Serenad fırtınasından sonra Livaneli’den nefes kesen bir roman

Sakin bir balıkçı köyünde genç bir kadının cinayete kurban gitmesiyle başlar her şey. Dünyadan elini eteğini çekmiş emekli inşaat mühendisiyle genç, güzel ve meraklı gazeteci kızın tanışmasına da bu cinayet vesile olur. Kurguyla gerçeğin karıştığı, duyguların en karanlık, en kuytu bölgelerine girildiği hikâye, daha doğrusu hikâye içinde hikâye de böylece başlar. Modern bir Binbir Gece Masalı’nın kapıları aralanır. Ancak bu kez Şehrazad erkektir.

Kardeşimin Hikâyesi aşkın mutlulukta ulaşılacak son nokta olduğuna inananları bir kez daha düşünmeye davet eden, aşka, aşkın karmaşıklığına ve tehlikelerine dair nefes kesen bir roman. Her sayfada yeni bir gerçekliği keşfedecek, kuşku ile kesinliğin sınırlarında dolaşacaksınız.

Mantıksız gibi geliyor ama o sabah uyandığımda tuhaf bir haber alacağımı biliyordum. Karadeniz’in lacivert dalgalarıyla baş başa kalmış olan bu ıssız köyde geçen her gün birbirinin aynısı olduğu için burada insanların heyecanla konuşacağı olaylara pek sık rastlanmazdı. O günün de ötekiler gibi sessizce akıp gitmesi gerekirdi ama galiba başka şeyler olacaktı. O mahmur sabah saatlerinde bir cinayet haberi alacağımı bilmiyordum elbette ama bir haber gelecekti. Daha yataktan çıkmamıştım, gözlerim kapalıydı, arkalarında fosforlu çizgiler bırakarak yıldırım hızıyla hareket eden mor tavşanları izliyordum.


Kardeşimin Hikayesi

İnsan
Bir damla kan ve bin endişe

Şirazlı Sadi 13. yüzyıl

Ey benim şahım; hayatımı bağışladın ama
karşılığında hikâyelerimi çaldın benden.
Oysa ben sadece hikâyelerde yaşayabilirdim.
Şimdi onlar tükendi ve benim hikâyem de sona erdi.

Şehrazad’ın Ölümü
İntizar Hüseyin

BEN

1

Garip bir sabah, gazeteci kızın gelişi, Kerberos

Mantıksız gibi geliyor ama o sabah uyandığımda tuhaf bir haber alacağımı biliyordum. Karadeniz’in lacivert dalgalarıyla baş başa kalmış olan bu ıssız köyde geçen her gün birbirinin aynısı olduğu için burada insanların heyecanla konuşacağı olaylara pek sık rastlanmazdı. O günün de ötekiler gibi sessizce akıp gitmesi gerekirdi ama galiba başka şeyler olacaktı. O mahmur sabah saatlerinde bir cinayet haberi alacağımı bilmiyordum elbette ama bir haber gelecekti. Daha yataktan çıkmamıştım, gözlerim kapalıydı, arkalarında fosforlu çizgiler bırakarak yıldırım hızıyla hareket eden mor tavşanları izliyordum.

Tavşanlar her gün olduklarından daha hızlıydılar. Yerlerinde duramıyor, az görülür bir telaşla o kayanın arkasından çıkıp bu kayanın arkasına koşturmak için sabırsızlanıyorlardı. O kadar hızlıydılar ki onları takip edemiyor, daha çok arkalarında bıraktıkları mor ışık izlerini görebiliyordum. Bu ışık izleri, soygun filmlerinde sık sık rastlanan, çok iyi denetlenen bankaların kasa dairelerinde birbirini keserek güvenli bir kafes oluşturan kızılötesi ışınları andırıyordu. Hani şu, kahramanın ancak özel bir gözlük yardımıyla görebildiği ışınları. Ama tavşanların arkalarında kalan izler mordu, bunu iyi hatırlıyorum.

O sırada telefon çaldı. Açar açmaz, haftada birkaç kere gelip ev işlerini yapan Hatice Hanım’ın sesini duydum: “Korkunç Ahmet Bey! Vallahi çok korkunç!” diyordu.

