Gülden Kale Düştü, küçüldükçe daha da karmaşık hale gelen dünyaya bir Anadolu kentinden bakıyor. Roman, modern hayatın karmaşasından sıkılıp kendi kozasına çekilerek yalnızlığı tercih eden bir yazann, kimi zaman yaşama bakışım, kimi zaman da anılarını anlattığı metinleriyle desteklenen polisiye bir kurgu içeriyor. Ayrıldığı eşinin intihar mı, cinayet mi oLduğu belirsiz Ölümüyle başlayan ve yazann sorguiamasıyla devam eden olay örgüsünün yanı sıra aşk, cinsellik, sadakat ve ihanetin değişen anlamlannı sorguluyor. Gülden Kale Düştü’de Ahmet Karcılılar yalın bir dil ve anlatımla okuru beklemediği, şaşırtıcı bir sona ya da başlangıca götürüyor.
Gülden Kale Düştü
Ay’a ve sönmüş yıldızlara…
I
Düştü
“Yine de bir edebiyat insanı olmaktan yakınmamalıyım. Herhalde bundan daha ağır yazgılar da vardır…”
Francisco Acevedo / Yazı Üstüne Konuşmalar
Gülden Kale düştü.
Bunu biraz önce anımsadım.
Biraz önce yani evimin ortasındaki, şimdi üzerinde yattığım kilim desenli halıya düştükten sonra, hiç beklemediğim halde gerçekleşen Jaromir Hladik’in mucizesine benzer dileğimle başlayan durgunluğun ve sessizliğin ortasındayken ve tam da yeni bir dilekte bulunmayı düşünüyorken, bunun için izin verildiğini gösterir bir işaret gibi çalan kapı zilini duyduğum zaman.
Buradan yatağımı, yatağımın hemen üstünde asılı Matisse’in Nu Bleu röprodüksiyonunu, Marcus Miller konulu Uslutekin fotoğrafını, elbise dolabımı ve mutfak tezgâhını görmem olanaksız. Tezgâhın iki yanına yerleştirdiğim buzdolabı, fırın ve çamaşır makinesi ile banyo kapısını, kapıdaki askıya sıralanmış havluları da öyle. Düştüğümde başım koltuğun yan tarafına geldiğinden odanın arkada kalan iki cephesini göremiyorum. Yattığım yerden ancak karşı duvardaki, özenli bir takvimden kesip çerçevelettiğim kaya resmi tablolarını, yemek masasından bozma çalışma masamı, kitaplık niyetine kullandığım gümüşlüğü, dış kapıyı ve vestiyeri görebiliyorum, ama pek net değil; düşmemek için çabalarken alnımdan süzülen damlalar gözlerime dolduğu için her şey bulanık. Koltukların, masanın, sehpaların üstündeki açık ya da kimi sayfaları işaretli kitapları, üzerine notlar, bitmemiş öyküler, özetler yazdığım teksir kâğıtlarını, rastlantıyla bulduğum bir sözcüğün peşinde koşarken karıştırdığım ama kitaplıktaki yerine kaldırmadığım ansiklopedi ciltlerini belli belirsiz seçiyorum.
Dolayısıyla, şimdi, ne tam başımın hizasında tavana asılı lambanın biraz altında karşılıklı öylece durmuş kanatlan açık iki sineği ne de dileğimden önce ekran koruma moduna geçmiş bilgisayarımın karanlık ekranında duran (artık kaymadıklarından eminim) beyaz noktalar gibi, pencerenin aralık perdelerinden sızan güneş ışığıyla boşlukta kıpırtısız parıldayan toz zerreciklerini görebiliyorum.
Yine de tabloların yanında asılı büyük duvar saatinin epeydir üç olduğunun farkındayım. Kitaplığın önündeki vantilatörün hız göstergesi parlıyor olsa da dönmediğim biliyorum. Müzik setinin CD çalma tuşuna, çalışmaya başlamadan biraz önce basmış olduğum halde, Scarlatti kantatları söyleyen Nancy Argenta’nın sesini artık duymuyorum. Bu kötü ama hiçbir şey duymamamın katlanılabilir bir tarafı da var; kaldığım binanın önündeki bulvarın kimi zamanlar katlanılmaz hale gelen gürültüsünü de duymuyorum.
Sabah sıkıntıyla uyanmıştım. İçimdeki sıkıntının uyanmadan hemen önce gördüğüm düşten mi, yoksa yatmadan önce -neredeyse altıydı, başım dönüyordu ve yorgunluktan kusmak üzereydim- vişne suyuyla atıştırdığım büyükçe kesilmiş iki kek diliminin midemde yarattığı gazdan mı kaynaklandığına karar veremeden yatağımın yanındaki komodinin üstünde duran dijital saate bakmıştım; ne sabahı, saat 12.46’ydı.
Pencereleri açıp odayı havalandırmış, duşa girerken bir yığın salağın böyle öldüğünü, yatmadan önce abur cubur ne bulurlarsa yediklerinden, kalplerini sıkıştıran gaz yüzünden uykudayken geberip gittiklerini düşünmüştüm. Sonra da bana bu denli sıkıntı -en azından bir kısmım- veren düşü hiç anımsamadığımı fark etmiştim.
