Hiç bu kadar güzel bir kitap okumadım.
Elia Kazan
Balkan Edebiyat Ödülü / 1997
Yıllardır Topkapı Sarayı’ndaki hücresinde kapalı tutulan Şehzade, hiç beklemediği bir anda tahta çıkarılır, böylece iktidarın tek sahibi olur.
Haremağası Süleyman ise Habeşistan’dan koparılıp hadım edilerek saraya getirildiğinden beri onun en sadık kulu ve -iktidarsızlığına rağmen- Harem’in tek hâkimidir. Valide Sultan’ın iktidar hesaplarıyla oğlunu yeniden hapsettirmesi, ilişkileri iyice içinden çıkılmaz bir hale sokacaktır.
Engereğin Gözü, Haremağası ile Padişah arasındaki köle-efendi ilişkisi aracılığıyla, “bakışıyla her canlıyı kımıltısız hale getiren bir engereğin bile gözünü kamaştıran” iktidarın büyüleyiciliği üzerine alegorik bir roman. Bir yanıyla da bir “dil şöleni”; Zülfü Livaneli, Evliya Çelebi’nin, Naimâ’nın ve Türkçenin büyük dil ustalarının izini sürüyor.
XVII. yüzyılın büyük yazarları, yıldız falına, tarih ilmine meraklı Naimâ ve Evliya Çelebi’nin rahat divanlarındaki kanaviçe yastıklara dayanmadan bu kitabı yazmam mümkün olamazdı. Esin kaynağı olan müthiş üslupları ve alıntı yaptığım cümleleri için onları tekrar tekrar saygıyla anıyor ve bu romanın, onların büyük eseri yanında, alçakgönüllü bir dipnotu olarak algılanmasını diliyorum.
—
Gün kavuşurken köye bir adam geldi ve peygamber olduğunu söyledi. Köylüler adama inanmadılar, “İspat et!” dediler.
Adam karşılarındaki eski suru gösterdi ve “Eğer bu duvar konuşur ve benim peygamber olduğumu söylerse inanır mısınız?” diye sordu.
Köylüler, “Elhak, inanırız!” dediler.
Adam duvara döndü ve elini uzatarak, “Konuş ya duvar!” buyurdu.
Bunun üzerine duvar dile geldi ve şöyle dedi:
“Bu adam peygamber değildir. Sizi kandırıyor. Peygamber değildir.”
Alametler
Kimilerine eksik bir adam gibi görünsem de, yüreğim biliyor ki, şu anda dünyada, yaşamının anlamına varmadan kader rüzgârının önünde sürüklenip giden milyonlarca kişiye göre fazlalıklarım da var.
Ölümlülerde pek ender rastlanan bir bilgi birikiminden ve önseziden söz ediyorum. Zaman zaman bilgeliğimin sınırlarını kavramakta güçlük çektiğimi itiraf etmeliyim.
Altın varak üstüne işlemeler, nadide çiniler, murassa sorguçlar, kılaptan kaftanlar, sedef kakmalar, yeşim ve akik süslemeler, samur kürkler arasında ve İmparatorluk başkenti Konstantiniyye’nin dillere destan olmuş sarayında yaşayan benim gibi bir soylunun herkesi şaşırtması ve saygılı bir boyun eğiş yaratması gerekirken, nedense her zaman böyle olmaz.