Böyle durumlarda, yani birisi korkunç bir sesle “korkunç” diye bağırdığı zaman korkmak gerektiğini anlarım ve aklıma hemen ikiz kardeşim Mehmet gelir. Bir süre hiç sesimi çıkarmadan dinledim, sonra yatışmış olduğunu tahmin ederek “korkunç” sözüyle neyi kastettiğini sordum.

“Arzu Hanım’ı duymadınız mı?” dedi ağlayarak.

Arzu Hanım’a ne olduğunu sordum. Anlatmaya dilinin varmadığını söyledi ama sonra hem korkunç diye telefon açıp hem de neyin korkunç olduğunu söylememenin saçmalığını kavramış olacak ki fısıldar gibi “Arzu Hanım’ı öldürmüşler!” dedi.

Bu durumda ne yapılması gerektiğini düşündüm. Normal olarak insanlar, bir tanıdıklarının ölüm haberini aldıklarında üzüntü belirtirler. Yaşadığım deneyimler sonucunda bu kadarını biliyordum. Evet, üzüntü ifade eden bir şeyler söylemeliydim ama duyguları öğrensem bile, dozunu ayarlamayı bilmiyordum henüz. Yani beynim biliyordu ama kalbim bilmiyordu. Zaten o zavallı, yorgun pompa ne bilebilir ki!

Arzu’yu yakından tanıdığıma, hatta daha yedi sekiz saat önce gördüğüme göre ağlamam mı gerekirdi, yoksa hayretle bağırmalı mıydım, isyan mı etmeliydim? Belki de bu duyguların hepsini birden ifade etmem gerekiyordu. İyi de ne kadar yapacaktım bunu, nasıl yapacaktım?

Önce hayret ifade eden bir ses çıkarıp sessiz kalmanın sıkıntısından kurtuldum. Sonra bunun yetersiz kaldığını düşünerek “Yazık” dedim, “çok yazık! Nasıl olmuş?”

Öyle ya, merak da bir duygudur ve normal insanlar bir cinayet haberi alınca ayrıntıları öğrenmek ister.

“Akşam davet vardı…” dedi Hatice Hanım. Oysa bunu söylemesine gerek yoktu, biliyordum, davetlilerden biri olarak oradaydım. Bütün bir akşamı; güneş yanığı omuzlarını açıkta bırakan askılı, kırmızı bir elbise giymiş Arzu’yla, kocası Ali’yle, İstanbul’dan gelmiş olan konuklarıyla geçirmiştim. Bir yaz gecesi davetiydi, neredeyse insanın cildine sinecek kadar yoğun yasemin kokularının duyulduğu büyük bahçedeydik.

Ses çıkarmayarak dinlemeyi sürdürdüm.

“Gece Ali Bey, misafirleri anayola çıkarmak için arabasıyla gitmiş.”

Evet, bunu da biliyordum, çünkü ben de ondan sonra ayrılmıştım oradan. Yürüyerek evime gelmiş, hemen yatmıştım. Podima’dan, yani bizim köyden İstanbul yoluna çıkmak, ıssız, karanlık tarlalar arasındaki karışık yollardan geçmeyi gerektirir ve buraları bilmeyen biri beceremez bunu. Sabaha kadar kör yollarda dolaşır durur, kendisini sık sık Karadeniz’in hırçın dalgalı kıyılarından birinde kuma saplanmış olarak bulur – bu küçük yerin güzelliği de burada. Ali’nin arabasıyla öne düşüp İstanbullu konukları anayola çıkarmak istemesi bu yüzdendi.

“Ali Bey yarım saat sonra eve döndüğünde bütün ışıkları açık bulmuş. Birkaç kere bahçeden ‘Arzu, Arzu’ diye seslenmiş. Yanıt alamayınca eve girmiş ve işte. Onu… öylece… Aman Allahım, öylece…”

Telefondan, birisinin boğulmakta olduğunu düşündürecek sesler geliyordu. Bana kalırsa kadın çok komik sesler çıkarıyordu ama o sırada gülmek yakışık almayacaktı, çünkü ciddi ciddi tıkanıyordu. Hiçbir şey söylemeden bekledim. Sonsuza kadar hıçkıracak değildi ya, nasıl olsa sakinleşecekti.

