… “Kalın yerinizde! Üstüme varmayın!” Gelenler durdu. Yusuf’un bir kibrit çaktığını gördüler. Önündeki ilk balyaya tuttu kibriti. Bir kibrit daha, onun yanındaki balyaya. Kuru tütünler önce bir duman salmıştı. Sonra bir alev topu yükselivermişti alanın ortasında… Arabasına bindiğini gördüler Yusuf’un. Bir elinde dizginler, ayakta dimdikti. Kamçıyı tuttuğu öbür elini kaldırıp uzaklaştı. Tekel’e doğru: “Dumanını alırsınız dedim, alın, sizin olsun!”


BİR

O cumartesi gecesi, radyo akşam haberlerini verirken, Ferit Taşçı, umutsuzluk, kararsızlık içinde, Asmalı kahvenin kaldırımında duruyordu. Yüzüne, üzgün, duygulu bir anlam veren çizgilerin, gevşek bacakları üstüne gelişigüzel salladığı kolları ile gövdesinin, öyle yerleşik, çalkalanıp durulduktan sonra uyumunu bulmuş, öyle rahat bir görünüşü vardı ki, çoktandır orada durduğu sanılırdı. Oysa gelip kaldırımın kıyısına dikildikten hemen sonra yaktığı sigarasını yeni yarılamıştı, bazen dudakları arasında unuttuğu cigara eriyip külleniyordu kendiliğinden. Görünüşe bakılırsa belli bir düşüncesi, ne yapacağını bildiği yoktu. Geçmişten gelecekten kopmuş, gelen geçenle, gözünün gördükleriyle oyalanıyor sanılırdı orada.

Bir berber dükkânı ile büyük bir tarım ürünleri deposu arasında, caddeden Asmalı Kahve’nin girişine doğru daralarak tamamlanan, bir üçgen biçimindeydi üstünde durduğu beton kaldırım. Yer yer irili ufaklı lekelerle kararmıştı. Gündüzleri, açık havalarda kahvenin dışarıya çıkarılan masaları ile iskemleleri akşamdan içeriye alındığından, şimdi boştu. Yaz ayları kaldırımın üstünü gölgeleyen, yapraklarını dökmüş çıplak asma, depo ile berber dükkânı arasında gerili teller üstüne serpilmiş eğri büğrü üç beş çubuk gibi duruyordu.

Berber, erkenden kapatmıştı dükkânını. Dükkânın alnacı bel yüksekliğinden yukarıya camdı. Sağdan sola sızan ışıklar, yan yana üç pencerenin, kapının üst bölümünün camları ile içerde arka duvara asılı berberin aynasında yansıyor, aysız bir gecede deniz kıyısında duruyormuş duygusu uyandırıyordu Ferit’te…

Yukarıdan, caddeden gelen kasaba taksilerinden birinin farları, ilkin kaldırımın betonunu yaladı. Taksi yaklaşırken farların ışıkları gittikçe güçlenerek, yukarılara doğru tırmandı. Ferit’i yakalayarak berber dükkânının içini aydınlattı. Ferit, kamaşan gözlerini farlardan kaçırmak için başını çevirince kendini berberin aynasında gördü. Otomobil kaldırımın önünden kıvrılarak geçip gittikten sonra, kararan aynada kalan, sadece Ferit’in sağ elinin parmakları arasında tuttuğu cigarasının ateşiydi. İçerde, dükkânda, odun sobasından düşmüş küçük bir çubuğun ucu gibi kızara kızara yanıyordu.

Asmalı Kahve’nin girişi, üçgen kaldırımın tepe noktasına düşen, dar, iki adımlık bir geçidin gerisinde kalıyordu. Kapının üstüne yerleştirilen hoparlörden, Ferit duyabiliyordu spikerin söylediklerini. Son birkaç gündür olduğu gibi, Ege tütün piyasasının açılış hazırlıklarıydı yine haberlerin baş konusu. Piyasanın açılması yaklaştıkça her gün biraz daha uzuyor, genişliyordu haberler. Spiker, yetkili kişilerin ağzından, pazartesi sabahı açılacak piyasada ekicinin elindeki tütünün hem iyi koşullarla hem de kolaylıkla satılabilmesi için, hükümetin gerekli her türlü tedbiri aldığını anlatıyordu uzun uzun. Ferit, kendisini çok ilgilendirdiği halde, yine de bir türlü gerektiği kadar dikkatle dinlemiyordu bu haberleri. Aksine gittikçe artan bir güvensizlik duyuyordu söylenen sözlere. Yalnızlığı, köşesinde tek başına oluşu duyduğu bu güvensizliği daha da yoğunlaştırıyor, kesinleştiriyordu. İçinden gelen bir ses durmadan yalanlıyordu spikerin dediklerini: Biz bunları çok dinledik!

