Yeni bir gün doğuyordu. Milyonlarca defa doğmasına rağmen hiç eskimeyen bir şeydi sabah, her defasında yeniydi, her defasında taze, her defasında kuşlarla geliyor, her defasında beliren aydınlıktan yeni bir şeyler ummamızı sağlıyordu.

Aydınlık çoğaldıkça artıyordu kuş sesleri, kargalar yorgun sesleriyle bana çocukluğumu, hayallerimden hiç kaybolmayan çimen kokulu meyve bahçelerini hatırlatıyordu, dağınık düşünce yumağının içinde aşklarla ilgili kederli bir iplik vardı, ucunun nereye bağlı olduğunu sezemediğim bir iplik, bir de katillerin öldüğünü düşünüyordum, bunu neden düşündüğümü bilmeden.

Yollar sessiz, binalar uykuluydu, kuşları görmüyordum, yalnızca sesleri geliyordu, bir iki fıstık çamını, çiçeklenmiş bir meyve ağacını görüyordum; onların dallarına saklandılar herhalde diye düşündüm, gece biterken ötmeye başlıyorlar, aydınlık yerleşince susuyorlardı. Parlak, tek bir notayla dümdüz gidiyordu sesleri, sonra bir gökkuşağı gibi çeşitli notalara ayrılarak çoğalıyordu.

Gün ağarırken, yalnızken hep olduğu gibi, aşkı ve ölümü düşünüyordu insan. Berrak ve neşeli bir fıskiye gibiydi kuş sesleri. Aşklarla yaralanıyorduk ve katiller de ölüyordu öldürmelerine rağmen. Doğan günden beklediğim bir şeyler vardı ve beklediğim bir şeyler olduğu sürece yaşlanmayacağımı biliyordum, yaşlanmak beklemekten vazgeçmekti, sabahın yeni bir şey olduğuna inanmamaktı yaşlanmak.


AŞK ÇIPLAK GEZER

Bir orospuyu azize yapar aşk ve bir azizeyi orospu.

insanların kat kat sarındıkları, her bir katın diğerini gözlerden sakladığı, birbirine benzemeyen ve rengârenk tüller gibi o anda ruhlarında esen rüzgâra göre yer ve renk değiştiren kimliklerinin en üstte kalanını görürüz biz ve aşk, keskin ve ışıltılı bir bıçak gibi bütün o tülleri parçalayarak en derine iner, inci avcılarının ustalığıyla, o derinlerde istiridyeler gibi kendi üstlerine kilitlenmiş gizli kutuların kapaklarını açar, uçarı bir çapkından sevecen bir adam, oynak bir kadından sadık bir eş, ürkek bir genç kızdan tutkulu bir yosma çıkartır ortaya.

Ve aşk çıplak gezer.

insanlar nedense en çok kendi derinliklerinde gizli olandan korkarlar, ama merak da ederler korktukları şeyi, merakla korku birbirine karışır, kendi içlerine doğru bir adım atıp sonra geri çekilirler. Hem derinliklerindekini gizlemek için tüllerine sarınırlar hem de tüllerini parçalayacak bir çıplak bıçak ararlar.

Sevmeden sevilmeyi istemelerinin asıl nedeni budur, sanırlar ki sevmeden sevilirlerse eğer, tülleri parçalanmadan derinliklerde saklı olanlar gözükür onlara, kimseye göstermeden kendileri görebilirler orada olanları ve böyle düşünenler hep yanılırlar.

Aşk çıplak gezer çünkü ve bir bıçak gibi parçalar tülleri ve a§ka dokunmak için soyunmak gerekir.

“Beni bırakma” diye inlemek, orospunun içindeki sadakati, azizenin içindeki oynaklığı ortaya çıkarmak, çapkının sevecenliğini, cesurun korkusunu, yiğidin telaşını, akıllının şaşkınlığını, güçlünün zaafını ele vermek gerekir, görünmeyenin görünür olmasına, dokunulmayanın dokunulur kılınmasına ihtiyaç vardır.