Bir süre sonra hıçkırıklarını durdurabilen Hatice Hanım burnunu çeke çeke “Kusura bakmayın, çok doluyum da…” demeyi başardı ve devam etti: “Eve dönen kocası, Arzu Hanım’ı merdivenlerin başında kanlar içinde bulmuş. O güzel kadıncağızı bıçakla delik deşik etmişler. Kıpkırmızı kanı merdivenden salonun ortasına kadar yayılmış. Allah bunu yapanı cehennemin kaynayan kazanlarına atar inşallah, nasıl kıydılar o güzel kadına!”

“Kim yapmış?”

“Bilmiyorum, bilen de yok. Jandarma herkesin ifadesini alıyor, savcı da gelmiş galiba. Gazeteci kaynıyor buraları. Cahil bir kadınım ben, hiç bilmem bu işleri.”

Bu hikâye 11 Haziran 2011 tarihinde, sabah saatlerinde başladı. O gece saat ikiye doğru Arzuların evindeki davetten çıkıp çakırkeyif bir kafayla eve gelmiş, hemen uyumuş ve sabah da hiçbir yerimin ağrımadığı, kendimi hasta hissetmediğim bir gün daha yaşıyor olmanın aydınlık bilinciyle uyanmış, mor tavşanlarımı izlemeye başlamıştım.

Hatice Hanım’la telefonda konuştuktan sonra bir kedi gibi uzun uzun gerinme hareketleri yapıp kendime koyu bir filtre kahve hazırladım. Kahvaltımı yaparken müzik setinde Melody Gardot çalıyordu. Her sabah olduğu gibi, bana yine buğulu sesiyle “Kalbin bir gece gibi kapkara senin” diyerek sesleniyordu. İnsanların duygularını anlama/öğrenme çabamın bir parçası olarak sürekli müzik dinliyorum ama Melody Gardot tarzı albümlerden başka hiçbir şeye dayanamıyorum. Fazla ağdalı geliyorlar. İnsanların o saçma sapan duygusallığına ancak bu kadar tahammülüm var.

Evimde mutfak hariç, kitaplık biçiminde düzenlenmemiş tek oda vardır. O odada geniş, rahat bir yatak, beyaz lake kapakları olan büyük bir dolap bulunur. Dolapta Hatice Hanım’ın titiz ütüsünden geçmiş giysilerim, tam bir düzen içinde, birbirine karışmadan durur. Yalnız çamaşır, çorap çekmeceleri değil, pantolonlar, gömlekler, kemerler, kravatlar, ceketler, takım elbiseler de büyük bir düzen içindedir. Hepsi, içindeki yün ya da pamuk oranına, serin ya da sıcak tutma özelliklerine göre sınıflandırılmıştır. Her sabah ilk işlerimden biri, dışarıdaki hava bilgisini gösteren aletin ekranına bakmak ve orada yazan dereceye uygun bir giysi seçmektir. Mesela hava 30 dereceyse başka, 0 dereceyse başka bir giysi giymem gerekir. Gardırobum, bu iki uç arasındaki hava durumlarını beşer derece farkla dikkate alacak biçimde düzenlenmiştir. Pantolonlar grup grup ayrılmış, üzerine 0’dan 30’a kadar beşer atlayarak çeşitli dereceler yazılı etiketler konmuştur. Diğer giysilerimle ilgili de bu düzen hiçbir zaman bozulmaz. Bunlara bakarak sakın beni zengin bir insan sanmayın; bir emekli mühendis olarak elimdeki parayı çok idareli harcar, daha doğrusu pek az parayla geçinirim. Giysilerim de eskidir ama bakımlı oldukları için iyi dururlar.

Kitaplık biçiminde düzenlenmiş odalarda sandalye, koltuk, sehpa gibi bazı eşyalar da bulunur. Bu odalardan birinde bir çekyat var, bir diğerinde ise Sevgili. O çekyatta sadece kardeşim Mehmet yattı şimdiye kadar. Başka bir konuğum olmadı hiç. “Sevgili” dediğim ise bir alet; internetten benzerlerini inceleyerek tasarladığım bu aleti belki ileride anlatırım.

O gün hava durumuna bakmış, 25 dereceyi görünce, incecik, gri-mavi pamuklu bir ev kıyafeti giymiş, sonra evimin üst katındaki koltukta oturmuş, düşüncelere dalmıştım. Tanıdığım bir kadının öldürülmüş olması benim için yeni bir durumdu. Kendime yeni bir hayat kurduğum bu sahil köyünde uzun yıllar geçirdiğim halde, daha önce böyle bir durumla karşılaşmamıştım.