Osmanlıcayla yetinmeyip Latin, Yunan, İtalyan, Arap ve Fars dillerinde arka arkaya dizdiğim ve bin bir imayla süslenmiş nükteli sözlerim karşısında çoğu kişi yüzüme bel bel bakmakla yetinir; o zaman ben, yüksek bilginin bu zavallı ölümlüler için fazla geldiğini anlar ve düşüncelerimi beynimin kıvrımlarına gömerek, karşımdakini bağışladığımı, cehaletinden ve zavallılığından dolayı onu suçlamadığımı belirten bir ifade takınırım. İşte beni meşhur eden ve saray halkı arasında durmadan konuşulan meşhur gülüşüm o zaman gelir yerleşir dudaklarıma. Bunun nasıl bir şey olduğunu ve ne kadar etkili göründüğümü anlayabilmek amacıyla, arkası gümüş oymalı ve uğursuzluk getirmemesi için duvarda her zaman gümüş tarafı dışa bakar durumda asılı olan aynayı ters çevirir ve kendimi süzerim, ama ne yazık ki o çarpıcı gülüşü görmem mümkün olmaz. Çünkü bu kez kendi siyah yüzüme, basık burnuma; sarığın altında ezilmiş, artık kırlaşmaya başlamış kıvır kıvır saçlarıma ve akları belermiş zeytin karası gözlerime bakmaktayımdır. O küçümserken bağışlayan, anlayışlı ve kibirli gülüşü kendime karşı nasıl kullanabilirim ki? Bu yüzden saraydaki içoğlanlarını, haremdeki kızları, mutfakçıları, oduncuları, zağarcıları onca etkileyen ve şefkatle sarsarak kendilerine duydukları güveni yok eden meşhur gülüşümü görme imkânım olmaz. Bu durum ancak benden başkalarına tanınan bir ayrıcalık. Ama onlar farkında mı bilmiyorum. Çünkü bu gülüşü takınarak yüzlerine baktığımda bile, bazılarının suratındaki bön ve salakçasına mutlu ifade silinmiyor. Hatta yüzüme tuhaf tuhaf bakıyorlar denebilir. Böyle bir görüntü karşısında hep kapı arkasındaki yerinde duran kalın sopaya hamle ediyorum ve sopayı elime almamla birlikte, mutlu aptalların yüzlerindeki ifadenin değiştiğini, gözlerinin korkuyla kaçıştığını görme zevkine erişiyorum.
Zaten haremdeki kızların kadınca güzellikleri de ancak bu ifadeyle ortaya çıkıyor. Gerçeği kavradıklarını gösteren bir anlatım oluyor bu.
Bu ifadede bir küçümseme izi sezmiyorum artık. Beni bir erkek olarak görmedikleri kuşkusundan kurtuluyorum. Sopayla korkutulan güzel kadınların karşımda yumuşacık boyun eğişlerinin tadını çıkarıyorum. Dünyanın en güçlü erkeği olarak duyumsuyorum kendimi.
Kalın sopayı hafifçe dağılan saçlarında, boyunlarında, narin omuzlarında, kollarında gezdiriyorum. İçim huzurla doluyor.
Dünyanın her köşesinden toplanmış bu güzel kızların ufak bir kusuru var. Hepsi biraz soluk renkli. Belki güneşi görmemelerinden ileri geliyor bu, ama ne yazık ki en güzel ten rengi olan kahverengi-siyah alaşımından yoksunlar. Dünyanın kutlu bölgeleri içinde en fazla Afrika’da rastlanan koyu ten, kalın dudak, kıvırcık saç gibi üstünlükler, bu sarışın, çakır gözlü kızlarda gereken saygıyı ve hayranlığı uyandırıyor mu, merak ediyorum. Zaman zaman, bana gösterdikleri saygı, zekâmın ve bedenimin üstünlüklerine değil de sadece elimdeki sopaya bağlıymış gibi geliyor; hepsinden kuşkulanıyorum ama sonra kimsenin bu kadar aptal ve kör olamayacağını düşünüp avunuyorum.
Bu kadar mükemmel bir gövdenin alt kısmında ufacık bir eksikliğin bulunması, kızları böylesine derinden etkileyebilir mi bilemiyorum. Ona bakılırsa, dünyanın en mükemmel insanı olan, beni bile gölgede bırakan Efendim hariç, herkesin ne iğrenç kusurları var!
Hatasız yaratılmış olan tek kişi benim Efendim: Padişah Hazretleri!
Ama o da bu kızlardan bazılarını kırk yılda bir görüyor.
Bunun dışında, her gün başlarında ben varım. Bir kaz sürüsü gibi güdüyorum onları. Cehaletleri ve aptallıklarıyla alay etme hakkını elimde tutuyorum. Kendilerine öğretilen şarkılar, sabahtan akşama kadar işledikleri iğne oyaları, bildikleri ve unuttukları yabancı diller ve haftada bir kez bahçeye çıkarıldıklarında havuzda oynadıkları su perisi oyunları bile benim mutlak efendi üstünlüğümü sarsamıyor.