Duştan sonra odamda ileri geri yürürken tanıdığım bir doktorun söylediklerini düşünüyordum. Bir sohbet sırasında bana -her ne kadar göz doktoru olsa da-, kırk yaşından önce kalp rahatsızlıklarına pek rastlanılmadığını söylemişti. Daha otuz dört yaşındaydım. Kimi zaman göğsümün orta yerinde, göğüs kafesimin birleştiği yerde bir kasılma oluyor, sanki kalbim bir süre hiç atamamış da içinde biriken kam birdenbire pompalamış gibi kasılma gevşemeye dönüyordu. Böyle zamanlarda kanın sol mememin altından bedenime yayılışını hissederdim. Bunu anlattığımda arkadaşım epey gülmüştü. “Gaz olabilir” demişti. “Kuşkuların sıkıntını artırıyor ve abartıyorsun. Korkma, bir şey olmaz.” Bu açıklamayı bahaneye dönüştürdüğümden ya da belki de korkunç bir tanıyla karşılaşmaktan korktuğumdan hiç kalp doktoruna da gitmemiştim.
Yürürken eski bir hileye başvuruyordum; birdenbire çömelip bir süre bekliyor, sonra doğrulup yürümeye devam ediyordum. Önceleri gazımı böyle kandırırdım. Birdenbire çömelince gaz bedenimin içinde sıkışır, artık nereye daha yakınsa aşağıdan ya da yukarından çıkıp giderdi. Ancak her düşman zamanla kendini geliştiriyor; çoktandır bu taktik de işe yaramıyordu.
Göğsümü sıvazlayarak masamın başına oturduğumda, gördüğüm düşü hâlâ anımsayamadığım için hayıflanmıştım. Yattıktan sonra, henüz uyumamışken aklıma iyi öyküler gelir ya da gecenin bir yarısı esin kaynağı olabilecek düşlerden uyanırdım, ama tembellikten kalkıp not almazdım. “Sabah bir kenara yazarım” diye düşünürdüm, ama çoğunlukla unuturdum; birçok iyi öykümü, daha doğmadan bu şekilde yitirdim. Not defterimi başucuma koyup yattığım birçok gece boyunca -bilinçaltının bir şakası olsa gerek-esin perisi uğramadığından bu davranışı alışkanlık haline dönüştürememiştim.
Düşümü anımsamaya çalışarak bir sigara yakıp bilgisayarı açtığımda ekranın altındaki saat 13.41’i gösteriyordu. On yıldır, üzerinde sürekli çalıştığım halde öykülerini bir türlü netleştiremediğim, kurgusu, kahramanları, mekânı ve zamanı sürekli değişen bir romanla -roman olmasını istediğim bir şeyle- boğuşuyordum. Benim diyebileceğim bir romanı bilinçaltımı deşmeden yazamayacağım kaygısına kapılmıştım; düşlerimi anlamlandırmadan, kendimi ortaya koymadan, unuttuğum ya da unutmaya çalıştığım, belleğimin derinliklerinde saklanmış anıları ortaya çıkarmadan planladığım kurguların kendimi anlatmak için yetersiz olacağını düşünüyordum. Bunun için anlamsız bile olsa rastlantısal bir sözcüğün peşine takılıp, çoğu zaman yaptığım gibi çalışmaya başlamadan önce aklımı olabildiğince boşaltarak herhangi bir plana, kurguya zaman tanımadan,.çalakalem bir metin yazmaya hazırlandım.
Basic’in “random” komutunu kullanarak kısa bir program yazmıştım. Program önce 1’le 9 arasında rastlantısal bir sayı bularak sözcüğün kaç harfli olacağını saptıyor, sonra da döngüyü bu sayı kadar çalıştırıp, 1’le 29 arasında yeni rastlantısal rakamlar buluyordu. Sonra her rakamın alfabedeki karşılığım yan yana ekrana yazıyor, ben de ne uzunluğuna -dokuz harfe dek- ne de harflerine karıştığım bir sözcük elde etmiş oluyordum. Sözcüğü metnin başına yazıp harflerin birlikteliğinin bende yarattığı etkiyle aklıma geleni yazarak bir metin oluşturmaya çalışıyordum. Tam programı açtığımda telefon çalmıştı.
– Efendim?
– Dünyanın en yakışıklı, en zeki ve en karizmatik erkeğine merhaba demek istedim. Mutlu pazarlar efendim.
– Pis yağcı… N’aber?
– İyiyim. Denize ineceğim birazdan. Müsaitsiniz değil mi?
– Bugün pazar demek, ben de “Niye işe gitmedim” diyordum. Anlat, müsaitim.
– Bugün geleniniz gideniniz yok mu?
– Yok, elimde kaldı.
– Verdiğiniz bölümleri okudum, dönünce geri veririm. Ayy, Karmancığım, dernekte işler çok karıştı yine.
– Ne oldu yine?