Zaman zaman düşüncelerimi yazdığım not defterini aldım ve şunları karaladım:

İnsanı sadece biyolojik bir varlık olarak göremediğimiz, onun varoluşuna çeşitli yüce anlamlar yüklediğimiz için, gövdeden akan kanın, can denilen şeyi çekip almasını, dolayısıyla o kişinin “ölmüş” olmasını bir türlü kavrayamadığımızı düşünüyorum. Hayvanlar ölümü anlıyor ama insanlar anlayamıyor. Can denen şey, her türlü yaralanmaya, berelenmeye açık haldeki insan bedeninden bir saniyede çıkıp gidiveriyor ve insanlar bunun sonucunda aklını kaçıracak kadar sarsılıyorlar. “Tanrım, daha bir iki saat önce nasıl da canlıydı, nasıl da kahkahalar atıyordu, şimdi nasıl yok olabilir” diye tekrarlayıp duruyorlar. İnsanın algılama gücünü zorlayan bir durum bu. Hayatımıza, varoluşumuza yüklediğimiz hiçbir kavramla bağdaşmıyor. Sahiden her şey saçma mı, hayatın hiçbir anlamı yok mu? Bence öyle! Yok, hiçbir şey yok. İnsanın biyolojik fonksiyonlarına aşırı bir anlam yükleme çabası içindeyiz. Çünkü hiçlik zor geliyor.

Kalemle defteri sehpaya fırlatır gibi bıraktım. Biraz önce bana pek parlak gelen bu düşünceler, kâğıda geçirilince bütün ışıltısını yitirdi; basmakalıp göründü gözüme ama silmek zahmetine katlanmadım. Nasıl olsa kimse görmeyecekti.

Kapı çaldığında bu durumdaydım işte. Saate baktım, 11.14’tü. Demek ki olayı duyduğum andan itibaren iki saate yakın bir zaman geçmişti ve ben bu süreyi koltuğumda oturup bu düşünceleri tekrarlayarak, cevabını hiçbir zaman bulamayacağım sorular sorarak geçirmiştim.

Kapının zili tekrar çaldı.

Kim gelmiş olabilirdi, jandarma mı, yoksa savcı mı? Cinayet davalarında savcılar hemen harekete geçer miydi, yoksa ilk sorguları güvenlik güçlerine mi bırakırlardı? Dün gece o evde bulunduğuma ve maktulü en son görenlerden biri olduğuma göre beni de sorguya çekeceklerdi elbette. Ama bana az ya da çok tehlike oluşturabilecek biri gelse bahçede bağlı olan köpeğim Kerberos hemen uyarırdı.

Koltukta oturduğum saatler içinde, “güzel ve kışkırtıcı” diye tanımlanan o genç kadını, artık “Arzu” olarak değil, “maktul” olarak düşünmeye başladığımı fark ettim. Maktul, yani katledilmiş… Arzu bir gece içinde sıfat değiştirmişti. Artık basında, mahkeme dosyalarında hep böyle anılacaktı. Daha kültürlü olanlarsa, öldürülenin kadın olduğunu vurgulamak isteyerek “maktule” diyeceklerdi.

Kapağının köşeleri kıvrılmış, yıpranmış not defterimi yine önüme çektim. Hepimiz öleceğimizi biliriz ama öldürüleceğimiz aklımıza gelmez, diye yazdım. Kim bilir kaç milyon bebek, doğduktan sonra sevinçle, alkışla karşılanmış, daha o anda yaşlanmaya başladığı ve ölüm mahkûmu olduğu anasının babasının aklından bile geçmemiştir. Daha da tuhafı hiç kimse doğan bebeğin bir gün öldürülebileceğini, bir cinayete veya bir kazaya kurban gidebileceğini, idam edilebileceğini, savaşta ölebileceğini düşünmez. Oysa bunların hepsi insanlar için. İnsanlık tarihi boyunca milyarlarca kişi “normal” denilen şekilde yaşlanıp ölmemiş, öldürülmüş. Arzu da onların safına katıldı şimdi.

