“Ama biz bulmuştuk birbirimizi, sen istemedin beni (!..) Anlamıyorsun!
Bir kadın olarak, gelip geçici bir aşk olarak beni bulmandan söz etmiyorum. Binyıllırdır birbirimizi arıyoruz biz. Binyıllardır parçalanmış ruhumuzu bir araya getirmek, tamamlamak için uğraşıyoruz. Binyıllardır birbirimizi bulmak için işaretler bırakıyoruz ya da işaretler arıyoruz dünyada. Anlamıyor musun, belki de ilk defa bu kadar yakınız tamamlanmaya. Bıraktığım bütün işaretleri buldun sen. İşaretleri izleyip buraya kadar geldin. Bak! Bütün gözlerinle bak!”
Herkes bir şey arar; ne olduğunu bilmediği ama görür görmez tanıyacağına inandığı bir şey. Herkes bir mucize bekler; sıradan hayatını değiştirecek, kendisini başkalarından farklı kılacak bir mucize. Oysa mucizeler, beklendiği gibi gelmemiştir hiç, bu yüzden mutluluk da vermeyebilir. Akrep ve Semender beklenen bir mucizeyle, beklenmedik bir karşılaşmayı anlatıyor, ruhumun öbür yarısını arayanlara…
Akrep ve Semender
İzninle önce kendimden söz edeceğim, zaten beni durdurabileceğini sanmıyorum. Ben bile kendimi durduramıyorum, yoksa yazmazdım. Neden yazayım ki? Zaman geçirebileceğim bunca güzel şey dururken, şey dediğim, bilirsin işte, Selinle buluşup daha önce hep görevle gezdiğimiz İstiklal Caddesi’nde aylak aylak dolaşmak, kitapevlerini gezmek, mağaza ve parfümeri vitrinlerine bakmak, iyi film varsa her zaman bir tane olur sinemaya gitmek, kalabalık bir kafeye oturup güzel bir çocukla her zaman bir tane olur rastlantısal şekillerde göz göze gelerek masasındaki kızları ifrit etmek, hiç olmadı akşamına bara gidip zilzurna içerek böylece sabah kalkıldığında, “Ne bok yedim?” sorusu için daha kolay bahaneler üretilebilir birilerinin beni götürmesine birilerinin dediysem, ne kadar sarhoş olsam da kimin götüreceğini seçebilirim sanırım izin vermek ya da ne bileyim, evden çıkasım yoksa müzik dinlemek, televizyonu açıp şu sürekli Amerikan salon güldürüleri yayınlayan kanalı seyretmek, balkona oturup gelip geçenlere bakarak çekirdek çitlemek, üst kattaki komşuyu çay içmeye çağırıp kocasının onu son zamanlarda neden az becerdiğine dair olasılıkları ya da âdet günlerinin daha az sancılı geçmesi için benimki canımı çıkarıyor, ben de herkesinkini neler yapılabileceğini favorim karnıma kızgın ütü bastırıp iki büklüm kitap okumak konuşmak, daha da güzeli bol eteğimi giyip alt kattaki utangaç komşuyu güzel sanatlarda, resim bölümünde okuyor kahve içmeye çağırmak ve bir dizimi karnıma çekerek eteğimin aralığından minik ve siyah dantel donumun dantelli değil, yalnızca dantel göründüğünden haberim yokmuş gibi karşısındaki koltuğa oturup, başım öne eğerek kızaran yüzünü ve bacak bacak üstüne atarak kalkan şeyini şey işte, bilirsin, hemen söyleyemiyorum gizlemeye çalışmasını fark etmemiş gibi son dönem sanat akımları hakkında kekeleye kekeleye söylediklerini meraklı gözlerle, okşanmak isteyen, ama ürkek bir kedi gibi dinlemek, daha da olmadı -bir gün yapacağım- bunu kahve fincanını önündeki sehpaya koyduktan sonra birdenbire kucağına oturup Adonis’inkine benzeyen dudaklarına yumulmak dururken ve herkes bunları yaparak zaman geçiriyorken ve ben herkesin böyle yaparak epeyce eğlendiğini biliyorken, üstelik böyle yapmıyor oluşuma, zaman zaman ben düzeyliyim, herkes gibi eğlenemem, ben yazarak eğleniyorum gibi bahaneler türetip hak versem de aslında herkes gibi eğlenmek istiyorken, neden günler ve geceler boyu elimde kalem, işim dediğim şu bela püsürük, gecesi gündüzü belli olmayan zırvalık dışında kalan bütün zamanımı yazarak geçiriyorum? Deli miyim