Caddenin karşı yakasında, üçgen kaldırıma karşı düşen köşede, bir köfteci dükkânı vardı. İriyarı şişman köftecinin, dükkânın camlığı önüne yerleştirdiği kararmış saç ızgarada, elindeki maşa ile bastırdığını, çevirdiğini sonra yine bastırdığını görüyordu pişirdiği köfteleri. Izgaranın sokağa verilen bacasından, kızardıkça yağları eriyen köftelerin kokusu vuruyordu dışarıya. Izgara üstünde yükselen dumanları gördükçe, kızaran köftelerin cızırtısını da duyuyormuş gibi geliyordu Ferit’e. Bu sanı, duyduğu koku, az önce evinde yediği akşam yemeğinde karnını doğru dürüst doyurmadığını yansıtıyordu kendiliğinden ona. Ama onu ilgilendiren, yeni yemekten kalkmış bile olsa, doyurucu bir sofra önünde, hiç yemek yememiş gibi her zaman duyduğu damarlarındaki açlık ya da ortasından ikiye yarıldıktan sonra, içi, ızgaranın oluklarına bastırıla bastırıla yağa bulandırılmış, yarım somun ekmeğe doldurulmuş soğanlı, bol biberli, domatesli, bir düzine köfteyi canının isteyişi değildi şimdi. Dükkânın dip duvarında, yüksekçe bir rafa yerleştirilmiş radyosuna kulak verirken, köftecinin çatık kaşlarının daralıp genişlemesini, el kol devinimlerini izliyordu karşıdan. Köfteci, arada bir elindeki maşayı bırakıyor, ellerini önlüğüyle ya da tezgâhının üstünde duran el beziyle kuruladıktan sonra beline dayıyor, yüz çizgileri kımıltısız kalarak dinliyordu haberleri. Yüzündeki değişikliklerden, dinlerken âdeta çocuklaştığını görüyordu adamın. Elinden tutulup, gel sana şeker vereceğim diye, sürüklenmek istenen bir çocuk güvensizliğiyle bakmaya başlıyordu gitgide radyoda doğru: İnanayım mı? Yine de inanır gibi oluyordu ilkten. Çatık kaşları aralanıyor, uzaklaşıyorlardı birbirinden. Yaşının çizgileri siliniyor, uykusunda gülen bir çocuk gibi rahatlıyordu yüzü. Sonra korkulu bir rüya görmeye başlıyordu sanki. Kaşları yaklaşmaya başlıyor, çatılıyordu yeniden: Ya yalansa? Gittikçe ağladı ağlayacak bir çocuk gibi karışıyordu yüzü. Derken, uyanıyor, büyüyor, kırkı aşkın yılı geride bırakarak, yine ocağının başındaki köfteci oluyordu adam. Kaşları çatık, yüzü kararmış, gölgelenmiş, belinden sert bir tepki ile fırlayan sağ eliyle maşasını kapıyor, ızgaranın üstündeki köfteleri çevirip bastırmaya başlıyordu çabuk çabuk. Dudaklarını çarpıtıp mırıldanıyordu güvensizlikle: Çok dinledik biz bu masalları!

Köftecide, üstü beyaz mermer çıplak masalarda, yoğurtla ya da köfteyle karın doyuran gurbetçi ırgatların, evsiz barksız ekicilerin, ekmeklerini koparışları, ağızlarına götürmeden önce kaşıklarını çatallarını boşlukta tutuşları, lokmalarını çiğnemeleri, radyoya kulak verişlerine göre hız kazanıyor ya da ağırlaşıyordu. Yemeklerini yerken duraklıyor, çeneleri devinmesiz kalıyor, umutla umutsuzluk, güvenle kuşku arasında kısa bir an bocalıyorlar, sonra içlerinden gelen bir tepkiyle dinlemeyi boşlayıp, hızla çiğnemeye geçerek karınlarını doyurmaya bakıyorlardı. Akıllarından geçeni anlamak güç değildi adamların: Hele piyasa açılsın, görürüz dediklerin doğru mu değil mi?

