Romanları çok satanlar listesinden inmeyen, ödüller alan, 30 dile çevirilen, sinemaya ve tiyatroya aktarılan Zülfü Livaneli, Leyla’nın Evi’nde her biri ayrı bir dünyadan gelen insanların hayatlarını bir İstanbul romanında kesiştiriyor…
Boğaziçi’nde Bosnalılar Yalısı’nda doğup büyümüş paşa torunu Leyla Hanım, yalının yeni sahibi Ömer Cevheroğlu tarafından sokağa atılır ve mahallenin çocuklarından gazeteci Yusuf’un Cihangir’deki bekâr evine sığınmak zorunda kalır. Yusuf’un sevgilisi Rukiye (“sahne adı”yla Roxy), Almanya’da peep show’larda modellik yapmış, hip-hop tarzı müzik yaparak “yırtmaya” uğraşan bir Almancı kızıdır.
Leyla Hanım, yalının yeni sahipleriyle görüşmeye çalıştığı bir gün, Ömer Bey’in babası, Kadızade Konağı’nın emektar vekilharcı, dört kuşaktır konaklarda hizmetkârlık yapan bir aileden gelen Ali Yekta Bey ile tanışır.
Her biri ayrı bir dünyadan gelen bu insanların hayatlarının kesişmesi, onları hem kendilerini hem de birbirlerini değiştirecekleri, kimi zaman acılı kimi zaman eğlenceli bir sürece sokacaktır.
Leyla’nın Evi, bir yanıyla da “ev” üstüne bir roman: “Çünkü imparatorluk yıkılırken bütün Osmanlı tebaası acı çekti ve herkes birbirinin evine yerleşti.”
Leyla, Roxy ve Ali Yekta Bey’in Hayatıma Girişi
Çoğu kişi İstanbul Boğazı’nı yazın sever, ben kışına vurgunum. Kar yağarken camgöbeğine dönüşen akıntılarını, kıyıya çekilmiş sarı, kırmızı, mavi boyalı sandalların üzerinde biriken beyaz karı, yiyecek arayan martıları sık sık seyrederim.
Bir de iki yaka arasında mekik dokuyan motorlarını.
Bir kış günü hiçbir işim yokken bu motorlardan birine binip karşı kıyıya gittim, sonra geri döndüm.
O gün sis, İstanbul’u beyaz bir bürümcük tülbentle sarıp sarmalamıştı. Hayal meyal seçilebilen tekneler, çırpınan denizin üstünde beşik gibi sallanıyordu. Motorları iskeledeki babaya bağlayan, denizden ağırlaşmış kalın urganın kokusunu içime çektim, tekne hareket ettikçe gıcırdayan sesini dinledim. Halat gerildikçe su damlacıkları fışkırtıyordu.
Bazı yolcular iskelede sarı, kırmızı, yeşil plastik leğenlerdeki suyun içinde oynaşan balıklardan alıyordu. Bir motorda balık kızartılıyor ve adam durmadan “Balık ekmek, balık ekmek!” diye bağırıyordu. Balıkçı leğenlerinin yanından bir yeşillik fışkırıyordu: marullar, kıvırcıklar, rokalar, ayrıca limonlar, turplar…
Hava soğuk mu soğuk; rüzgârlı.
Erken gelen yolcular kendilerine birer yer bulmuş. Bıyıklı, çökük avurtlu bir adam, avcunun içinde rüzgârdan korumaya çalışarak sigarasını içiyor; bir günahı gizler gibi. Yanında ona sokulmuş iri kara gözlü, yıpranmış bir kadın; vaktiyle hayli güzel olduğu belli; başını, yumuşacık, adamın omzuna yaslamış. Bu küçük hareket bile onların hayatını özetliyor: Bu sert toplumda himaye edilen bir kadın ve koruyucu erkek.
İri elli üç delikanlı soğuktan birbirlerine sokulmuş, fısıldaşıp duruyorlar. Ağır işlerde çalıştıkları, geniş omuzlarını çökerten yorgunluktan belli oluyor; Doğulu çocuklar bunlar.