ben? Hayır, zorunluyum. Kendimi tutamıyorum. Ne denli kurgu da olsa yazarak aslında kendimi anlattığımı, özelimdeki her şeyi eğer bir gün yayımlanmasına karar verirsem okura, yani sana, yani genele açtığımı, böylece anonimleşip her şey olacağımı, dolayısıyla bir hiç olacağımı da biliyorum. Başka şeylerle şu baştan beri saydıklarımla mesela ilgilenmek istiyorum, ama her seferinde yazmaya yöneliyorum. Vallahi züppelik olsun diye söylemiyorum, hatta hastalık da diyebilirim, bu benim zaman geçirme biçimim, böyle eğleniyorum. Anımsıyorum da eskiden böyle değildim; iki yıl öncesine dek dört beş günde bir hatıra defterine üç beş satır karalayan, ayda bir bilinen temalar üstüne denemeler yazan ya da yaşadığı olayları başkalarının üstüne yükleyip hikâyeleştirmeye çalışan biriydim, ne olduysa size anlatacağım şu hikâyeyle karşılaştıktan sonra oldu. Bir süre sonra içimde tutamayacağımı, mutlaka anlatmam gerektiğim anlayınca masa başında oturduğum günler sıklaştı, saatler fazlalaştı, iş çıkışı, Yeniköy’de yeni bir yer açılmış, geleni gideni çokmuş, bahçesine oturduğunda ayaklarını Boğaz’ın sularına sokabilirmişsin, Selin’i arayayım da oraya gidip bir şeyler yiyelim diye kendime söz veriyorum, hatta işi sıkı tutmak için gündüzden sözleşiyorum, ama daha eve dönerken bir gece önce yazdıklarımı ve hikâyeyi bitirebilmek için daha neler yazmam gerektiğini düşünmeye başlıyorum. Eve dönerken dedim ya, yalan, aslında çoğunlukla yazdıklarımı düşünüyorum. Yemek yerken, çay içerken, iş sırasında, iş arasında, tuvalette, banyoda, uyumaya çalışırken hatta sevişirken bile aklıma yazdıklarım geliyor ve hazırmışım gibi birdenbire boyut değiştiriyorum. Yazdığım mekânlara gidiyor, kahramanları, olay örgüsünü ve örgüyü tamamlayacak ayrıntıları düşünmeye başlıyorum. Tam anlamıyla boyut değiştirdiğim söylenemez, zamanla alıştım, yazdıklarımı düşünmeye başladığımda, daha önce ne yapıyorsam yarım yamalak onu da sürdürebiliyorum. Gördüğün gibi her zaman yazmıyorum, zamanımın çoğu ne yazacağımı düşünerek geçiyor. Çünkü yazacaklarımı kafamda bitirmeden yazmaya başlamam ben. Yanlış anlamanı istemem, şunu söylemeye çalışıyorum; yazmak için yalnızca geceye sahibim nöbetten çıkmışsam gündüze, ama yazacaklarımı düşünmek için bütün zamanımı kullanabildiğimden her seferinde mutlaka ne yazacağımı biliyor oluyorum. Eve gelip duş alıyorum. Başıma gelecekleri bile bile Selin’i aramadan önce dün gece yazdıklarıma bir göz atayım, sonra çıkarım diyorum. “Aaa, bu cümleyi nasıl böyle hatalı yazabilirim, dur şunu düzelteyim”den sonra, “Bu yeni cümleye göre sonraki cümlede de şu değişikliğin yapılması lazım. Şu ayrıntıyı da atlamayayım, kahramanın ya da mekânın şu özelliğine ters düşer” derken, ya Selin arayıp, “Ah bebişim, yine oturdun değil mi masanın başına” diyor ya da karnımın guruldamaya başladığını hissedip saate bakıyorum, geceyarısını geçmişiz. Selin çok kızıyor bu takıntıma. Cinayet Büro Amirliği’ne geçtiğimden beri eskisi denli sık görüşemiyoruz. Bu arada ne iş yaptığımı söylemeyi unuttum. Anlatacağım hikâye işimle ilgili olduğundan söylemek zorundayım, polisim ben. Şu, resmî günler dışında üniformasız gezenlerdenim o günlerde de üniforma giydiğim pek söylenemez, gerçi kimse giymiyor, talimat var ama uyarı yok, sivilim yani. Mesleğe başladığımda ki hikâyem o günlerde geçiyor, babamın torpiliyle atandığım standart bir işim vardı; narkotik istihbaratı ya da bizim jargonumuzla söyleyecek olursak gece tiyosu. Badimle birlikte (badi dediğim Selin, bu iş sırasında tanışmıştık zaten), görev bölgemizdeki (dosyada Taksim