Köftecinin önündeki küçük açıklıkta kümelenmiş üç ırgat, onların üç beş adım ötesinde, dere boyuna inen caddenin ağzına dikilen daha yaşlı iki ırgat, haberlere biraz kulak verdikten sonra, kımıldamaya başlıyorlar, sağa sola bakınarak, Ferit’in duyduğu güvensizlikle sıyrılıyorlardı dinlediklerinin etkisinden: Sen hele pazartesi sabahından sonra oku bakalım bu palavraları!

Kasabanın ana caddesi, otomobillerin inerken fren yapmak, çıkarken vites büyütmek zorunda kaldıkları bir yokuşla Cumhuriyet Alanı’ndan Köprübaşı’na iner. Kasabayı güneyinden gelip kuzeyinden çıkarak, doğu ile batı arasında ikiye bölen, oldukça enli, oldukça da derin bir dere, Köprübaşı’nda çok eskiden beri geniş, sağlam, taş bir köprü ile kapatılmıştır. Köprünün üstünde büyük bir kahve ile kahvenin gerisinde kasabanın araba ustalarının, demirci esnafının dükkânları sıralanır. Kahve, eski Yunan yapılarının durmuş oturmuş çizgilerini, kapılarıyla pencerelerinde orantılı ölçülerini taşır. Ana cadde bu büyük kahvenin önünden geçer, derenin batı yakası boyunca uzayan rıhtım caddesi ile dikine olarak kesişir, beş on adım daha ilerledikten sonra sert bir dirsekle sağa dönerek yeniden yükselmeye, yokuşa sarmaya başlar.

Eskiden köprünün kahveye karşı düşen güney kıyısında demir parmaklıklı bir korkuluk vardı. Köprünün üstünden, kahveden bakılınca, derenin gerilerine doğru, kasabanın batı yakası ile doğu yakasını birbirine bağlayan yüksek kemerli taş köprüler, dere boyunca karşılıklı yükselen iki sıra kavak ağacı, rıhtım boyunca sıralanan demir pancurları yeşil boyalı, ak sıvalı sağlam evler, doğuda, biraz yüksekte, on yedinci yüzyıldan kalma güzel bir caminin ince çizgili izdüşümü görülürdü. Aylı gecelerde köprüden geçenler, korkuluğun önünde durup ak yeşil yaprakları ışıldayan kavak ağaçlarına, derenin dibinden geçtiği koyağın bol gölgeli o güzel görüntüsüne bakmadan geçemezlerdi. 1950 yılından sonra belediye, korkululuğu kaldırıp köprünün güney yakasını, betonu, demiri, nasıl, nerede, hangi ölçüler ve biçimlerle kullanacaklarını bilmeyenlerin, görgüsüzlüğünü kanıtlayan tek katlı bir yapı ile kapattı. Ortaya çıkan anlamsız yapıyı partinin adamlarından birine kahve olarak kiraladı. Yeni belediye başkanının eski kahvenin sahibine dargın olduğu, adamın işini bozmak için bu yola başvurduğu söylendi. Fakat başkanın hesabı umduğu kadar doğru çıkmadı. Eski kahvenin müşterileri alışkanlıklarıyla kahvelerine bağlı kaldılar. Yeni kahveye ise yeni müşteriler alıştı. Çok geçmeden, kahvelerin ikisi de, halkın kırlarda geçirdiği yaz ayları dışında, özellikle akşamları hep doluydu.