Birisi kapıyı ısrarla çalıp duruyordu. Açmadım. Zaten evime pek az kişi girebilirdi. Bunların başında da Hatice Hanım geliyordu. Köyün yerlilerindendi. Kocası Arzuların evinde bahçıvanlık yapıyor, on dört yaşındaki genç irisi oğlu Muharrem de bazen annesine, bazen babasına yardım ediyordu. Hatice Hanım’dan sonra evime girmeyi başarabilen ikinci kişi, oğlu Muharrem olmuştu. Çünkü Hatice Hanım, oğluna İngilizce dersi vermem için ısrar ediyordu. Ben de Hatice Hanım’dan başka, evimdeki koşullara uyum ve saygı gösterecek birini bulamayacağım ve onu elimden kaçırmak istemediğim için oğlanın haftada bir gelmesine izin vermek zorunda kalıyordum.

Zor öğreniyordu, çünkü zekâ denilen insan özelliği pek yoktu bu çocukta. Bu yüzden okuldan atılmıştı; ne olduğunu bilmediğim, ayrıca merak da etmediğim bir beyin hastalığının pençesindeydi. On dört yaşında, irikıyım, temiz kalpli bir çocuktu ama tuhaf yüzüne, kayan bakışlarına katlanmak zordu doğrusu.

Kapıdaki her kimse, çalmaya devam ediyordu. Bırakmaya hiç niyeti yok gibiydi ama ben bu işten rahatsız olmuyordum elbette.

İstanbul’un bunaltıcı kalabalığından uzak kalmak için yıllar önce geldiğim Podima köyünde, iki katlı bir evin satılık olduğunu, hem de çok ucuza verildiğini öğrenince hemen almıştım burayı. Önceki sahibinin amacı da benim gibi yalnız kalmakmış. Adam, durmadan okuyup yazan ama ancak kendi parasıyla bir hikâye kitabı bastırabilmiş, iyi niyetli, kalbi kırık bir yazarmış. Üzerinde, acemice çizilmiş mavi bir denizkızının yer aldığı Hayallerim ve Ben adlı kitaptan yüzlercesi bir köşeye yığılmış olduğu için durumu anlamam kolay olmuştu elbette. Hayalleriyle baş başa kalan yazar, evin her duvarına kitaplık yaptırmış, her köşeye kitaplar doldurmuş, bu binlerce kitaba gömülüp ölene kadar evden pek fazla çıkmamış. Köhne yapıya ilk girdiğimde yoğun bir eski kitap kokusuyla karşılaşmıştım. Bu da evi hemen alma kararımı kesinleştirmişti, çünkü benim niyetim de kalan ömrümü okuyarak, yazarak geçirmekti. Kısıtlı ekonomik gücüme rağmen kitaplıkları daha düzenli hale koymuştum.

Evin içi, metal kitaplık raflarıyla bölünmüştü. Bu metal raflar, kapısı olmayan odacıklar oluşturuyordu. Sadece alt kattaki bir odaya kapı yaptırmıştım. Kardeşim Mehmet’in geldiği zamanlar kullanması için hazırladığım bu odada, diğerlerinden farklı olarak, bir banyo bölmesi ve bir çekyat bulunuyordu. Odaların hepsi, son derece düzgün sınıflandırılmış ve dizilmiş kitaplarla doluydu. Hemen hemen hepsi edebiyat yapıtı olan bu kitaplar, ayrı ayrı odalara, temalarına göre yerleştirilmişti. Her birinin girişinde temayı belirten, mimari kalemle yazdığım güzel bir kart asılıydı. Mesela:

İntikam Odası
Kıskançlık Odası
Aşk Odası
Cinsellik Odası
Savaş Odası
İntihar Odası
Cinayet Odası

Bu odalardaki yapıtlar, binlerce yıldan beri insan duygularını didik didik ediyorlardı ve bunları okumak günlük eğitimimin bir parçasıydı. Evimde binlerce edebiyat kitabı olduğunu söylerken her nitelikteki roman veya hikâye değil kastettiğim. Mesela Cinayet Odası’nda polisiye türünde romanlar bulunmuyordu. Çünkü bunlar insan duygularını anlamaya değil, cinayeti çözmeye odaklanmış, tek boyutlu, sadece merak uyandıran kitaplardı; doğal olarak ilgimi çekmiyorlardı. Evde bulunanlar, insanın iç dünyasını ve yaşadığı koşulları anlatan kitaplardı.