Birdenbire yolcu kalabalığı sökün ediyor. İşten çıkan, yorgun argın kendilerini motora atan insan kalabalığı iskele ile motor arasında uzatılmış ıslak tahtadan geçerken, alesta bekleyen motorun kâhyası düşen olursa kurtarmak üzere elini kolunu hareket ettiriyor. Motorcu “Kalmasın, kalmasın!” diye bağırıyor. Derken motor kalkıyor. İnsanlar soğuktan yakalarını kapatıyorlar; üstlerinde eprimiş pardesüler, kabanlar, kolları kısalmış ceketler… Eklem yerleri kızarmış ellerini hohlayarak ısıtmaya çalışıyorlar.
Sonra tıklım tıklım dolmuş olan motor kalkıyor, kavis çizerek iskeleden uzaklaşıyor; Şehir Hatları vapurlarının, diğer motorların ve lüfer avına çıkmış sandalların arasından maharetle geçerek Üsküdar’a yöneliyor. Gürültücü deniz taşıtları kalabalığı sanki bir rüyada uçar gibi. Martılar denize dalıp çıkıyor, motorların arkasında bir parlayıp bir yok oluyor. Akşam karanlığı çökerken beyazlıkları daha da göz alıyor, çığlıkları daha da keskinleşiyor.
Motorcular bu kadar maharetli olmasa, yolcuların son anda gördüğü ve yüreklerini ağızlarına getiren bir büyük kütleye çarpmaları işten bile değil. Bu büyük gemi, yavaş davranan ve kimseye aldırmayan bir dev gibi suları yara yara önlerinden geçiyor, uskurunun çıkardığı dalga bir süre sallıyor motoru, sonra yine yola devam ediyorlar.
Yolcuların ellerindeki filelerden sebzeler, meyveler sarkıyor. Kucaklarına sıcak ekmekleri bastırmış olan aç yolcular, bunları ucundan kıyısından kemirmeye başlamışlar bile.
Anadolu yakasının ışıkları yanıyor; minarelerden insanda ağlama isteği uyandıran bir akşam ezanı yükseliyor. Şehrin üzerinde yankılanan, gaipten gelir gibi olan yakıcı bir ses…
Balıklar naylonlarda hâlâ canlı, ama sohbete dalmış yolcular bunun farkında değil. Avurtları çökük adam, omzuna yaslanmış olan kadına bir şeyler anlatıyor.
Kıyıdan iştah kabartıcı kızarmış balık kokusu geliyor.
Asma köprüler tıkalı, binlerce otomobil adım adım ilerliyor. Akşam karanlığı İstanbul’u kalın bir battaniye gibi sarıp sarmalıyor.
Hem bu insanları seyrediyor hem de hepsinin göçmen olduğunu düşünüyorum. Her birinin tipi ayrı; kimi esmer, kimi sarışın; kimi Balkan tipli, kimi Orta Asyalı… Bilmese, hiç kimse bu insanların aynı ülkenin vatandaşı olduğunu söyleyemez.
Kimi Balkanlar’dan, kimi Kafkasya’dan, kimi Orta Asya’dan, kimi Ortadoğu’dan, Hicaz’dan, Yemen’den, Kudüs’ten, Rusya’dan, Gürcistan’dan, Bosna’dan, Bulgaristan’dan kaçıp gelmiş. Burası bir sığınak. Kaçtıkları ülkelerde evlerini barklarını, bahçelerini, tarlalarını hatta arkalarından acı acı ağlayan kedi ve köpeklerini bırakmışlar. Geldikleri bu ülkede de kaçanların mülküne yerleşmişler. Rumların ve Ermenilerin evleri, bu evsiz barksız kalmış, ölümden zor kurtulmuş insanlara verilmiş. Yabancı evlere yerleşip tanımadıkları tarlaları sürmeye başlamışlar.
Dünyanın bu bölgesinin tarihi, birbirinin mülküne konma tarihi. Mücadelelerin, savaşların çoğunun altında mülk kavgası var. Boşalan evler, dolan evler, mülk davaları, insanoğlunun barınma ihtiyacı, başının üstünde bir çatı bulunması temel gereksinimi, tarih boyunca birçok trajediye yol açmış.
Aynen bu romandaki gibi.