Kasabanın ırgat pazarı, akşam yemeği ile yatsı namazı arasında Köprübaşı’nda kurulur. Ertesi gün bağlarda, tarlalarda, zeytinliklerde çalışmak için kollarının gücünü kiralamak isteyen tarım işçileri akşam yemeğinden sonra birer ikişer gelir, eski kahve ile yeni kahvenin önünde, ana cadde ile rıhtım caddesinin kesiştiği dört yol ağzındaki açıklıkta, bu açıklığın karşı köşelerinde kalan Asmalı Kahve ile köftecinin önünde birikmeye başlarlar. Kırlarda işlerin arttığı günlerde bu küçük alan, yaşları on üç-on dört ile altmış-altmış beş arasında değişen erkek işçilerle dolar. Çok geçmeden işçi arayan toprak sahipleri bu kalabalığa karışır. Küçük işçi gruplarıyla toprak sahipleri arasında pazarlıklar yürütülür, sonuçlandırılır. Kadınlar ile çocuklar görünmezler ırgat pazarında. Pazarlık eden işçi, yalnız kendi adına değil, evindeki kadınlar ile çocuklar adına da söz keser, toprak sahibi ya da onun kâhyasından iş bulan işçiler ortadan çekildikçe pazar tenhalaşır; yatsı ezanı okunurken kapanır. Yatsıdan sonra, ertesi sabah, gün doğarken anlaştıkları tarlalarda, işe başlayacak olan işçiler, erkenden kalkmak için uykuya yatmış olurlar.

Ferit Taşçı, o akşam ırgat pazarına inerken iş bulamayacağını biliyordu. Bir haftadır işler durmuş, bağlar tarlalar unutulmuştu kasabada. Hele son üç gündür, soluğunu kesmiş, pazartesi sabahı açılacak tütün piyasasını bekliyordu herkes. Ferit, durduğu yerde yatsıya kadar da beklese, köftecinin önü ile eski kahvenin dirseğinde dikilen, arada bir alçak sesle iki üç kelime konuşarak, çekingen bakışlar, çok hafif baş devinimleriyle toprak sahiplerinin gelip geçişini izleyen öbür ırgatlar gibi, kendisi de iş bulamadan geri dönmek zorunda kalacağını bazı bazı aklından geçirse bile, yine de gecenin elini yüzünü iğneleyen nemli soğuğunda, ayrılamıyordu yerinden.

Bir süredir umut ya da umutsuzluk değildi onun kararlarını etkileyen. Aksine, umutsuzluğu arttığı ölçüde uysallaşan, yönetilmesi kolaylaşan biri oluyor, hiç karşı koymaya kalkışmadan alışkanlıklarının buyruğuna giriyordu. Birikmiş üç beş kuruşuna el atmadan, evinin, kendisinin günlük ekmeğini çıkarması gerekirdi onun. Çoktandır bu gerekliliğin buyruğundaydı. İş bulmak için üstüne düşeni yaptığına içinden içinden olsun kendini inandırabilmek için, salt bu gereklilikle, gelip her akşamki yerinde dikilmek zorunluluğunu duyuyordu kendiliğinden.

Evlenecekti Ferit Taşçı. Daha doğrusu tuhaf bir durumdu onunki! Eylülden beri evliydi çünkü. Dört ay önce, belediyede nikâh memuru, Binnaz’la onun karı koca olduklarını tanıkların, hısım akrabalarının önünde açıklamış, nikâh şekerleri dağıtılmıştı gelenlere. Kanun, Binnaz’a karım demesi için bu kadarını yeterli sayıyordu ama, Binnaz’ın annesi yeterli saymıyor, o da bu yüzden karım diyemiyordu Binnaz’a. Kız dört aydır annesinin evindeydi hâlâ. Ancak düğünden sonra, telli duvaklı gelinliğiyle alıp evine getirebilecekti Binnaz’ı. Düğün giderlerini karşılayabilmek için çalışarak para biriktirmek, bu yıl tütün satımından eline geçecek paraya, para katmak zorundaydı.