Ve insanlar en çok kendi derinliklerinde gizli olandan korkarlar ve en çok korktukları şeyi merak ederler.

Bilmeseler de hissederler ki haz en derinde olanın, gizlenenin hemen yanındadır ve acı hazzın yanında durur, en acıyacak yerdir o en derinde duran ve aşk bir bıçak gibi dokunur oraya ve hazdan acıyı, acıdan hazzı yalnız aşk yaratır.

Bir orospuyu azize yapar aşk ve bir azizeyi orospu.

O kat kat tüllerin altında neler gizli, tüllerin sahibi bile bilmez ve hep görmek ister görmekten korktuğunu.

Aşktan kaçarak aşkı yakalamak ister herkes ve herkes yakalamaktan korkarak aşkı kovalar.

Ve aşk çıplak gezer ve aşka dokunmak için soyunmak, cesareti, gücü, orospuluğu, aklı, bilgiçliği, tecrübeyi, yiğitliği, oynaklığı birer birer atmak gerekir.

Aşka dokunan herkes yangına dokunmuş gibi dehşetle çeker elini önce, parçalanan tüllerinin ruhunu darmadağın eden depreminden kaçmaya uğraşır, hastalanmış bir çocuk gibi tüllerine sarınmaya çabalar, inkâr eder her şeyi, ‘bu sadık kadın ben değilim” der, “bu ağlayan erkek ben olamam” ve aşka dokunan herkes kaçmaya uğraşırken bağlanır aşka, en derinindekine usulca alışır sonunda, sever kendi içindekini aynı âşık olduğunu sevdiği gibi.

Aşk, sevdiğine olduğu kadar kendi derinindekine de bağlar insanı, bir başkasına âşık olduğun sürece kendine de âşık olursun, kendi çıplaklığına da tutkunsundur artık, kendi çıplaklığını da seversin bir başkasını severken.

Sonra çıplak yerinin acıdığını hissedersin, özlemin sarsıntısını, kıskanmanın kavuruculuğunu, tüllerine sarınmışken duyduğun özlemlere ve kıskançlıklara hiç benzemeyen yeni duygular olarak yaşarsın.

Ve aldığın hazzın başka hiçbir hazza benzemediğini keşfedersin.

Aşk çıplak gezer.

Aşka dokunmak için soyunmak, bütün tüllerinin parçalanmasına razı olmak gerekir. .

Görmekten en çok korktuğunu, en derinindekini görürsün.

Ve âşık olduğunda, bir başkasını sevdiğin kadar seversin kendini.

Hazla ve acıyla kavrulmayı öğrenirsin.

Ve âşıkken çırılçıplak gezersin.

Yalnızca âşıkken kendini çırılçıplak görürsün, gördüğünden korkup gördüğünü severek.

Bir orospuyken bir azize, bir azizeyken bir orospu olursun ve ancak âşıkken anlarsın arada bir fark olmadığını.


UÇ NUMARALI KONÇERTO

Vazgeçemeyeceğim kadar kıymetli değil hayatım, ben şanslı olanlardanım, hayatımdan daha kıymetli bir şeylerim var benim, öyle altı imzalı boş mukaveleler taşımıyorum koynumda, hayatım karşılığında anlaşmalar yapmıyorum.

Çıplak ayaklarının altında keskin pürtüklü kayalıkları, her seferinde “belki de bu son” diyerek hissedip kendini bir uçurumdan aşağıya, bir avuç gözüken denize bırakan Amazonlar’ın o yabani çocukları gibi korkudan ürpererek bırakırım kendimi uçurumlara.

Siz bir sonsuza doğru düşmeyi bilmiyorsunuz, sonuncu kez olup olmadığını bilmeden ciğerlerinize doldurduğunuz geniş bir solukla, gözleriniz serin bir rüzgârla yanarken, dimdik, korkuyla ve şehvetle titreyerek bir uçuruma uçmayı bilmiyorsunuz siz.

Hayatınız kıymetli, hayatınızdan daha kıymetli bir şeyiniz yok çünkü.