Leyla’nın Evi’ni yazma ve hepimizin hayatına bir biçimde damgasını vuran bu mülk trajedisini anlatma fikri o gün, o motorda doğuyor.
Bir de bakıyorum, karşımda halden düşmüş Osmanlı soylusu bir kadın oturuyor:
Zarif mi zarif!
Karşısında, saçının bir bölümü maviye boyalı bir kız:
Asi mi asi!
Yanımda ise iyi giyimli, kravatını boynuna özenle oturtmuş, saçlarını briyantinle geriye taramış yaşlı bir adam:
Mağrur mu mağrur!
Birbirlerini tanımıyorlar, herkes kendi iç dünyasına dalmış.
İşte Leyla Hanım, Roxy ve Ali Yekta Bey o gün hayatıma giriyorlar.
Bir daha hiç çıkmamacasına!
1
Yaşlı kadın ulu bir çınarın altına oturmuş, iki gündür yerinden pek kıpırdamamıştı. Kim bilir kaç asırlık dev ağacın altında, kahverengi deriden yapılmış sert valizinin üstüne tünemiş durumda, öylece bekliyordu. Derisi yer yer yıpranmış valizin köşebentleri, ortasından geçen kalın palaska ve kenarlarını koruyan kabaralar, çok eskilerde kalan bir seyyahlar dönemini hatırlatıyordu.
Çınar, durmadan otomobillerin geçtiği dar bir caddenin kenarında, yalı duvarının tam dibindeki dar kaldırımdaydı. Yakındaki bakkalın, manavın ve kurukahvecinin gözleri kadının üstündeydi. Arada sırada ona çay, su gibi içecek ve elma, leblebi, kek gibi yiyecekler gönderiyorlardı. Daha sonra da ara ara gelip kadına yalvarmaya başlıyorlardı.
“Büyük Hanım, bırak n’olursun bu inadı! Biz de evladın sayılırız senin. Hadi kalk, bizim eve gidelim.”
Yaşlı kadın inatçı bir ifadeyle hayır diyordu.
Posbıyıklı manav Cemal, ellerini mavi önlüğüne kurulayarak “Beni çocukluğumdan beri bilirsin; kurban olayım, evim hemen şuracıkta biliyorsun; hadi gel gidelim” diye üsteliyordu.
“Teşekkür ederim ama gidemem.”
“Büyük Hanım, Allah aşkına, direnme artık! Niye gidemeyecekmişsin?”
Kasap söze giriyordu:
“Hiç böyle sokak ortasında yaşanır mı? Hadi, diyelim iki gün dayandınız, üç dört gün sonrası ne olacak bu işin?”
Yaşlı kadın arkasındaki yalıyı göstererek “Ben burada doğdum, hayatım boyunca burada yaşadım” diyordu. “Gidecek başka yerim yok benim.”
Esnaf bunun üzerine duygulanıyor ve içlerinden biri, “Biliyoruz Büyük Hanım, hiç bilmez miyiz! Hepimiz sizin eteklerinizde büyüdük. Ama yalıyı çiğ süt emmişler aldı, ne yapalım” diye homurdanıyordu.
“Elimizden ne gelir?”
“Bu mahallede hiç bu kadar kötü insanlar görmemiştik doğrusu.”
Kimi elindeki bezi ovuşturuyor, kimi sıkıntıdan sigara yakıyor ama hepsi söz birliği etmiş gibi yalının yeni sahiplerine alçak sesle beddualar ediyordu.
Bakkalın genç kızı, elinde bir demet yaseminle geldi, demeti yaşlı kadına verdi. Kadın gülümseyerek aldı çiçekleri. Genç kız, “Leyla Teyze, siz bize bahçenizden her gün bir yasemin verirdiniz, hatırladınız mı?” dedi.
“Evet” dedi yaşlı kadın, yine gülümsedi. Yasemini burnuna götürüp koklarken ela gözleri ışıklanır gibi oldu. Kendisine teyze denmesini yasaklamış olmasına ve sadece Leyla denmesini istemesine rağmen genç kıza sesini çıkarmadı.
Yanlarından gelip geçen otomobillerin sürücüleri yavaşlıyor ve başına insanların üşüştüğü bu kadına kimi şaşırarak, kimi acıyarak, kimi kızarak bakıyordu. Kimdi bu? Belki de evinden kaçmış ve buralarda kaybolmuş bir bunaktı.
