip durma öyle.” Ertesi sabah Henry uyandığında, Bill’in öfkeyle sövüp saydığını işitti. Dirseklerine abanarak doğrulup baktı. Arkadaşı, gürül gürül yanmakta olan ateşin başında, köpeklerin arasında durmuş, elini kolunu öfkeyle sallayarak küfür ediyordu. Suratı allak bullak olmuştu.

“Yine ne oldu?”

“Daha ne olsun, Kurbağa da kaçmış… “

“Deme yahu!”

“Dedim bile, istersen gel de bak.”

Henry bir sıçrayışta yataktan fırlayıp kalktı, köpeklerin yanına koştu. Hepsini tek tek dikkatle saydıktan sonra bir köpeklerini daha ellerinden çekip koparan bu vahşet ülkesine o da lanetler savurmaya başladı. Bill, sonunda:

“Al işte,” dedi, “Kurbağa için sözde en güçlü köpeğimiz diyorduk.” Henry: “Üstelik aptal maptal da değildi öyle,” diye ekledi. İki gün içinde verilen bu ikinci kurbanın ardından konuşulanlar birincisinden pek farklı olmadı. Kahvaltılarım ederken ikisi de arpacı kumrusu gibi düşünüyordu. Kahvaltıdan sonra geri kalan dört köpeği kızağa koşup yola koyuldular. O gün de daha önceki günler gibi geçip gitti. Çevrelerini saran buzlu Kuzey topraklarında sessizce yol alıyorlardı. Ortalıktaki derin sessizliği arkaları sıra gelen görünmez izleyicilerinin ulumaları bozuyordu yalnızca. Öğle sonrasının alacakaranlığı bastırırken ulumalar daha da yakından gelmeye başladı. Köpekler büyük bir korkuya kapılıyor, dizginleri birbirine dolaştırıyor, bu da iki adamın canını büsbütün sıkıyordu.

O gece Bill işini bitirdikten sonra kendinden emin bir havayla doğruldu: “Sıkıysa şimdi de alıp gidin başınızı da göreyim,” diye söylendi. Henry yemeğin başından ayrılarak arkadaşının ne gibi bir önlem aldığına bakmaya gitti. Bill, Kızılderililerin yöntemiyle kayışları sıkı sıkıya bağlamış, her köpeğin boynunda bulunan daracık tasmalara birer sopa takmıştı. Bu deri tasmaları dişleriyle söküp çıkarmaları olanaksızdı. Her tasmanın ucuna uzunluğu bir metreyi bulan sopalar bağlıydı. Sopaların öbür uçları da deri kayışlarla tutturulmuştu. Böylelikle köpek tasmasına ya da öbür kayışa uzanıp diş geçiremeyeceği için kolay kolay kaçamayacaktı. Henry, bütün bunları görünce memnun memnun başını salladı: “Tekkulak’ı bağlı tutmanın biricik yolu budur,” dedi. “Kayışları bıçakla kesercesine koparıp atıyor kerata! Eh artık yarın sabah hepsini yerli yerinde buluruz.” Bill:

“Kalıbımı basarım ki öyle olacak,” dedi. “Eğer biri kaybolsun, ben de sabah kahvemi ağzıma sürersem ne olayım!” Yatarlarken Henry çevrelerini saran kor gözleri göstererek:

“Kurşunumuzun kalmadığını anladılar,” dedi.

“Birkaç tanesini vurabilsek postun pahalı olduğunu görecekler. Böyle elimiz kolumuz bağlı durunca azıttıkça azıtıyorlar, her akşam biraz daha yaklaşıyorlar.

Ateşe bakma da gözünü almasın, şuna bak şuradakine… Görüyor musun?” Ateşten saçılan ışık lekesinin ötesinde berisinde kıpır kıpır dolaşan karartıları izleyerek bir süre oyalandılar. Karanlıkta parıldayan bir çift göze dikkatle baktıkları zaman hayvanın vücut çizgileri kesinleşiyor ve arada sırada kımıldandığı görülüyordu. Tam o sırada köpekler gürültü etmeye başladı, o yana dönüp baktılar. Tekkulak birtakım iniltiler çıkararak mızıldanıyor, kayışlardan kurtularak karanlığa atılmaya çabalıyor, kudurmuşçasına sıçrayıp debeleniyor, sonra durup, boğazına bağlı sopayı dişlemeye çalışıyordu. Henry:

“Şuna bak, Bill,” diye fısıldadı.