Kısacası, eşsiz bir bilgi hazinesi, kâmil insan mertebesine ermiş bir bilge, yerine göre hem şefkatli hem acımasız davranmasını bilen bir yönetici ve ilerleyen yaşına rağmen güçlü kaslarını ve Afrikalı duruşunu başının mağrur dikliğiyle tamamlayan ben, bu ölümlü dünyada bir tek efendinin önünde boyun eğerek erdemimin ve sadakatimin değerini artırıyor ve onun övgülerine mazhar oluyorum.
Artık anlamaya başladığınızı ummak istiyorum. Eğer, parşömen üzerine nesih harfleriyle yazdığım bu notları okuyan sizler de anlayışsız ve cahil çıkarsanız, elimden hiçbir şey gelmez. Çünkü ne yazık ki, size ulaşabilecek bir sopaya sahip değilim.
Mutluydum ve ömrüm böyle sona erecek sanıyordum, ama yanılmışım. Çünkü günün birinde uğursuzluk alametleri başlayıverdi ve bununla birlikte de yalnız benim değil, bütün imparatorluğun huzurunu kaçıracak olaylar baş gösterdi.
İlk işaret, bedenimin en değerli parçasını sakladığım kavanozun yere düşüp parçalanmasıydı. Kavanozun somaki mermerler üzerinde tuz buz olup zavallı et parçalarının mecalsizce ortalığa saçılması bile felaketin ön habercisi değilse, ne uyarabilirdi bizi?
Rüyasında devasa bir elin gökyüzünden güneşi koparıp aldığını gören Nakşibendi şeyhinin yüzüne yerleşip bir daha da ömür boyu silinmeyen korku ve cin çarpmış gibi yuvalarında dönüp duran gözleri mi?
Yoksa şehrin Megaralılardan bu yana gördüğü en büyük depremin binaları hazan yaprağı gibi titretip yerle bir etmesi ve Boğaz sularının coşarak on minare boyunca arşa yükselip nadide yalıları parçalaması mı?
Koskoca imparatorluk başkenti büyük depremlerle iki ay boyunca sallanmaya devam etti ve sıtma nöbeti tutmuş gibi titremesinler diye kupalar, maşrapalar yerlerine bağlanır, sahanlar sinilere sıkıca tutturulur, ahali sokaklarda duvarlara tutuna tutuna yürür oldu.
Padişah Efendimizin kutlu fermanlarına bile tuğralar doğru düzgün çekilemeyip kâğıt üzerinde doğu ve batı yönünde cevelan ederlerdi.
Gündüz vakti başlayan bu deprem ulu bilginler tarafından İklim-i Rum’da kan döküleceğine delil olarak gösterildi.
İstanbul’u harabeye çeviren büyük yangınların külleri, sarayın bahçesine kadar ulaşıp gökten yere yağar oldular. Öyle ki, aysız gecenin zulmetinde gökyüzü ak küllerle aydınlanıyordu.
Mevlevi dervişinin rüyasında ay gelip güneşi kaplamış ve nurunu mahveylemişti.
Cenab-ı Allah’ın işaretleri bunlarla da bitmedi.
Bazı ulu kişiler, rüyalarında, “Vezir katlolundu, şimdi sıra büyüğünde!” diye bağıran kimseler görmüşlerdi.
O sırada ilm-i nücum üzere hesap yapan bilginler, yıldızların durumunun bir büyük felaketi haber verdiğini söylerlerdi. Padişah Efendimizin talih çizgisi Merih’e varmıştı ki, bu da Zühal burcuna girince…
Neyse, bütün bunları söylemeye dilim varmıyor.
Âlem dile gelip konuşuyor, eşya hal diliyle sırları teker teker çözüyordu ama biz bunları görecek gözün cüretinden dehşete düşmüş, şaşırıp kalmıştık.
Hele belirtiler içinde bir tanesi vardı ki, akıl sır erecek gibi değildi.
Sivas Valisi’nin huzuruna giren Turhal yöresinden köylüler, kutu içine koydukları ölü bir fil yavrusu getirmişlerdi. Paşa bunun ne demek olduğunu sorunca da, o fili kendi köylerinden, kızoğlankız bir bakirenin doğurduğunu söylemişlerdi.
Kasabanın hâkimi, fil doğuran bakireyi ana babasıyla birlikte hapsetmiş ve Subaşı da yavru fili iple boğdurtmuştu. …
Engereğin Gözü kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Engereğin Gözü (1996)
Roman
Yazar: Zülfü Livaneli
İlk Basım: 1996
Yayınevi: Doğan Kitap