Kadını daha önceden tanıyan mahalleli ise işin aslını bildiği için, “Tüh, tüh! Kadıncağızın haline bak” diyerek hayıflanıyor, yalının yeni sahiplerine lanetler yağdırıyordu.
Leyla’nın iki gündür oturduğu yer, İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasındaki “sahil yolu”ndaydı. Gerçi bu ismi taşıyan bir yolda denizin görünmesi gerekirdi ama burada bütün kıyı yalılarla kaplıydı. Ancak eski alışkanlıkla, yalı bahçelerinin arka tarafından geçen yol böyle anılıyordu.
Yalılar yüksek duvarların arkasına gizlendiği için sahil yolundan görünmezdi. Bu yalıları ancak denizden görebilmek mümkündü. Boğaz’ın mavi sularına dikilen sedir direklere yaslanmış, altlarında loş kayıkhaneleri olan bu nazlı yapıları görebilmek, ancak Boğaziçi’nde gidip gelen beyaz Şehir Hatları vapurlarının yolcularına, balıkçılara, gezinti tekneleriyle dolaşanlara nasip olurdu. Tabii bir de Boğaz’dan geçiş yapan gemilerin mürettebatına.
Esnaf “Büyük Hanım”ı ikna etmeyi başaramayacağını anlayınca, bu sefer mahallenin kadınları işin içine girdi. Kırmızı yanaklı, akça pakça gelinler sırayla gelip elini öptüler. “Büyük Hanım, Allah aşkına inat etmeyin, gelin, size taze çay demledim, yemek yaptım…” diyenlere yaşlı kadın hep aynı cevabı veriyordu.
“Ben bu yalıda doğdum, ömrüm boyunca hep burada yaşadım, burada da öleceğim. Başka bir yere gidemem.”
Bunun üzerine yeni gelinler acıklı gözlerle birbirlerine bakıyor ve yalının yeni sahiplerine söyleniyorlardı.
“İnşallah rahat gün görmezler bu yalıda!”
“Allah bunu çıkarsın onlardan!”
“Bunca yıllık Büyük Hanım evinden atılır mı hiç? Çok vicdansız insanlarmış.”
Bütün bunlar konuşulurken yalıdan sürekli inşaat sesleri ve mimarlara, ustalara bağıran tiz bir kadın sesi duyuluyordu.
“Dekarasyon!” diyerek yanlış bir telaffuzla bağırıyordu kadın. “Bunlar dekarasyona göre yapılacak; öyle senin kafana göre değil, anladın mı? Amerikalı mimar ne derse o olacak. Dekarasyon aynen uygulanacak. Sen de salak salak bakınacağına, içeri gir de tavan süslerini sök.”
İki gün önce yalının yeni sahipleri, Amerikalı mimarları ve ustalarıyla birlikte yalıya gelmiş ve yaşlı kadından evi boşaltmasını istemişlerdi. Yalının büyük bahçesinin ucunda, sahil yoluna bitişen duvarın dibinde orta büyüklükte, beyaz, tek katlı bir ev vardı. Yaşlı kadın, ömrünü o evde geçirmişti. Hiç kimse de onu oradan çıkarmayı düşünmemişti ama şimdi bu yeni sahipler çıkarıyorlardı işte. Yaşlı kadının, “Siz beni evimden ne hakla çıkarırsınız?” diyerek itiraz etmesi, evin müstakil tapusunu çıkarıp göstermesi de işe yaramamıştı. “Memlekette kanun var, nizam var!” diyordu. “Bir insanı nasıl kendi mülkünden çıkarmayı göze alabiliyorsunuz, anlamıyorum.”