yazıyordu ama Harbiye’ye, Gümüşsuyu’na, Cihangir’e, Tünel’e, hatta Galata’ya kadar uzanıyordu) ara sokakları, kafeleri, barları dolaşıp safçıtır edasıyla dikkat çekmeden uyuşturucu satıcılarını rapor ediyorduk. Osuruktan bir işti anlayacağın, bu yüzden başka masalarda kadro açığı olduğunda, geçici görev ayağına önce bizim servisten eleman alırlardı. Gerçi bizim için eğlenceliydi, her mesaimizde iki kola parası ödenek alırdık ve deşifre olmamak için operasyona girmediğimizden silah da taşımazdık. Öğleyin merkeze gidip akşama dek raporları yazar, yemekten sonra kızıla boyalı saçlarımıza uygun bir makyaj yapıp yürüyen ölü görüntüsü sağlamak için koyu far, siyah ya da mor ruj, rujla aynı renk oje dönemin trendine uygun aksesuar ve giysilerimizle donumuzun etiketi görünecek denli düşük belli, kalçası dar, paçaları geniş kot, göbeği açıkta bırakan ince askılı ya da askısız kısa tişört, baş ve orta parmağa ya da hepsine kurukafa, şeytan yıldızı ve benzeri figürler işlenmiş gümüş yüzükler, kulak başına üçer beşer küpe, deri kayışı kısa tutulduğundan tasma gibi görünen ve burcumuzun ne olduğunu gösteren taş kolye ve açık, uçuk renkte minik bir sırt çantası işe çıkardık; bizi arabayla Tepebaşı’na bırakan arkadaşlar öyle söylerdi, “Haydi bakalım, hayırlı işler.” Birlikte herhangi bir mekâna girer av arardık. Mekânda ayakçı varsa hemen belli olur, yalnızdır, yanında hatun varsa bile elleşmez, eğlenceye katılmaz, bir köşede sinirli ve tedirgin, milletin yüzüne kaçamak bakışlar fırlatıp müşteri bekler. Açık açık iş tutuyorsa tuvalete gidip telsizle anons eder, adamı aldırırdık. Ama çoğu belli etmez, etmemeye çalışır. Mal üzerinde değildir, anlaşırsan mekândan çıkıp onun gösterdiği bir ara sokakta beklersin, zulasmdan alır gelir. Bu durumda mekânı ve öğrenebildiysek adamın kimliğini rapor eder geçerdik. Geçmemiz gerekirdi, ama Selin delinin teki olduğundan, “Yapma, etme kızım” dememe rağmen, “Dur, sağlama yapacağım” deyip adamın yanına giderdi. Ben de çaresiz peşinden tabiî. Direkt sorardı adama, “Abi, kavunun var mı?” diye. Kavun dediğim, ballı, tektek ya da yalama dedikleri hap, ekstazi. Rengi yüzünden öyle diyorlar sanırım, duble olanına maviş dediklerine göre. Bir tane atıyorsun, karşına ne gelirse, at, köpek, maymun, hatta hepsiyle sabaha kadar tepişiyorsun. Pazarlık sırasında Selin’in teklifi hep aynıdır, “Abi, bir tane ver, bir kere vereyim.” Kabul etmeyeceğini bilmenin rahatlığıyla söyler bunu, çünkü mal adamın değildir, devrisi gün gözleri karanlık başka bir adama tek tek hesap vermek zorundadır. Ha, kabul edenler olmadı mı? Onların da delileri var, bar tuvaletlerinde, bekçisiz inşaatlarda iş bitirmek isteyenler bir yana, evlerinin kapısına kadar gidip adreslerini öğrendiğimiz ayakçılar da oldu. Malı görmeden içeri girmeyiz diyor, adam malı çıkarır çıkarmaz, “Biz vazgeçtik” deyip gidiyorduk. En fazla arkamızdan küfür ederlerdi, ama bir gece ayakçının birinin nevrini epeyce döndürmüş olmalıyız ki elinde koca bir bıçakla Yolcuzade’den Pera’ya kadar peşimizden koştu. Allah’tan otelin önünde bir ekip bekliyordu da topladılar adamı, amı götü dağıtıyorduk neredeyse. Destur, erkek var. Vardır değil mi? Bu kitap yayımlanırsa diyorum, erkekler de okuyacak. Ağzı ne kadar bozuk bu karının diyecekler, görünüşü hanımefendi gibi ama. Gerçi erkekler ve çalışan kadınlar pek kitap okumuyormuş gibi geliyor bana. Nasıl okusunlar; sabahın körü kalk, işe git, akşama kadar çalış, üç kuruş para için elin ağız kokusunu, derdini, tasasını çek, akşamın bir vakti yorgun argın eve dön, yemek