Merhamet zulmün merhemi olamaz!
İstanbul’un kargaşası içinde sıradan bir yaşam süren İbrahim, çocukluk arkadaşı Hüseyin’in ölüm haberi üzerine doğduğu kadim kent Mardin’e gider. Onun, önce sevdaya sonra ölüme yazılmış, Mardin’de başlayıp Amerika’da sona ermiş hayatını araştırmaya koyulur. Böylece âdeta bir girdabın içine çekilir, tutkuyla ve hırsla gizemli bir kadının peşine düşer.
Harese nedir, bilir misin? Develerin çölde çok sevdiği bir diken var. Deve dikeni yedikçe ağzı kanar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz… Ortadoğu’nun âdeti budur, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur.
Mardinli Hüseyin ile IŞİD zulmünü misliyle yaşamış Ezidi kızı Meleknaz’ın ve kelamın çocuklarının hikâyesi… Livaneli okuru, sevda ile acının iç içe geçtiği bir Ortadoğu gerçeğiyle buluşturuyor.
—
Mardin konusunda beni zenginleştiren Necati Yağcı dostuma teşekkürlerimle.
Şu küçücük dünyada herkes incitilmiş, isimsiz, herkes yanlış yerde.
Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı
Kendi yüzümü gördüm senin yüzünde
Kendi sesimi duydum senin dudağında.
Muhyiddin Arabi
Harese nedir, bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım: Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir. Demin de söyledim, hırs, ihtiras, haris gibi kelimeler buradan gelir. Bütün Ortadoğu’nun âdeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur.
Hüseyin’e yolculuk
Kızıl yele karışan
“Beni alıp tekrar karnına soksan bile koruyamazsın artık anne!”
Annesiyle görüşmesindeki son sözleri bu olmuş. Ağlamaktan gözlerine kan oturmuş yaşlı kadın, başındaki beyaz tülbentin ucuyla yaşlarını silerken bu sözleri tekrarlayıp durdu. Kız kardeşi Aysel de duymuş bu cümleyi, çünkü kapının önünde vedalaşırken o da oradaymış, abisinin boynuna sarılmış ama o derin bir halsizlik içinde, bu dünyadan vazgeçmiş gibiymiş, kollarını bile kaldıramamış. Zaten sol kolu, omzundaki kurşun yarasından dolayı kalkmıyormuş. Sanki ölüme gittiğini biliyordu; elimizden bir şey gelmeyeceğini hissettim o zaman diyordu kız kardeşi Aysel, belki de o kız yüzündendi.
“Beni alıp tekrar karnına soksan bile koruyamazsın artık anne!”
Bunlar Hüseyin’in hayattaki son sözleri değil ama annesiyle ve kız kardeşiyle vedalaşırken –zaten babası ölmüş daha önce, iki abisi de Amerika’daymış– söylediği son cümle olmuş.
Hüseyin’in ailesiyle görüşmek için Mardin’e uçakla gittiğimde, Suriye sınırında zamanın içinde kaybolmuş bu antik kent yine kızıl bir toz altındaydı. Sokakları, evleri kızıla boyayan bu toz bulutları, oğullarını kaybetmiş ailenin duyduğu yakıcı acının ve Hüseyin’in annesine söylediği kehanetin atmosferini oluşturmak için, usta bir tiyatro yönetmeninin konuya uygun gördüğü bir dekor olarak oradaydı sanki. Bu kızıl toz bulutlarını bilirdim; çocukluğumda yani Hüseyin’le okul arkadaşı olduğumuz günlerde de Suriye çöllerinden böyle kızıl rüzgârlar eser, nefes almayı bile zorlaştırarak sıcak bir çöl kızılına boyardı hepimizi. Kızıl rüzgâr gelince esnaf tezgâhtaki malını toplar, herkes içeri kaçışır, dışarda kalanlar da ağızlarına mendil kapatarak öksüre öksüre koşarlardı. Yıllar sonra şehrime döndüğümde, beni tekrar aynı kızıl bulutlar karşıladı.