Köpeğe benzeyen bir hayvan usul usul ilerliyor, ateşe doğru yan yan sokuluyordu. Ürkek ama aynı zamanda atılganlıkla karışık bir dikkatle ilerliyor, adamları gözden kaçırmaksızın tüm dikkatini köpekler üzerinde topluyordu. Bu sırada Tekkulak sopanın ucundan kurtulmak için çırpınıyor, yaklaşan hayvana ulaşmak istiyor, acı acı inliyordu. Bill, usulca:

“Hay aptal hay,” dedi. “Hiç korkuyor mu bak!” Henry fısıltıyla karşılık verdi: “Bu gelen dişi bir kurt… Şişko ile Kurbağa neden ortadan yok oldular, şimdi anlaşılıyor. Dişi kurt, sürünün avcı hayvanı. Köpekleri baştan çıkarıp yanında götürüyor, sonra da hep birden üstüne üşüşüp mideye indiriyorlar.” Ateşten bir çıtırtı çıktı, odunlardan biri gürültüyle ocaktan dışarı düştü. Bu sesi işiten hayvan gerisin geri karanlığa daldı.

Bill:

“Bak aklıma ne geldi biliyor musun, Henry,” dedi.

“Ne geldi?”

“Sopayla vurduğum hayvan bu olmasın sakın?” Henry:

“Ondan hiç kuşkun olmasın,” dedi.

Bill:

“Ha sahi bak şunu da söyleyeyim,” diye sürdürdü. “Bu hayvanın kamp ateşlerine böylesine alışkın olması pirelendiriyor beni. Öyle sinsi sinsi sokulması da ahlaksızca bir şey.” “Ne olursa olsun, doğru dürüst bu kurttan çok daha bilgili olduğu su götürmez. Köpeklerin yemek zamanını kollayıp da geldiğine göre, epeyce görmüş geçirmiş bir hayvan olmalı.” Bill, dalgın dalgın anlatmaya koyuldu: “İhtiyar Villan’ın bir zamanlar bir köpeği vardı. Kurtlarla kaçmıştı. Bugünmüş gibi aklımdadır, Küçük Çubuklar Ülkesinde geyik otlaklarından birine saldıran kurt sürüsünün arasındayken onu ben vurmuştum. İhtiyar Villan üzüntüsünden çocuklar gibi hüngür hüngür ağlamıştı. Üç yıldır gördüğü yokmuş hayvanı. Üç yıldan beri kurtlarla düşüp kalkıyormuş meğer köpek.” “İşin içyüzü şimdi anlaşıldı desene. Bizim kurt sandığımız hayvan aslında köpek olmalı. Öyle ya, yoksa nerden bilsin insanın elinden balık yemeyi?” “Fırsatını bir yakalasam ah, bak o zaman nasıl delik deşik ederdim o kurt bozuntusunun postunu. Daha fazla köpek yitirecek durumumuz yok çünkü.” Henry hemen karşı çıktı: “İyi ama topu topu üç kurşunumuz kaldı.”

“Sen merak etme, öyle bir pundunu kollayacağım ki boşa tek kurşun yakmayacağım.”

Sabahleyin Bill mışıl mışıl uyurken Henry ateşi dürtükleyip besledi, sonra da kahvaltıyı hazırladı. Sonunda arkadaşını da uyandırdı:

“Öyle rahat uyuyordun ki uyandırmaya gönlüm razı olmadı bir türlü,” dedi.

Bill kalktı, uykulu uykulu yemeğin başına oturdu. Kahve fincanının boş olduğunu fark edince ibriğe doğru uzandı. Ama ibrik Henry’nin yanında, yetişemeyeceği bir uzaklıktaydı. “Baksana, Henry,” dedi. “Her şeyi eksiksiz hazırladığına, hiçbir şey unutmadığına emin misin?”

"

Beyaz Diş kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Beyaz Diş