İnsanların duygularını, çeşitli durumlarda neler hissettiklerini öğrenmek istiyordum. Birini sevince ne olur veya kızınca nasıl bir duyguya kapılırlar, bunları bilmem gerekiyordu. Çünkü İstanbul’dan uzaklaşmış olsam bile yine de insanlarla bir arada yaşıyordum. Duyguları anlamadan yaşamam olanaksızdı. Bu eğitimi ancak edebiyat sağlayabiliyordu.

Başlangıçta psikolojiden, felsefeden, bilimden medet ummuş ama onlarda aradığımı bulamamıştım. Sinema da çok yüzeysel geliyor, bana ihtiyacım olan eğitimi sağlayamıyordu. Bunun üzerine anladım ki insan soyunun duygularını anlatan, psikolojik derinliklerine inebilen tek bir birikim vardır: O da edebiyat. O andan itibaren eskiden beri evde bulunan binlerce kitaba ek olarak yüzlerce kitap aldım, Podima’daki evimi ve onun metal raflarla ortaya çıkan iç bölmelerini seçkin edebiyat örnekleriyle doldurmaya başladım. Takip edeceğim uzun bir program yaparak –Flaubert’den ödünç alacağım bir ifadeyle– kendimi duygu eğitimine adadım.

O günden beri bu eve üç kişi girdi: Bunlardan ikisinin Hatice Hanım ve oğlu Muharrem olduğunu söylemiştim. Onların dışında, aşırı ısrarı yüzünden gelen Arzu var. Başka kimse görmedi evimi. Aslında bir kişi daha var: Kardeşim Mehmet. Ama onun yeri başka. Onun hikâyesini zamanı gelince anlatacağım.

Şimdi gelen her kimse, kesin kararlı olmalıydı. Çünkü kapı hâlâ çalınıp duruyordu.

Az daha unutuyordum. Eskiden, duyguları öğrenme eğitimimde kitaplara ek olarak müziğe de yer veriyordum. Çünkü eğer kitap kahramanlıktan söz ediyorsa Eroica, acıyı anlatıyorsa Adagio yararlı olabilirdi. Ama bir süre sonra bunun anlamsız olduğunu kavradım. Müzik, edebiyat gibi duyguları anlatmıyor, bizzat yaşatmak amacını güdüyordu. Bu da işe yaramaz bir şeydi, çünkü benim duyguları yaşamaya değil, öğrenmeye ihtiyacım vardı. Epey denedikten sonra duygu kabarmalarına yer vermeyen yumuşak, akıcı, hafif cazın, dinleyebileceğim tek müzik türü olduğuna karar verdim. Öteki türler, dinleyenle kavga ediyordu sanki.

Bu arada kapıdaki her kimse gitmişti, zil çalmıyordu artık.

Arzu’nun öldürülüşü üzerine ne okumalıyım diye düşünerek Cinayet Odası’na gittim. Daha önce de söylediğim gibi bu odada Agatha Christie tarzı romanlar yoktu, insan ruhunun karanlık dehlizlerinde dolaşmayı yeğlemiş olan yazarların kitapları vardı.

Raflardaki kitaplara göz gezdirdim ama ne okuyacağımı bilemediğimi fark ettim. Çünkü bu kitaplarda her cinayetin bir sebebi vardı. Ya aşk, ya kıskançlık, ya soygun, ya rekabet… Suç motifini bilmeden okuyacağım kitapların pek faydası olamazdı bana. Kitapların hepsi kurbanı değil, katili anlatıyordu. Daha doğrusu kurbanı, öldürülme anından önce anlatıyor, sonra katile ya da kimin yaptığını bulmaya çalışan insanlara yoğunlaşıyordu. Bense sadece kurbanı biliyordum.

O sırada aklım yine aynı konuya takıldı. Biraz önce kapıyı o kadar uzun süre, ısrarla çalan kimdi acaba? Hatice Hanım ve Muharrem olamayacağına, Arzu da ölmüş olduğuna göre kapıyı çalabilecek başka kimse yoktu ki. Dediğim gibi geriye bir tek olasılık kalıyordu: Cinayet soruşturması için gelmesi ihtimal dahilinde olan jandarma, savcı gibi kişiler. Bu durumda kapıyı açmam gerekirdi elbette, çünkü daha sonra rahatsız edici durumlar ortaya çıkabilirdi. Ama –dedim ya– bütün heybetiyle bahçedeki kulübenin önünde yatmakta olan Kerberos uyarmamıştı beni.

