Küçük bir kalem dairesinde görev yapan Ahmet Bey, kendisini olduğundan daha asil ve saygın göstermeye çalışan, abartılı tavırlarıyla dikkat çeken bir devlet memurudur. Meşrutiyet’in ilan edildiği sabah, coşkulu bir sevinçle dairesine gelir. Fakat hadiseyi saltanat idaresinin oyunu sanarak, Hürriyet coşkusuna katılmayan arkadaşlarının duyarsızlığına çok şaşırır.

Müthiş ve yüksek sesli sloganlarıyla herkesi bir anda coşturur. Kimse ne olduğunu bilmeden gittikçe kalabalıklaşan bu topluluğa ayak uydurur. Ahmet Bey, bir anda Hürriyet kahramanı oluvermiştir. Öyle ki sıradan olarak gördüğü Ahmet isminin bile kahramanlığını taşıyamadığını düşünür ve adını “ışık saçan” anlamına gelen “Efruz” ile değiştirir.

Daha birçok abartılı olaylar yaşanır. Sokaklar, caddeler Efruz Beyin konuşmaları için dolar, taşar. Ta ki gerçek İttihat ve Terakki Cemiyeti dairelerine çağırana kadar…

Bu küçük romanı Elfuz Beyefendinin kendisine hediye ediyorum.

Sevgili Efruz!

Hayatından şu birkaç levhayı yazarken ihtimal biraz mübalağacı güründüm. Ne yapayım? Bu benim mizacım… Bunun için kızma. Beni affet! Hem emin ol ki. maksadım ne seni tahkir, ne de maskara etmek… Hakikati görüldüğü gibi. edebiyat yapmadan yazmak istedim. Muvaffak oldum mu? Bilmiyorum. Fakat okuyunca samimiyetimin derecesini herkesle beraber sen de anlayacaksın. Herkes seni bizzat kendi kadar tanır. Elfruzcuğum! Bugün hiç kimse sana yabancı değildir’ çünkü sen “hepimiz” değilsin, değilsen bile “hepimizden bir parça’sın…

Ömer Seyfettin

HÜRRİYETE LAYIK BİR KAHRAMAN

Ahmet Bey kaleme girince arkadaşlarına şöyle bir baktı. Güldü, Boyun kırdı. Başını salladı.

“Nasıl, gördünüz mü?” dedi.

Yirmi dört saat önce Allah’tan çok Abdülhamit’ten korkan kâtiplerin henüz benizlerine kan gelmemişti. Hepsi, henüz dinmiş bir fırtınanın kuytulara savurduğu sonbahar yaprakları gibi solgundu. İçlerinde korkunç bir “kuşku” çarpıyor, sormadıkları bir “Acaba”, sökülmez bir hıçkırık ıstırabıyla boğazlarına tıkanıyor, dalgın dalgın birbirlerine bakışıyorlardı, Ahmet Bey koltuğuna olurdu. Parlak beyaz kolluklarım yenlerinden fırlatan hususi bir hareketten sonra fesini çıkardı. Masanın üstüne koydu. Bir çelik yay gibi kuruldu. Kabardı:

“Yoksa hâlâ haberiniz yok mu?” diye tekrar güldü.

Bütün kalem ondan bir “Babıâli kuşkusu” ile korkardı. Bir sene evvel iki bin beş yüz kuruş maaşla “bâ irâde i seniyye”(padişah irdesiyle) gelen bu beyi amirleri hafiye, asıları “Jön Türk” sanırlardı. Kendisi Galatasaray’dan, Mülkiye’den… Bazen de aşiret mektebinden birinci çıktığı halde mabeynin emri üzerine diplomasıyla altın maarif madalyasının kendisine verilmediğini söylerdi: Amirlerinin kanısına göre bu “altın madalyayla diploma” mabeynde, başkâtip paşa hazretlerinin çekmece sindeydi. Eğer bu diploma Ahmet Beyin elinde olsaydı hemen Avrupa’ya kaçacak, yedi düvelden hangisini isterse birisinin hizmetine girecek, maazallah… Efendimizi rahatsız edecekti! Fakat hariciye dairesinin koridorlarında ödlekliklerine rağmen yine dedikodu yapmaktan çekinmeyen züppeler Ahmet Beyin Galatasaray’dan kovulduğunu anlatırlar, her tarafa yayarlar, arkasından alay ederlerdi. Pek gençti. Pek yakışıklıydı. Pek kibardı. Pek zengindi. Pek alimdi. Pek edipti. Kimin nesi olduğunu kimse bilmiyordu. Ama herkes onun görünen şekline inanıyor, saygı göstermede kusur etmiyordu. Son numara bir moda gazetesinden canlanıp hayata fırlamış canlı bir resim kadar şıklı. Sağ gözüne taktığı soğan rengi tek gözlüğünü düzelterek:

“Hepiniz korkuyorsunuz, be!” dedi. “Yoksa haberiniz yok mu?”

Çekirdekten yetişme tam bir Babıâli ürünü olan köse mümeyyiz, sanki hiç bilmiyormuş gibi sordu:

“Neden haberimiz olacak? Ne var?”

Ahmet Bey. en müşkül mevkilerle en tehlikeli zamanlarda yaptığı asabi bir hareketle gözlüğünü tuttu. Yavaş yavaş doğruldu. Ayağa kalktı. Mümeyyize dik dik baktı. Acaba bu bir “istibdat” taraftan mıydı? Lakin ne cesaret!..