Bu arada yeni ev sahibinin iki adamı, yaşlı kadının kendi eşyalarını toplamasına bile fırsat vermeden valizini dolduruyordu. Şifoniyerinin açıldığını ve orada bin bir itinayla ütülenmiş dantelli eldivenlerinin, bluzlarının, eteklerinin, hele hele iç çamaşırlarının o hoyrat eller tarafından karıştırıldığını gördüğü anda müthiş siniri bozulmuştu Leyla’nın. Kırk yıl düşünse mahremiyetine kimi adamların kıllı ellerinin dokunacağına ihtimal veremezdi. Bu sırada yalının yeni hanımı öteki mahalleden duyulacak bir sesle bağırıyor ve “Müştemilatmış!” diyordu, “Ben orayı guest house yapacağım, anlıyor musunuz? O küçük evin dekarasyonu için mimara dünyanın parasını ödüyorum. Hem kendi bahçemde niçin bir fosil yaşasın canım! Nereye giderse gitsin.”
Yaşlı kadın bu sözleri duyuyor ve kendisine fosil denmesinden çok, müstakil tapulu evinden çıkarılmasına şaşırıyordu. Yeni gelenler kanunu, nizamı nasıl çiğneyebilirlerdi! Gerçi müstakil ev yalının geniş bahçesine yapılmıştı ama ayrı bir parsel ve ayrı bir tapuya sahipti. Yalı bundan önce satıldığında yeni gelenler bu tapuya saygı göstermişler ve onu hiç rahatsız etmemişlerdi. Şimdi durmadan “dekarasyon” diye bağıran bu kadın, onu nasıl evinden çıkarabilirdi!
Ama çıkardılar. Hizmetliler iki koluna girip sürükleye sürükleye bahçe kapısına götürdüler ve demir kapının önüne valiziyle birlikte bıraktılar. Esnaf toplanmış, olan biteni seyrediyordu.
Büyük Hanım bir süre öylece durarak biraz önce önüne konulduğu demir kapıya baktı, sonra yoruldu ve valizinin üstüne oturdu. O günden beri de yerinden pek kıpırdamadı dense yeridir. Bazen doğal ihtiyaçları için utana sıkıla, başını yerden kaldırıp kimselerle göz göze gelmemeye özen göstererek bakkalın arkasındaki bölmeye gidiyor, sonra yine gelip yerine oturuyordu. Bir iki kere ayağa kalkıp jimnastik hareketleri yaptı. Bunlar, esnafın gördüğü bildiği jimnastik hareketlerine benzemiyordu hiç. Çok ağır, adaleler gerilerek ve bir düzen içinde yapılan hareketlerdi. Büyük Hanım’ın yaptığı her şey gibi bu jimnastiğin de özel bir bilgiye ve eğitime dayandığı belliydi.
Bu Büyük Hanım ne çok şey bilirdi böyle. Mahallelinin çocuklarının derslerine yardım eder, zaman zaman onlarla konuşur, onlara, hayatta hiç kimseden duyamayacakları öğütler verir, hikâyeler anlatırdı. Bahçesinde yetiştirdiği nadide çiçekler de yol üstünde satış yapan çingenelerin renkli plastik kovalara doldurduğu kesilmiş çiçeklere benzemezdi. Sanki Büyük Hanım o çiçeklere başka bir koku katar, onun elinin değdiği çiçeklerin görünümü bile bir başka olurdu. Mahallede Büyük Hanım’dan yasemin almamış hiç kimse yoktu.
Mahallelinin ona “Küçük Hanım” diyen yaşlıları dünya değiştirdikçe, Küçük Hanım zamanla Büyük Hanım oluvermişti.
İçeriden gelen çekiç, testere vs. sesleri, yalıda büyük bir çalışma yapıldığını anlatıyordu. Büyük Hanım bu sesleri duydukça meraklı bir ifadeyle yalıya doğru bakıyor, ela gözleri kaygılandığını saklayamıyordu. Tavan mı duvar mı her neyse, bir şeyler paldır küldür yıkılıyordu.
Oradaki esnafın bayram günleri el öpme bahanesiyle ya da çocukların ilkokul karnelerindeki “Pekiyi”leri gösterip bahşiş almak amacıyla girdikleri yalıdaki o muazzam tavan süslemelerini, duvarlardaki Osmanlı tezyinatını, zarif revakları unutması mümkün müydü? Yeni sahipler belli ki bu süslerden hoşlanmıyor, yüz yıllık el işi, göz nuru süslemeleri hurda yığını halinde bahçeye döküyorlardı. Arada bir yalı kapısına dayanıp moloz taşıyan kamyonlar da bunun kanıtıydı zaten. Kamyonlar hurdaları götürüp uzak bir yere döküyor ve kasalarını doldurmak için bir daha geliyordu.