– Biliyorsunuz ben yönetim kurulundan ayrılmak için istifamı vermiştim, şu lokal müsteciriyle sürtüşmem yüzünden. Sizin haberiniz yok, ama Kâmil müstecire karşı yanımda olacağına söz verdiği için Kuşadası’na gelmeden önce istifamı geri almıştım.
– Eee?
– Fikret galiba Kâmil’in içki borcunu silmiş, Kâmil bana yine cephe aldı.
– Nereden biliyorsun?
– Dün telefon ettim Kâmil’e, birbirimize girdik Fikret yüzünden.
-Aman Filiz, her aradığında dert yanıyorsun. Ta Kuşadası’ndan dernek kulislerini sürdürüyorsun. Bıktım artık Kâmil salağının neler yaptığım dinlemekten. Bana ne ya? Git istifa et, etmeyeceksen bana anlatma.
– Tamam canım, kızmayın. Söyleşiniz nasıl gitti?
– Ne kadar abuk soru varsa sordular. Yani, ben başka şeyler anlattım, onlar başka şeyler sordular. Eve dönerken arabada Ediz’le konuştuk. O da çok kızgındı, kitabı çıktığında kesinlikle söyleşi, röportaj, imza günü filan yapmamakta kararlı olduğunu söyledi.
– Karmancığım, inanın orada olmak ve söyleşinize katılmak isterdim. Bizimkileri dönmek için zorladığım halde olmadı, iznimin sonuna dek beni bırakmayacaklar anlaşılan. Onlar da eylül sonuna dek kalmayı düşünüyorlar.
– Yüz yaşına geldin hâlâ anne kucağında uyuyorsun. Nasıl buldun yeni yazdıklarımı ?
– Ayy, nasıl söylesem? Çok güzel ama biraz karışık. Anlaması zor, ama çok güzel. Bir de adımı bir kahramanınıza vermeniz çok hoşuma gitti. Oradaki Filiz benim galiba.
– Bilmem. Sen misin? – Ediz de var sonra, çevrenizdekileri yazmışsınız ama olaylar kurmaca, öyle değil mi? Metindeki Filiz de ben gibi hemşire, üstelik konuşması da bana benziyor. Size ben gibi hitap ediyor. Bana öyle gibi geldi.
– Sen olduğunu anladın demek? Kutlarım.
– Gülmeyin Karmancığım. Sizi bir akşam Kuşadası’na çağırmam, gizlice odama almam, sonra annemler fark etmesin diye sabaha karşı gitmenizi istemem çok romantikti. Sanki bizim yazlığın olduğu yeri biliyor gibisiniz. Bütün ayrıntıları yazmışsınız, arabayı yan sokağa park etmeniz, bahçe duvarından atlamanız filan…
– Bütün sayfiyeler birbirine benzer.
– Ama başka bir bölümde polisler beni sorguya çekerken, ben bu bölümleri önceden okuduğum için sizin Kuşadası’na, bana geldiğinizi söylüyorum. Burası biraz karışık geldi. Yani Kuşadası’na gerçekten gelip gelmediğinizi anlayamadım.
– Neyse, bittiği zaman daha anlaşılır hale gelir.
– Bu kurgu çok hoşuma gitti, dönmeden realize edebilirim sanırım.
– Beklerim efendim.
– Bütün kızlar için böyle kurgular yazabiliyor musunuz ?
– Genelde kendileri yazıyorlar, ben gerekirse yardımcı oluyorum.
– Ay çok hainsiniz.
– Hadi görüşürüz canım, çalışmam gerek.
– Tamam canımcığım, iyi çalışmalar, mutlu pazarlar.
– Sana da…
Rastlantı, ekranda yanıp sönen bir soru işareti halinde bekliyordu. Run tuşuna bastım. Bilgisayar soru işaretini 3 rakamına dönüştürdü. Döngü 3 kez çalıştı, altta, sırasıyla 6,15, 16 rakamları göründü ve rakamların tam altında “E”, “L”, “M” harfleri belirdi. “ELM”; hemen Word’u açıp sayfanın başına bu harfler dizisini ve dizinin aklıma getirdiği ilk cümleyi yazdım. Sonra hızla aklıma gelen her şeyi yazmaya başladım, “elem, elim, ölüm, Elm Sokağı, elif, lam, mim, elma.” Elma? Elmanın üzerine gidebilirdim sanırım. Elif, lam ve mim’le başlayan modern bir Âdem ile Havva öyküsü olabilir ya da öykü aslında baştan sona Freddy’nin Kâbusu’dur ve Elm Sokağı’nda elim bir ölüm sonrasında yaşananları anlatmaktadır.
Yazdığım metni yazıcıya gönderip başka bir dosya açtım, başım birdenbire aşırı derecede kaşınmaya başlamasaydı daha da yazacaktım. Başımı kaşıdım, ama elimi başımda hissetmedim. Bir gariplik olduğunu anlayıp elimdeki sayfaları masaya bıraktım, küllükte kendi halinde tüten -galiba- beşinci sigaramı söndürdüm. Kollarım ve sol bacağım karıncalanmaya başlayınca kalkıp yürümek istedim.
Gülden Kale Düştü kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Gülden Kale Düştü
Edebiyat
Roman
Yazar: Ahmet Karcılılar