O sırada kapı tekrar çalmaya başladı. Biraz önceki düşüncelerimin etkisiyle, bu kez kalkıp gittim.

Kapıda polis ya da savcı olamayacak kadar genç bir kız duruyordu. Bacaklarında, eskitilmiş ve dizleri beyazlatılmış bir jean, üstünde bir omzu düşük beyaz bir bluz vardı. Uzunca boylu, ince yapılı, kocaman gözleriyle dikkat çeken, beyaz tenli, siyah düz saçlı bir kızdı. Bir yandan gülümsüyor, bir yandan da kapıyı ne kadar zor açtığımı söyleyip sitem ediyordu. Az önce de kapıyı çalan oymuş. Sonra evde olmadığımı düşünüp vazgeçmiş ama köşedeki bakkaldan benim evden pek çıkmadığım bilgisini alınca şansını tekrar denemek için dönmüş. Gerçi bakkalın o kadar kesin konuşması onu biraz yadırgatmış, pek ummuyormuş kapının açılacağını, ama şimdi memnun olmuş, dönüp bir kez daha deneme kararından.

Herhalde bir karşılık vermemi, bir yorum yapmamı bekliyordu. Kısa bir sessizlikten sonra “Ahmet Aslan sizsiniz değil mi?” diye sordu.

“Hayır!” dedim. Şaşaladı.

“Ama nasıl olur? Bu evde siz oturmuyor musunuz?”

“Oturuyorum.”

“Eee, adınız Ahmet Aslan o zaman!”

“Hayır, değil.”

“Peki nedir?”

“Ahmet Arslan!”

Kızın şaşkınlığı iyice arttı.

“İyi ya, ben de öyle söylüyorum.”

“Hayır, söylemiyorsunuz, Ahmet Aslan diyorsunuz, oysa benim adım Ahmet Arslan.”

“Yani bir tek r harfi eksik diye mi o ben değilim diyorsunuz?”

“Evet!”

“Çok tuhaf biri olmalısınız.”

“Hayır, değilim” dedim soğuk bir tavırla. “Tek harflerin nelere yol açabileceğini bir bilseniz… Neyse, niye arıyorsunuz beni?”

“Arzu Kahraman’ı tanıyormuşsunuz.”

“Evet!”

“Hatta dün akşamki davette oradaymışsınız.”

“Evet ama bütün bunlardan size ne?”

Sıkmam için elini uzattı ama eli boşlukta kaldı. Yüzünde bir şaşkınlık oluştuysa da kendini çabuk toparladı ve elini çekti. İstanbul’dan geldiğini, gazeteci olduğunu söyledi. Benim hiç okumadığım büyük gazetelerden birinin adını verdi. Hatta kimliğini göstermeye yeltendi. Bir el hareketiyle onu durdurdum, ne istediğini sordum. Mümkünse benimle biraz konuşmak istermiş.

“Ne hakkında?” dedim.

Bu kez siyah gözlerini dikip yüzüme garip garip baktı. “Elbette ki cinayet hakkında” dedi.

O konuda bir şey bilmediğimi söyledim.

“Tamam canım, korkmayın, ben polis falan değilim” diyerek güldü. “Sadece Arzu Hanım hakkında birkaç soru soracağım, nasıl biriydi falan. Bilirsiniz ya, insanlar gazetelerde ayrıntı okumak ister.”

Dedim ki: “Genç bir kadındı, insanlar onu güzel bulurdu, sağlıklıydı, çok gülerdi, kahkahası erkeklerde güçlü arzular uyandırırdı ama şimdi ölü. Hepsi bu!”

Bir adım geri çekilip beni dikkatle süzdü. Bir dakika kadar öylece bakıştık. Sonra “Ne garip bir insansınız siz böyle!

"

Kardeşimin Hikayesi kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Kardeşimin Hikayesi (2013)

Kardeşimin Hikayesi

Roman
Yazar: Zülfü Livaneli  
İlk Basım: 2013
Yayınevi: Doğan Kitap