Gece bastırdığında el ayak çekildi; geç saatlere kadar direnen ve kendisini evine götürmek isteyen esnafın yalvarıp yakarmasına aldırmayan Büyük Hanım, ilk geceyi İstanbul Boğazı’nın nemini yiyerek bavulunun üstünde geçirdi. Sabah olduğunda bakkal ona çay ve fırından taze çıkmış simit getirdi. Rengi iyice solmuş olan Büyük Hanım, bunları memnuniyetle kabul etti.
Boğaziçi insanın içini yaşama sevinciyle dolduran bir haziran sabahını yaşıyordu. Yolun hemen yanından yükselmeye başlayan korulukta, çeşit çeşit kuşlar o güzel sesleriyle cıvıldaşıyor, havayı bir yasemin, taflan, manolya kokusu dolduruyordu.
Büyük Hanım’ın, yetmiş altı yıldır yaşadığı, bir gün bile ayrılmadığı evinden atıldığına inanması mümkün değildi. Bu işte bir yanlışlık olmalıydı ve o da valizinin üstünde oturmuş, bunun düzelmesini bekliyordu. Çünkü dağ başı değildi ya burası, kanun ve nizam devletiydi. Kimse gelip de ev sahibini tapulu evinden çıkaramazdı. Bu yanlışlığın düzeleceğinden emin olduğu için de direnişini sürdürüyor, evinin önünden ayrılmıyordu.
Bu arada esnaf ve mahalleli birkaç kişi, yalının yeni sahipleriyle konuşmayı düşündü. Evet, yeni sahipler çok zengindi, çok güçlüydü; adam büyük bir bankanın sahibiydi ve emrinde binlerce kişi çalışıyordu. Peki, böyle bir insanın, yaşlı bir kadını tapulu evinden çıkarması yakışık alır mıydı? Önce herkes bu fikre dört elle sarıldı. “Olmaz ki canım! Kim kimi mülkünden edebilirmiş!” diye söylendiler. Kendi mülklerine duydukları tutku derecesindeki bağlılık heyecanlarını daha da artırdı ama, sıra yalı kapısından içeri girip de yeni sahiplerle konuşmaya gelince sesler biraz kısıldı. Hele o sırada siyah camlı bir Mercedes, büyük bir müessese gibi gelip yalı bahçesinden içeri girince kararlarının doğru olup olmadığını tartışmaya başladılar.
“Canım bunlar da çocuk değil ya! Koskoca banka sahipleri. Kim bilir kaç avukat çalışır yanlarında. Böyle bir hata yaparlar mı?”
“Hele bir anlayıp dinleyelim, acele işe şeytan karışır.”
“Hem yarın bu insanlarla da yüz yüze bakacağız, evlerine servis yapacağız…”
Büyük Hanım bunların hiçbirine aldırmıyordu, çünkü Paşa Dede’sinden kalan evin tapusu cebindeydi. Dedesinin ölümünden sonra anneannesi yalıyı devretmek zorunda kalmıştı, orada hiçbir hakkı kalmamıştı, buna bir itirazı yoktu ama bahçe duvarının dibindeki o küçük ev tamamen kendisine aitti.
Başına toplanmış olan esnafın çoğunu daha el kadar çocukken tanımıştı. Bayramlarda el öpmeye gelen, kimi kafası üç numara tıraşlı, kimi sümüğü burnunda kurumuş bıcır bıcır çocuklardı bunlar. Eski günlerin hatırına Büyük Hanım’a kıyamıyor ve çevresinden ayrılmıyorlardı ama, ne zaman yalının büyük kapısı açılıp da, siyah camlı, pırıl pırıl parlayan bir araba çıksa hemen oradan uzaklaşıyorlardı. Herkes kendine bir iş uyduruyor, müşteri gelmiş gibi dükkâna doğru seğirtiyor, daha sonra tehlike kalmayınca yine Büyük Hanım’ın başında toplanıyorlardı. Ne olur ne olmaz; evin yeni sahipleri o siyah camların arkasından kendilerini gözlüyor, hatta kimlerin orada olduğuna bakıp onları mimliyor olabilirdi. Otomobil çıktığı sırada ortalık tenhalaşıyordu.