Hüseyin ailesiyle vedalaştığı gün de böyle bir kızıllık varmış ortalıkta. Kapıda onu son kez gördüğümüzde, abimin yüzü tozdan turuncuya kesmişti, arkasından kovayla su döktü annem, kötü şeyler düşünme oğlum, su gibi gidip gel, diye seslendi ama o kızıl bulut içinde kaybolup gitmişti bile dedi Aysel.
Annesi, son anda kanla kaplanmış gördüm yavrumun yüzünü diyordu ve Aysel’e dönerek, bir daha o şeytanın kızının adını ağzına alma bu evde, dağ gibi oğlumu yedi, ayağını bastığı yere felaket taşıdı, ocağımızı söndürdü, o şeytana sadece şeytan de, diyerek sitem etti.
Bu sözler, o kızı ve Hüseyin’in başına gelenleri daha da çok merak etmeme neden oldu. Madem Mezopotamya toprağında başına bu işler gelmiş, vurulmuş, yaralanmıştı, Amerika’da ne işi vardı, buralarda vurulup orada ölmek nasıl bir yazgıydı böyle.
Hüseyin Mardin’den ayrıldıktan yaklaşık iki ay sonra Amerika’da, kaldırıldığı hastanenin acil servisinde can verirken ağzından zar zor dökülen son cümle, “Ben bir insandım” olmuş. Abisinin anlattığına göre Jacksonville hastanesindeki Hint asıllı doktor, Hüseyin’in ölmeden önce tekrarladığı bu sözleri, anlayan kimse olmadığı için telefonuna kaydetmiş, sonra da abilerine dinletmiş, bu sözlerin anlamını sormuş, onlar da İngilizceye çevirmişler. Doktor herhalde yanlış çevirdiklerini düşünerek, ben bir insanım mı diyor? demiş, onlar da hayır demişler, her seferinde, “Ben bir insandım” diye geçmiş zaman kullanıyor, ölmüş biri konuşuyor gibi.
Abisinin Mardin’e cenazeyle birlikte getirdiği raporda, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı, 32 yaşında erkek, beyaz (caucasian diye yazıyordu raporda) Hüseyin Yılmaz’ın, 26 Eylül 2016 gecesi saat 23.44’te karın bölgesine ve böbreklerine aldığı bıçak darbeleri sonucunda öldüğü belirtiliyordu.
Benim Mardin maceram nasıl başladı, önce onu anlatayım. İstanbul’da gazetenin ikinci katında her sabah 11.00’de, elips masanın çevresine dizilen arkadaşlarla yazı işleri toplantısındaydık. Haberler gözden geçiriliyor, her bölümün sorumlusu eteğindeki taşı döküyordu. Bizim “Başkomiser Recep” diye takıldığımız arkadaşımız, her gün olduğu gibi o sabah da elindeki kanlı malzemeyi yani üçüncü sayfayı kızıla boyayacak haberleri, fotoğrafları sergilemeye başladı. Onun diline alışık olduğumuz için şahane bir fotoğraf yakaladık, dediği zaman dehşet verici bir trafik kazasıyla, cinayetle ama mutlaka parçalanmış bedenlerle karşılaşacağımızı bilirdik. Resimde ne kadar kan varsa gazetecilik dilinde o kadar şahane oluyordu o resim. Önce “vaka-i adiye” dediği kadın cinayetlerinden başladı. Sokak ortasında eski kocasının bıçakladığı genç kadın, bir polisin beylik tabancayla karısını vurup sonra intihar ettiğini belirten haber ve resim; böyle uzayıp gitti. En sonunda, pek önemsemediği bir haberi verdi. ABD’nin Jacksonville şehrinde, abilerine ait pizza lokantasında çalışan Hüseyin Yılmaz adlı