yap, yemek ye, bulaşık yıka, çoluk çocuğun derdini dinle, onları uyut, evi toparla, televizyon seyrederken ay sonunu çıkarabilmek için o güne dek ne kadar açıldığını ve geri kalan günler için ne kadar kısman gerektiğini hesapla, cumartesi gecesi zıplamaya nereye gideceğini, nereye gidemeyeceğini düşün, yaz tatili için aydan aya ödemeli devre mülk mü olur, taksitli bir tatil köyü mü olur, şimdiden bir yer planla, derken bir ara aklına, donunun paçasından kendi halinde ve senden daha dikkatli televizyon seyretmekte olan ve hafta sonundan hafta sonuna işemek dışındaki işlevlerini anımsayan çükün ya da çocuklar ve herif yattıktan sonra bir ara banyoda (ay yatakta, uyuyan kocasının yanında yapanlar bile varmış. Aman, ne bakıyorsun sen onlara, profesyonel onlar) sırtını soğuk fayanslara dayayıp sesini olabildiğince kısarak usul usul okşadığın o asil siyam kedisi (Kapıyı kilitlemiş ne yapıyorsun tatlım? istenmeyen tüyler işte, şimdi geliyorum hayatım. Çabuk ol, çişim geldi), zamanında ne doktorlara, ne mühendislere verdiğin ya da vermediğin o bahtsız kukun gelir, ama zaten hafta sonu değildir, ama zaten yorgunsundur, ama zaten erken kalkacaksındır, ama zaten dertsiz, tasasız, ağız kokusuz bir banyon ve gözlerim kapattığında Biret Pit’e ya da mevsime göre Buruş Vilis’e dönüşebilen ve sertliğini daimi koruyabilen ve nereye ve nasıl ve ne zaman dokunacağını doğru bilen bir ya da birkaç parmağın var, ne diye elin herifiyle uğraşasın şimdi derken salondaki koltukta uyunup kalmıyor olmalı. Peki, kimler kitap okuyor? Bence çalışmayan kadınlar. Onlar daha rahattır ve kendilerine ait bir özel hayatları vardır, tabiî yalnızca akşama dek ve yine tabiî evi mesken tutmuş bir kaynana ya da kayın, herhangi bir şey yoksa. Çocuklar okula, herif işe gönderildikten sonra neredeyse Tanrı’dan bir armağan olan bu özel saatlere hemen ulaşmak için aceleyle günlük işler yapılır. Bu son derece değerli özel saatlerin harcanma biçimlerinden biri belki okumanın kutsal bir edim sanıldığı öğrencilikten öyle bir alışkanlık kaldıysa, belki her şeyden sonra, yapacak başka bir şey kalmadığında okuma olarak görülüyorsa okunur. Tamam, sen ayrısın. Sen bütün bu yazdıklarımın dışındasın, merak etme. Biliyorum, sen özelsin. Sana diyorum, bu satırları okuyan kişi, okur, evet, sen. Burada yalnızca ikimiz varız. İkimiz konuşuyoruz ve dolayısıyla ötekilerden bahsediyoruz. Aman, daha yayımlatmaya bile karar vermedim, düştüğüm tasaya bak. Yayımlatsam bile, kim okursa okusun, bana ne? Bir arkadaşımın bir sevgilisi vardı, lafı niye uzatıyorum, bir sevgilim (ama ben o yavşağın bir sevgilisi değilmişim, bir tane asıl sevgilisi varmış ki o yine ben değilmişim ve biz diğerleri olarak epeyce çökmüşüz) vardı, (yavşak dediğime bakmayın, ilk göz ağrımdı, ama toydum o zamanlar, aşkı tozpembe sanırdım), dergilerde denemeleri, öyküleri yayımlanıyordu. Ona tav olmuştum zaten, akademiden ayrılıp üniversiteye hazırlandığım dönemdi, aklım bir karış havada olduğundan yazıyla uğraşanları aziz sanıyordum. Ayrıldıktan bir süre sonra bana günlüğüm olup olmadığını sordu, “Ama harbi bugünlük olmalı, en içtekinin bulunmaya çalışıldığı, her şeyin doğru yazıldığı, en yakın arkadaşlara bile gösterilmeyen günlüklerden.” Ne yapacağım sordum, “Senin için çektiğim acılan mı öğrenmek istiyorsun?” Yüksek bir yerden düşüyormuş hissi veren sözler vardır, baş döndürür, göz karartır, nefessiz bırakır, o laflardan birini etti; “Bu umrumda bile değil. Daha önce isteyecektim, ama aramızda bir ilişki vardı. Ayrıldığımıza göre bir süreliğine günlüğünü bana