Koynunuzda altı imzalı boş mukaveleler taşıyorsunuz, küçük bir kumarbazın işaretli kâğıtları dağıttığı gibi dağıtıyorsunuz onları ve her seferinde kaybediyorsunuz bütün küçük kumarbazlar gibi.

Siz o filmi gördünüz mü?

Hayatından, geleceğinden, ailesinden ve aklından vazgeçmek pahasına o “üç numaralı konçertoyu” çalan piyanistin filmini gördünüz mü siz?

Rachmaninov’un “üç numaralı piyano konçertosunu’ Rachmaninov’un önünde çalıp o ünlü Rus kompozitöre, “çalarken ruhuma dokundunuz” dedirten ve sonra sol kolunu bir felce kaptırıp sakat kalan hocasının,

“piyano bir canavardır, onu denetleyemezsen yutar seni” dediği genç piyanistin, bir canavar tarafından yutulmayı göze alarak “üç numaralı konçertoyu” çalmak için ihtirasla titremesini seyrettiniz mi?

Hazırlıksız ve kırılgan bir ruhun taşıyamayacağı kadar büyük bir duygusal coşku gerektiren bu parçayı çalarken, yanlış sevgilerle örselenmiş ruhunu ortaya koyan o piyanistin, dünyanın en zor piyano parçası denilen konçertoyu çalabilmek için sağlığını, geleceğini ve bütün hayatını tehlikeye atmasını aptalca bulmadan önce, bir insan neden hayatını bir piyano parçası çalmak için tehlikeye atar diye sordunuz mu? Gizlilerde bir yerde böyle bir soru saklıyor musunuz; bir gün lazım olur da belki sorarım diye, hayatınızın bir bölümünde böyle bir soru hazırlayıp koydunuz mu bir yanınıza?

Siyah smokini, bağlı olduğu baştan bağımsız ayrı bir canlı gibi kıvır kıvır uçuşan saçları ve kalın gözlükleriyle piyanonun başına gelip parçayı çalmadan önce gözlüğünü çıkartarak keskin bir bıçak gibi simsiyah parıldayan piyanonun üstüne koyan o genç çocuğun, dokunduğu her notayla geleceğinden ve hayatından bir parçayı tuşlara bıraktığı o konserde, olağanüstü bir duyarlılıkla çaldığı parçanın bitiminde kendisini ayakta alkışlayan kalabalığın önünde selam verirken yıkılıp kalıvermesini görmelisiniz.

Bir insanın hayatından kıymetli ne var ki, onun uğruna, bir piyano parçası için hayatını veriyor diye sormalısınız.

Ruhunda ve aklında ne varsa, hepsini son katresine kadar “üç numaralı konçertonun” ışıltılı tınılarına terk eden o çocuğun zaten kırılgan olan iç dünyasının, bir Zümrüdüanka yumurtası gibi çatlayıp kendi içindeki büyülü ku§un üstüne çökmesini ve o çocuğun o parçayı çaldıktan sonra on yedi yılını akıl hastanelerinde geçirmesini anlamak zor, eğer hayatınızda hayatınızdan daha kıymetli bir şey yoksa.

Sizin hayatınızda çalmak için uğruna hayatınızı vereceğiniz bir “konçerto” yok mu?

“İşte bunun için yakarım geleceğimi” dediğiniz bir “parça” bulunmuyor mu repertuarınızda?

Yoksa eğer, bu, hayatınızda hayatınızdan daha kıymetli bir şey bulunmuyor demektir.

Kolay anlaşmalar yaparsınız o zaman. Budalalar karşısında susar, zorbalar karşısında eğilirsiniz.

Koşumları yalandan, kırbacı çıkarcılıktan yapılmış arabalara koşulursunuz siz de.

“Hayır” demeyi unutursunuz.

Herkese dağıtırsınız o lanet olasıca boş mukavelelerinizi.

Katiller efendiniz olur, sahtekârlar padişahlık taslar size, kulaklarınız artık hiçbir müziği duymaz, ruhunuz kayalara çarpıp terk edilmiş eski bir gemi gibi yosunlanıp çürümeye koyulur ve ortak bayağılıkların içinde atarsınız kulaçlarınızı.