bir Türk’ü, Amerikalı İslam düşmanı ırkçılar bıçaklayarak öldürmüştü. Ağır yaralanan 32 yaşındaki Mardin doğumlu Türk hastaneye kaldırılmış ama kurtarılamamıştı. Şehrin belediye başkanı olayı kınayan bir mesaj yayınlamıştı, İslamofobya falan diyordu adam. ABD medyası böyle şeyleri yayınlamadığı için elde kanlı bir fotoğraf yoktu ama Mardin’deki nüfus kayıtlarından ölenin resmini bulmuştu servis. Yazı işleri müdürü, haberin küçük bir şekilde kullanılması talimatını verdi, dindar okurların ilgisini çeker bu haber dedi ama o sırada benim aklım başka bir şeye takılmıştı. Bir kişinin adı Hüseyin Yılmaz’sa, Mardin’de doğmuşsa, 32 yaşındaysa, çocukluk arkadaşım Hüseyin’den başkası olamazdı bu; aynı şehirde, aynı yılda doğmuş iki Hüseyin Yılmaz yoksa tabii. Başkomiser Recep’e Mardin’in neresindenmiş bu kişi, diye sorduğumda, nüfusu Kızıltepe’de, orada doğmuş cevabını aldım ve Amerika’da öldürülen kişinin bizim Hüseyin olduğundan en ufak bir kuşkum kalmadı. Yıllarca okulda aynı sırayı paylaştığımız, çelik çomak, patlak çamur, misket oynadığımız; kuş yuvalarından delice yavruları çaldığımız o ufak tefek meraklı çocuk; yıllardır görmediğim çocukluk arkadaşım.
Mardin’e girer girmez, artık kimsenin çelik çomak oynamadığı, nasılsa hâlâ boş kalmış, talancıların elinden kurtulmuş o boş arsayı görünce, Hüseyin, çocukluk denilen ayrı dünyadan bir anda gelip beynime giriverdi. Kendimi, elinde sopa tutan, bir taşın üstüne dengesiz bir biçimde yerleştirilmiş küçük değnek parçasının boşta kalan kısmına o sopayla vurarak havaya fırlamasını sağladığımız, sonra havada takla atan bu küçük değneği, yine sopayla uzaklara fırlattığımız –benim daha sonraları yoksulların beyzbolu olarak nitelendireceğim– çelik çomak oyunu oynarken hayal ettim ve âdeta sopanın ucunu elimde hissetmem, bende bir geri dönüşe yol açtı; bu da beni şaşırttı. Önceki ben geri dönmüştü. Yalnız Hüseyin değil, diğer arkadaşlar da gözümün önüne geldi: Mehmet, Raif, Safter, Fikret, Münir, Tahir. İçimizde en ufak tefek, en zayıf olan, sivri suratlı Hüseyin’di. Bilek güreşi yapmazdı (yapamazdı) hiçbirimizle çünkü yenileceğini baştan kabul etmişti. Buna karşılık, hep birlikte gönderildiğimiz Kuran kursunda en başarılı olanımız oydu. Boynumuza asılı hamaylıların içindeki elifba cüzlerini, kurs verilen harap odadaki rahlelerin üzerine yerleştirip yere diz çöktüğümüz zaman elif, be, te, se, cim, ha… diyerek su gibi bir çırpıda okuyuveren oydu. Peygamberin yüzünü bir saniye görsem ve o anda ölsem diyerek şaşırtırdı bizi. Zaten kafası hep ölüm düşünceleriyle doluydu. Kırmızı rüzgârın, mahşer gününün bir işareti olarak estiğini, bu fani dünyanın nimetlerine dalıp gitmememiz için bir uyarı olarak gönderildiğini söyler dururdu.
…
Huzursuzluk kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Huzursuzluk (2017)
Roman
Yazar: Zülfü Livaneli
İlk Basım: 2017
Yayınevi: Doğan Kitap