verebilirsin. Bir kadının ağzından bir roman yazmak istiyorum. Kadınların gerçekte neler düşündüklerini, olaylara nasıl baktıklarım ve nasıl cümle kurduklarını öğrenmem gerek.” O an sinirlenerek onu reddettim. Bir süre sonra ne demek istediğim anladım ve günlüğümü vermeye karar verdim. Hatta telefon edip vereceğimi söyledim, ama yine vazgeçtim. Buluştuğumuzda neden vazgeçtiğimi sordu. “Ne yapmak istediğini anladığım için vermeyi düşünmüştüm. Sürekli yazıyorum, kilitli tuttuğum birkaç defter var. Hangisini vereyim diye okumaya başladım, ama hiçbirini veremeyeceğimi fark ettim, senden önce yazdıklarımı bile. Çünkü… Çünkü ne denli kötü biri olduğumu bilmeni istemiyorum.” Gülümsedi ve anladığını söyledi. Aslında kimsenin göründüğü gibi olmadığını, herkesin zayıflıkları, hataları olmasına rağmen yine de erdem maskeleriyle dolaştıklarını ve kendilerini açımladıkları bütün nesneleri gizlediklerini söyledi. Herkesin karanlık bir yanı vardır ve olmalı da. Sen de anladın değil mi, okuyacağım bilsem böyle yazamam. Şimdi varlığım kabullensem bile bir süre sonra yokmuşsun gibi, hiç olmayacakmışsın gibi davranacağım; çünkü seni unutmazsam hikâyemi gerektiği gibi anlatamam. Aman, çok kukumdaydı. Destur mestur yok. Dilime ket vuramam, hikâye neyse onu anlatacağım. Böyle soytarılık yaptığıma bakma, sıradışı bir hikâye anlatacağım, gizleri olan (bilirsin, gizler kutsaldır, ama biraz da gülünç oldukları görülmüştür), güzel bir hikâye. Birçok savaş filminde görmüşsündür; siperde hücum emri bekleyen askerler, birazdan ölecek olmalarına aldırmaksızın birbirlerine şakalar yaparlar, ölecek olmanın umarsız neşesiyle. Aynı şey işte; bu hikâye yüzünden bir zamanlar öleceğimi sanırdım. Öyle ağırdı ki onu taşıyamaz, ölmeyi isterdim. Şimdi de aynı hikâyeye sahibim, ama gördüğün gibi ruhum kendisinden beklenmeyecek bir huzurla, belleğim şimdiki, yani bu hayattaki ya da bu kitaptaki dişiliğinin verdiği fettanlıkla, onu bütün ayrıntılarıyla bu sayfalara taşıyor. Ah, evet, henüz hikâyeme başlamadım, henüz beni tanımakla meşgulsün. Aslında nasıl bir hikâye beklediğini tahmin ediyorum, her kadın gibi aşktan söz edeceğimi sanıyor olmalısın. Nefret, kıskançlık, ihanet filan da olabilir belki, öyle ya, aşk varsa kesin bunlar davardır. Diğer yandan okudukları şu kadar sayfadan sonra, hakkımda oluşturdukları yargılarla salt aşkı anlatmamı bekleyenler de olabilir. Kimileriniz şunun farkındadır mutlaka; her kadının içinde bitimsiz bir aşk vardır, erkekler onun değişen nesneleridir yalnızca. Belki her kadın gibi aşkın nesnelerini kendisiyle karıştırmaya teşne olduğumdan, belki de nesnelerini anlatmadan aşkı anlatamayacağımdan onlardan söz etmek zorundayım. Belki erkekler de kadınlar gibi nesneleri değişen bitimsiz bir aşka sahiptirler, bilemem. Bilseydim bu hikâyeyi bir erkeğin gözünden yazacaktım. Çünkü benim değil, art arda hayatıma girmiş iki erkeğin hikâyesi bu. Hatta denedim; dolabımda İlyas’ın gözünden yazdığım yüzlerce sayfa var, ama olmadı, içime sinmedi. Oysa hikâyeyi çok iyi sunabileceğim bir kurgu da bulmuştum, üstelik çok da entelektüeldi. Bilirsiniz, erkekler amsalak olmalarına rağmen nedense yazarken entelektüel olmayı severler. Tamam, benim de siksalak bir tarafım olabilir, ama en azından yazarken numara yapmıyorum. Görüyorsun, o kadar yalansız ve içtenim ki bunu bile anlatıyorum. O zamanlar kitabın adım “İstanbul Sanat Günleri” koymayı düşünüyor ve bütün hikâyeyi, bir sanat festivalinin etkinlikleriymiş gibi İlyas’ın gözünden anlatmayı planlıyordum. Ne de olsa mekânları ve imgeleri dikkate alındığında bir İstanbul hikâyesi anlatacaktım. Şöyle başlıyordu:
O güne dek, ne İstanbul’da bir Eflatun Sinemasının varlığından haberim, vardı, ne de İstanbul Sanat Günleri etkinliklerinin ilki olan “Orkidenin Gülümseyişi” filminin orada gösterileceğini biliyordum. Çocukluğunun bayramları dışında hiçbir festivale katılmamış, birkaç temsilde oynamaktan ve birkaç kitap okuyup, tamamlanmamış birkaç öykü karalamaktan öte sanatla ilişkisi olmamış biriydim ben. Belki durup dururken bu şehre taşınmama neden olan yazgım götürdü beni o sinemaya, belki sıradan bir hayata sahte, geçici ve muğlak anlamlar yüklemek için yazılmış bir oyunun kurbanıydım, belki de bütün bu olanlar sadece rastlantıdır; karar sizin. Kuşkusuz daha önce de festivalleri konu edinen kitaplarla karşılaşmışsınızdır. Anlatıcıların kendilerinden söz etmediği, belgeselci gözüyle yazılmış kitaplardır onlar. Ben de aynı tavrı sürdürmek isterdim, ama anlatacağım festivalin temalarımdan biri olduğumu anlayınca kendimden söz etme gereği doğdu. Ancak geriye baktığımda ilginizi pek çekmeyecek bölük pörçük anılardan başka anlatacak bir şey bulamıyorum. Silik biriydim ben, şu son üç günüme değin bir hikâyem bile olmadı benim. Adların kahramanlıklarla, başarılarla alındığı çağlarda yaşamış olsaydım adsız biri olarak ölürdüm.
Yeni taşındığım bu şehirde numarasına bakmadan bindiğim otobüslerin nereye gittiklerine aldırmaksızın, semt, cadde ve sokak levhalarını görmezden gelerek dolaştığım günlerden biriydi. Herhangi bir durakta iniyor, usul adımlarla birbirine benzeyen sokaklarda dikkat çekmemeye çalışarak bir şey arıyordum. Ne aradığımı da bilmiyordum; karşılaşıncaya, buluncaya değin ne olduğunu bilmediğimiz şeylerdendi aradığım. Belki bu şehre neden geldiğimi bulmaya çalışıyordum,, belki de bulamayacağımı bildiğim halde yine de aradığım olanaksız bir şeyin peşindeydim; dedim ya, karar sizin. O günü anımsıyorum. Karşıya geçmiş, vapur iskeleye yanaşırken gözüme ilişen, onlarca otobüsün beklediği meydana doğru yürümüştüm. Kapısında kuyruk olmayan tenha bir otobüse binip en arka koltuğa oturmuş, camdan, kimileri otobüs bekleyen, kimileri koşuşturan insanları izleyerek kalkış saatini beklemiştim.
Otobüs sahil yolunda epeyce yol aldıktan sonra kalabalık bulvardan ayrılıp denizi ardında bırakarak iki tarafına art arda arabaların park edildiği tek yönlü bir caddeye dalmıştı. Birkaç durak sonra dik yokuşlu bir sokak başında inmiştim. Küçük bahçeli, üç ya da dört katlı eski Rum evlerinin arasından yokuşu çıkmış, kapısındaki pirinç plakette, “Yalnızca cumartesi, pazar ve pazartesi günleri açıktır” yazılı bir kilisenin yanından ıssız bir sokağa girmiştim. Öğle güneşi bunaltmıştı, her ihtimale karşı yanıma aldığım yağmurluğumu elimde taşımama rağmen terlemiştim. Kahve içebileceğim bir yer ararken o bez afişi gördüm. Yürüdüğüm sokaktan ayrılan dar bir sokağın sonuna asılmıştı. Üstünde, sokağın başından okuyabileceğim denli büyük harflerle “İstanbul Sanat Günleri” yazıyordu.
Afiş itici olsa da kahve içebileceğim bir yeri işaret ediyor gibiydi. Yaklaştıkça, kireçle boyanmış duvarlarında hiç pencere olmadığından kaç katlı olduğunu bilemediğim bahçeli bir bina görüş alanıma girdi. Büyük bir binaydı, ama çevredeki evlerden daha yüksek değildi. Sokağa bakan duvarın köşesindeki, hemen üstüne asılı levhada “Eflatun Sineması” yazan açık kapıya yöneldim. Ne bahçede, ne kapıda kimse yoktu. Kahve umudumu tümüyle yitirmiş halde başımı içeriye uzattım. Gün ışığından kamaşmış gözlerim fuayenin karanlığında ilkin “Cafe” yazısını seçti.