“Hürriyetin ilan olunduğunu daha duymadınız mı?” diye haykırdı.

Kalem kalktı, bu, zavallı iki cami arasında kalmış beynamazlar, ne yapacaklarını şaşırdılar. Biraz cesurları bu korkunç Jön Türkün ceplerinde boğucu gazlar çıkaran küçük küçük müthiş bombacıklar var sanıyorlardı. Bazen bıyık altından “cehennem leblebileri” dediği bu bombalardan, ya kızıp bir ianesini onaya atarsa… Bir anda Babıâli dünya yüzünden silinecek bir mezar, bir harabe olacaktı! Lakin eski buruşuk olan istanbulinli köse mümeyyiz, öyle denemeden kuru gürültüye pabuç bırakır takımından değildi.

İri hem o vakte göre şahane burnunu kaldırdı:

“Sizin gibi bu sabahki gazeteleri biz de okuduk oğlum” dedi.

Ahmet Bey. yine hiddetle sordu:

“Hiçbir şey anlamadınız mı?”

“Ne anlayacağız?”

“Hürriyetin ilanını…”

“Hangi gazetede?”

“Hepsinde.”

Mümeyyiz sıska sarı elleriyle titreyerek masasının

sol gözünü çekti. İki gazete çıkardı. Tehlikeli bir şeymiş gibi yavaşça önüne koydu:

“İşte Sabah ile İkdam… İlanat taraflarını bile okudum. Öyle hürriyete dair bir şey yok.”

Hürriyetin ilanını ilanlar sahifesinde aramasında ne nükte olduğunu anlamayan Ahmet Bey, bunu mümeyyizin hakaret etmek istemesine yordu. Çöllerin uçsuz bucaksız dinginliğine haykıran erkek bir arslan gibi kükredi:

“Siz artık bu devre layık adamlar değilsiniz, İlanlar sütunlarında hürriyet ilanı arıyorsunuz. Hayır, hayır, hayır… En başa bakınız. Orada bir tebliğ var, işte bu tebliğ hürriyeti ilan ediyor.”

Kâtipler önlerine bakıyorlar, her ihtimale karşı bu tehlikeli tartışmayı hiç işitmiyor gibi davranıyorlardı. Mümeyyiz, kırmızı çuha kılıfından gümüş gözlüğünü çıkardı, taktı. Sabah’ı açtı. Tebliği buldu. Okudu. Sonra Ahmet Beye döndü:

“Kanunu Esasi hakkındaki tebliği mi söylemek istiyorsunuz?”

“Evet.”

“Fakat bu tebliğde hürriyete dair bir şey yok.”

“Siz hürriyeti ne sanıyorsunuz’? İşte Kanunu Esasi… Kanunu Esasi hürriyet demektir.”

Köse mümeyyiz geniş bir nefes aldı, Astarı parçalanmış kalın kahverengi perdeli büyük pencerelerden sıcak bir yüz havası, altıgen şeklinde ince uzun bir kibrit kutusunu andıran karanlık kaleme giriyor; sigara. kâğıt, mürekkep, nefes kokularının rutubete karışmasından oluşmuş ağır bir havayı… ıslak tavuk kokusuna benzeyen bu ağır havayı buhar [aştırıyordu.

Ahmet Bey terliyor. yerinde duramıyordu.

Görünüyordu ki, hâlâ kalem şüpheliydi. Halbuki o la yerinden, yani mabeynden haber almıştı. Bu sahiydi. Fakat nasıl olduğunu bilmiyordu. Herkesten ismini, münasebette bulunduğunu sakladığı koruyucusu olan paşaya dün gece “kulluğunu arz ederken” kendisine,

“Yarın hürriyet ilan olunacak” demişti. “Efendimiz emretti. O kadar önüne geçmek… bu Jön Türk rezillerinin yakalanmasının mümkün olmayacağını anlatmak istedik. Kâr etmedi. Allah sonumuzu hayır et

O ana kadar tamamıyla mabeyne mensup geçinen Ahmet Bey velinimetinin konağından çıkarken o kadar “hürriyetperver”di ki yanında Namık Kemal’le Mithat Paşa halis baskı rejimi taraftarı kalırlardı, sokak tenha idi. Evine doğru yürüdü, Nişantaşı’nın daha bir şeyden haberi yoklu. Komşu konaklarda vur patlasın, çal oynasın, saz âlemleri devam ediyor; uzak yakın piyano sesleri işitiliyordu. Ahmet Bey o gece hiç uyuyamadı. Böyle yüce, böyle mutlu bir günü bu kadar hasretle, bu kadar özlemle beklediğinin şimdiye kadar niçin farkına varmadığına şaşıyordu. Bu müjdeyi ilk haber alan kendisi olduğu için sonradan duyacaklara karşı ruhunda büyük bir üstünlük duyuyordu. Bütün İstanbul halkına, bütün Türkiye’ye, hasılı herkese bugün üstündü. Yarın hürriyeti kabul eden bütün Osmanlılar arkasından geleceklerdi. Bunları düşüne düşüne sabahı dar etti. Siyah…

"

Efruz Bey kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Efruz Bey (1919)

Efruz Bey

Klasikler Roman
Yazar: Ömer Seyfettin  
İlk Basım: 1919