Ve inanın, hayat, içi boşaldıkça ağırlaşır. Taşınması zor bir yük olur.

O boşluğu saklamak için siz de başlarsınız yalanlara, ne kadar boşahrsa hayatınız o kadar çok. yalan söyler, cakalanırsınız ve boş bir hayatı taşımanın aslında nasıl da büyük bir akıllılık olduğunu anlatmaya koyulursunuz.

Biliyor musunuz, romantiklerin sonuncu büyüğü denilen Rachmaninov, besteciliğinin yanı sıra çok da önemli bir piyano virtüözüydü, çocuk yaşında saraylarda konserler vermeye başlamıştı, dokuz yaşındayken gittiği bir asilzade konağında çaldığı bir parçanın ona yerinde daha etkileyici olmak için esas çarpıcı akoru basmadan önce ellerini tuşların üstünden kaldırıp bir an beklemişti ve o sırada müzikten pek de anlamayan yaşlı bir kontes çocuğun parçayı unuttuğunu sanıp şefkatli bir sesle, “istersen daha iyi bildiğin bir şey çal” demişti.

Daha iyi bildiğiniz bir şey çalmak ister misiniz yaşlı konteslerin şefkatine sığınıp? Yoksa müzikten anlamayanların şefkatini reddedebilecek misiniz?

Uğruna geleceğinizi mahvedeceğiniz, akıl hastanelerine, hapishanelere, sefaletlere düşeceğiniz bir “üç numaralı konçertonuz” var mı?

“Ben bunu çalacağım” dediğiniz bir parça.

“Bunu çalacağım ve başka da bir şey çalmayacağım”

dediğiniz bir konçerto için kamaşıyor mu yüreğiniz, parmaklarınız kıpır kıpır oynaşıyor mu içinizde?

“Hayat bir canavardır, onu denetleyemezsen yutar seni” deyip vuruyor musunuz hayatın akorlarına, konçertonun bir ucundan girip öbür ucundan ter içinde ve çıldırarak çıkıyor musunuz?

Vazgeçemeyeceğim kadar kıymetli değil hayatım,

ben şanslı olanlardanım, hayatımdan daha kıymetli birşeylerim var benim.

Bir yazı, bir aşk, bir isyan.

“Belki de bu son kez diyerek Amazon’un o yabanıl çocukları gibi her yanımda kayaların keskin pürtüklerini hissederek bırakacağım kendimi bir uçurumun dibinde küçücük gözüken denize, gözlerim rüzgârdan yanacak ve şehvetle titreyecek içim. Suya çarptığımda ince bir ok gibi saplanacağım derinlerine ve eğer çıkabilirsem yeniden suyun üstüne, ıslak sakallarımla gülümseyeceğim ve edepsiz bir oğlan çocuğu gibi övüneceğim size, “hayatımda hayatımdan daha kıymetli şeylerim var” diye.

Şayet siz de gülümserseniz, çırılçıplak ve baştan aşağıya ıslak tutacağım ellerinizi, “Çalın,” diyeceğim, “çalın şu üç numaralı konçertoyu.”

Bir uçurumdan uçarak basacaksınız tuşlara.

Ter içinde ve çıldırmanın kenarında dolaşarak, sevişir gibi bir hayatı yakıp bir hayatı doğuracaksınız.

Bütün mukaveleleriniz parça parça olup kuş tüyleri gibi savrulacak havaya.

Hayatla yaptığınız bütün anlaşmaları yırttığınızda ve “başka bir şey çalmayı” reddettiğinizde, işte o zaman, anlayacaksınız belki de hayatın ne olduğunu.

Ve piyanistin, bir canavarı yutup çıldıran o çocuğun, niye o “üç numaralı konçertoyu” çaldığını.

"

Karanlıkta Sabah Kuşları kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Karanlıkta Sabah Kuşları

Karanlıkta Sabah Kuşları

Deneme
Yazar: Ahmet Altan  
Yayınevi: Everest Yayınları