Fuayede yüz kadar insan, küçük gruplar halinde, kendi aralarında konuşuyorlardı. Kimse bana doğru bakmayınca rahatladım ve “Cafe” yazısının bulunduğu köşeye yöneldim. Barın üstünde, içlerinde farklı renklerde içkiler bulunan kadehler vardı. Barın arkasındaki lavaboda bulaşık yıkayan lacivert önlüklü kıza “Bir kahve lütfen” dedim. Dönüp göz ucuyla bana baktı, “Mate ister misiniz?” diye sordu. “Hayır” diye cevapladım. Ellerini önlüğüyle kurulayıp kahveyi hazırladı. Fincanı barın üstüne bıraktı ve bana doğru iteledi. Sol elimde tuttuğum parayı uzattım. Elime bakıp gülümsedi ve o günkü içkilerin festival komitesinin ikramı olduğunu söyledi. “Bakın” dedim, “ben davetli değilim. Rastlantıyla geldim, ödemek istiyorum.”Kaşlarını kaldırıp “Hayır, para alamam” dedi ve bulaşıklarına döndü. Fincanı alıp çıkış kapısına yakın boş masalardan birine oturdum.
İnsanlar, üstünde “Salon” yazılı iç kapıya doğru kümelenmişlerdi. Birkaçı dışında ayakta duruyorlar, abartılı jestlerle kadehlerini birbirlerine doğru kaldırarak, gülümseyerek ya da kaş çatarak bir şeyler söylüyorlardı. Kadınlar derin dekolteli abiye giysiler içindeydi. Erkeklerin kimi takım elbiseli, kimi smokinliydi. Kapının yanına, üstünde kocaman, sarı bir çiçek resmi ve “Orkidenin Gülümseyişi” yazısı olan birbirinin aynı iki afiş asılmıştı. Birdenbire duyulan müzik salondaki uğultuyu bastırdı. Oturduğum sandalyeye yakın gruptan bir kadın yüksek sesle “Ah” dedi, “Bahar Ayini. “Diğerleri başlarını sallayıp onu onayladılar. Ne konuştuklarını anlamaya çalıştım ama başaramadım, sürekli “rabarba” sözcüğünü yineleyen figüranlar gibi konuşuyorlardı.
Tam bir sigara yakmıştım ki salon kapısının önündeki kalabalık gruptan elli yaşlarında bir erkek masama geldi. Şeffaf giysili, harika memeleri olan epeyce güzel bir kadın fuayedeki genç erkekleri o gruba çekmişti. Adam bana doğru gelirken gruptaki diğerleri bana dönüp şöyle bir göz attılar ve tekrar birbirlerine döndüler. Adamın yüzünde ağır bir makyaj vardı, gülümseyerek elini uzattı: Merhaba, sizi tanıyor muyum? Sanmıyorum. Ben buradan geçiyordum ve kahve içebileceğim…—Ah, ne güzel bir rastlantı. Umarım gösterimizi beğenirsiniz. Özür dilerim. Ben festivallerden hoşlanmam, sinemadan da… Özür dilerim. Özür dileyecek bir şey yok. Sizi anlıyorum, biz de hoşlanmayız. Biz derken komitedeki arkadaşlarımı kastediyorum. Deneysel bir çalışma yapmak istiyoruz. Neden bize katılmıyorsunuz? Kahvemi içip çıkmayı düşünüyorum, inanın, acil bir işim olmasa… — Haydi dostum, işler her zaman yapılır. Size yalan söylüyorsunuz diyecek kadar küstah ve anlayışsız değilim. Filmi izlemeyecekseniz bile açılış konuşmamı dinlemenizi isterim. Sonra dilerseniz… Bakın, gong da çaldı. Buyrun lütfen.