“Ne olur Büyük Hanım, ısrar etme de bize gidelim. Burada hasta olacaksın.”
“Kim kimin malına el koyabilirmiş canım! Memlekette kanun nizam var.”
“Dağ başı mı burası!”
Büyük Hanım mahallelinin onu yerinden kaldırmak, evlerine götürmek için ısrarlarını dudaklarının kıyısında acı bir gülümsemeyle dinliyor ve hiçbir öneriyi kabul etmeyeceğini belirten kararlı bir ifadeyle başını iki yana sallıyordu.
Kim bilir hangi sürücünün ya da mahalle sakininin haber vermesiyle, yaşlı bir kadının Boğaz yolunda iki gündür bir çınar ağacının altında oturduğu haberi gazetelerin ilgisini çekti. Kadın acaba deli miydi, yoksa bir şeyi protesto etmek için mi oraya oturmuştu? Ailesi tarafından sokağa mı atılmıştı? Eğer böyleyse iyi bir haber olabilir, insani boyutu işleyen ve okuyucuların duygularını gıdıklayan küçük bir yazı çıkabilirdi. Human interest bölümleri önemliydi.
Bu yüzden Gün gazetesinin şehir sorumlusu, günlük toplantı notlarına yaşlı kadını eklemeyi de ihmal etmedi. Bir muhabir, iki saatte gidip işi bitirir gelirdi nasıl olsa. Toplantı gündeminde sıra gelince böyle bir haber olduğunu söyledi. Nedense “deli kadın” sözü kaçtı ağzından.
“Bosnalılar Yalısı’nın bahçe kapısının önünde deli bir kadın…”
Gazeteye altı ay önce girmiş olan Yusuf, bu sözleri duyunca ayağa kalktı, “Bu habere ben gidebilir miyim?” diye sordu.
“Çok mu ilgini çekti?” diye sordu yazı işleri müdürü.
Yusuf, “O kadını tanıyorum” dedi, “deli falan değildir.”
“İyi, git bakalım öyleyse” dedi yazı işleri müdürü. “Oyalanıp geç kalma ama, daha çok iş var.”
Arkasından bağırdı: “Resim çekmeyi unutma!”
Yusuf, “Beni hâlâ çaylak sanıyor “ diye söylendi içinden.
2
Yusuf, gazetenin araçlarından biriyle Boğaziçi Köprüsü’nü geçip yalıya doğru giderken Büyük Hanım’ı düşündü. Başına ne gelmişti de kadıncağız sokaklarda gecelemeye başlamıştı? Onun tanıdığı Büyük Hanım delirecek biri değildi hiç.
Çocukluğu onun yanında geçti denebilirdi. Daha önce kendi dedeleri de yalının bahçesindeki hizmetli bölümünde oturur ve Paşa Dede’nin bahçıvanlığını yaparlarmış. Sonra babasının zamanında yolun ötesine, tepeye doğru kendi gecekondularını yapıp taşınmışlar. Yusuf’un dünyaya gözünü açıp büyüdüğü daire, o gecekondunun yerine yapılan dört katlı basit apartmandaydı. Artık yalının bahçesinde değil, tepelerdeki koruluğun içindeydiler ama bir zamanlar çok sık olan ağaçlar ne yazık ki giderek seyrelmişti. Yusuf’un dedesi ilk evi yaptıktan sonra, bütün akrabaları ve tanıdıkları Kastamonu’dan gelip birer ev dikmişlerdi. Bir zamanlar içine girilmez bir orman olduğunu duydukları tepede şimdi bir sürü ev vardı. Sahil yolunda da manav, bakkal, kasap dükkânları açmışlardı. Bakkalı Yusuf’un amcası oğullarıyla birlikte çalıştırıyor, manavı ise eskiden yalıya zerzevat taşıyan bir adamın torunları işletiyordu. …
Leyla’nın Evi kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Leyla’nın Evi (2006)
★ Çok Satan
Roman
Yazar: Zülfü Livaneli
İlk Basım: 2006
Yayınevi: Doğan Kitap