Zil sesiyle müzik yayını sona ermişti. İnsanlar salon kapısına doğru ilerlemeye başladılar, kapının önündekiler salona girmişlerdi bile. Sigaramı söndürdüm, ayağa kalktık. Adanı koluma girip diğerlerine gülücükler saçarak kalabalığı yarıp kapıya dek götürdü beni. Salona girdiğimizde diğer eliyle koltuklan gösterip kolumu bıraktı ve perdenin köşesindeki kürsüye doğru yürüdü. Kim olduğunu bile soramamıştım, tanınmış biri olmalıydı. Kapıya döndüm, ama içeri girenler yüzünden çıkmak mümkün değildi. Girenlerin baskısıyla arkadaki boş sıralara doğru yürümeye başladım. Koyu renk duvarlar eğri büğrüydü, yer yer duvardan çıkıntı yapmış farklı renkte sivri ya da yuvarlak kayalar göze çarpıyordu. Perdeyi örtmeyecek uzunlukta yüzlerce sarkıt tavandan aşağıya uzanıyordu. Şaşkınlıkla elimi duvara sürtünce bu mağara dekorunun köpükten yapılmış olduğunu anladım. Işıklandırma iki adımda bir duvara tutturulmuş meşale gibi görünen lambalarla yapılmıştı ve üstlerindeki ampullerin dalgalanan titrek ışığı alev illüzyonu yaratıyordu. Koltukların üzerine kuzu postları örtülmüştü, arkaya doğru boş bir koltuğa oturdum. Ön sıradaki koltuklar dolunca oturduğum sıraya yönelen birkaç kişi yanımdaki koltuklara oturdular. Meşaleler söndüğünde tavana monte edilmiş gizli bir spot lambanın aydınlattığı kürsü ve perdenin bir bölümü görünüyordu yalnız. Beni zorla salona sokan adam papyonunu düzelterek ve gülümseyerek ışığın içine girince sesler kesildi. Adam, “İstanbul Sanat Günleri’ne hoş geldiniz” dedi. Alkışın bitmesini bekledi ve devam etti:
Çok naziksiniz, teşekkür ederim. Bu güzel cumartesi gününde pikniğe gitmek yerine sanatla karşılaşmak ve ilişki kurmak için buraya gelmiş olduğunuz halde, bu sıkıcı konuşmayı dinlemek zorunda kaldığınız için özür dilerim. Geçtiğimiz yılların aksine, bu yıl etkinliklerimizin neler olduğunu açıklayan bir distribüsyon bastırmadığımız için konuşmak gereklilik haline geldi. Bildiğiniz gibi buradaki buluşma saatimizi gösterir davetiye dışında etkinliklerimizin nerede ve nasıl gerçekleşeceğini açıklamadık. Sizi korkutmak istemiyorum, fakat inanın bunu şu anda biz de bilmiyoruz. Açıklamaya çalışayım; komitemiz festivalimizin bu yılki temasını, sanat izleyicisinin sanat nesnesine dönüşmesi olarak belirledi. Burada sanat izleyicisi deyimiyle sanat nesneleriyle ilişkide bulunan kişi, sanat nesnesi deyimiyle herhangi bir sanat eserindeki özneler, nesneler ya da bir biçim olarak eserin kendisi kastedilmiştir. Bu ilişkinin siz katılımcılar tarafından deneysel olarak kurulmasını bekliyoruz. Müdahale edebileceğiniz bir nesnenin oluşumunu sağlamak amacıyla komite tarafından çekilmiş bir filmin festival temasının başlangıcı olmasına karar verdik. Filmimizin adı “Orkidenin Gülümseyişi”. Kuşkusuz sinema filmleri sonlandırılmış sanat nesneleridir, müdahale kabul etmezler. Yine de açık uçlu kurgulanmış, ardışık ve spontane ifade biçimlerinin yaratılmasına olanak sağlayan ve bu biçimlere bağlanabilen eserlere müdahale edebiliriz. Anlaşılacağı gibi festivalin sonraki etkinliklerinin katılımcılar tarafından oluşturulmasını bekliyoruz. Etkinlikleriniz için herhangi bir tarihsel sınırlama düşünmedik. Ancak temanın yitimini önlemek için sonraki ifade biçimlerinin sınırlandırılmasına ve adlandırılmasına karar verdik. Sizden; edebiyat disiplininde “Denizatının Sadakati” adlı bir çalışma, tiyatro disiplininde “Peygamberdevesinin Duası” adlı bir oyun ve performans disiplininde “Akrep ve Semender” adlı bir gösteri bekliyoruz. Şimdi hep birlikte “Orkidenin Gülümseyişi” filmini izleyelim. İyi seyirler.
Bu kadar iğrendiğim ve sinirlendiğim bir konuşmaya daha önce şahit olmamıştım; bir kahve için ne bedeller ödeniyor. Çıkmam, gerekiyordu, ama o an çıkarsam salondaki bütün gözler bana dönecekti. Dışarısı sıcak, salon serin, bir süre oyalanır, arada kaçarım bahanesiyle ellerimi başımın arkasında birleştirip arkama yaslandım. Yapay gülücükleri olan plastik adam alkışlarla kürsüden iner inmez spot lamba söndü. Tam karşıda, perdenin olması gereken yerde beyaz harflerle “Orkidenin Gülümseyişi” yazısı belirince alkışlar kesildi. Sonra yine karanlık oldu.
Akrep ve Semender kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Akrep ve Semender
Edebiyat
Roman
Yazar: Ahmet Karcılılar