İki yıla yakın bir süre önceydi. Bahara doğru tezkere alıp askerden dönmüştü Ferit. Kasabasından ilk kez ayrılan bütün delikanlılar gibi, askerliği süresince sıla hastalığına tutulmuştu o da. Kasabasından uzakta, kendini anlaşılmamış, küçük düşürülmüş, aldatılmış sayıyor; geride ne bıraktığını, dönüşte kimi bulacağını tam bilmeden, yakıcı bir özlem acısıyla kasabasına kavuşacağı günlerin, saatlerin dolmasını bekliyordu. Askerden yeni döndüğü günlerde, yazıp da üstünde taşıdığı kâğıdı yitirdiği ya da ezbere bildiği halde bir türlü çıkaramadığı bir adres arar gibiydi. Hiçbir yerde oyalanamıyor, aradığını bulmak istercesine, aklına esen sokaklara dalıyor, tanıdıklarının dükkânlarına, işyerlerine uğruyor, kahveden kahveye sürtüp duruyordu. Annesi, kendisinden on yaş küçük kız kardeşi ile beraber oturuyordu. Babadan kalma sekiz dönümlük bir tarlaları vardı. Dört beş gün içinde çiftini sürdü, sürgüsünü tırmığını çekti, tarlalarını dikime hazırladı. Tütün dikmek için yağmur bekledikleri arada, bağlarda bir iki gün gündeliğe gidecek olsa, üçüncü gün, o yitirdiği adresi bulmak için mutlaka içinde durmadan yinelenen başı boş gezmek isteğine kapılıyordu.

Bu işsiz günlerinden birindeydi. Öğleye doğru evden çıktı. Kasabanın doğu kıyısında oturuyorlardı. Her zaman çarşıya indiği sokağı izleyeceğine, evlerinin karşı sırasında, az ilerde, boş bir arsaya daldı. Arsanın öbür ucundan kasabanın parkına doğru giden bir sokağa girdi. Duvarları çamurla kaba taştan örülmüş sıvasız evleriyle kimsesizdi sokak. Sokağın ortalarındaki bir evin önünde, üç dört yaşlarında bir çocuk, evin kapısı yanındaki binek taşı üstüne kıvrılmış güneşlenen bir kediye bir türlü rahat vermiyor, durmadan kediyi tutmaya, kucağına almaya çalışıyordu. Kedi, tırnaklarını çıkartıp dişlerini göstererek, ya bir pençe ya da bir baş devinimiyle ya da sırtını birden kamburlaştırarak kurtuluyordu çocuğun elinden. Çocuk sonunda dişlerine tırnaklarına aldırmadan kucakladı kediyi. Kollarına ağır gelen yüküyle yerinde bir iki sallandı; kedi, gerilip kolları arasından fırlayınca dengesini yitirdi, kıç üstü düşüp yana yuvarlandı. Evin açık duran kapısından ayağında takunyalarıyla bir kız fırladı o sırada. Çocuğu koltuk altlarından kavrayıp kaldırdı. Dört beş adım uzaklaşıp komşu evin duvarı dibine çöreklenen, gözlerini kısarak güneşlenmeye hazırlanan kediyi kovaladı. Çömeldi, çocuğun yüzünü gözünü, dizlerini, avuçlarını çabucak gözden geçirdi. Saçlarını okşayıp öperek “Acıdı mı bir yerin?” diye sordu; “Ağlama sus, kendin düştün” diye tatlı sert bir sesle yatıştırdı çocuğu. Kız ancak çocuğun bir yeri kanamadığını, bir yeri vurulmadığını anladığı sırada kaçamayacağı kadar yakınında gördü Ferit’i. Sokağın ortasında o dağınık ev kılığı ile yakalanmıştı. Sağ elinin çevik bir hareketiyle başındaki tülbenti gerisinden çekip aldı. Su kıyısında yıkanan güvercinler gibi silkindi. Beline inen saçlarını omuzlarına dağıtarak, ancak kendi yaşındaki kızlara özgü bir canlılıkla doğruldu. Çocuğu elinden tutup kapıya doğru geri çekilirken gülerek,

— Hoşgeldin Ferit ağabey, dedi.

Bu “ağabey” sözünün tatsız geri iticiliğiyle duraladı Ferit. Karşılık verirken dilinin neredeyse tutulduğunu, birden konuşamayacağını sandı. Bir uğultu sardı bütün duygularını. “Askerliğin bitti mi?” “Gözün aydın öyleyse…” gibilerden bir şeyler söylüyordu kız. Bir duvara çarpıp yankılanıyormuş gibi duyuyordu bu sözleri. Kendisi ise ne dediğini tam düşünemeden, söylediklerini de pek iyi duymadan konuşuyordu. Yer çekimine tutulmuş gibi, saçlarına, yeşil gözlerine, kalın dudaklarına bakıyordu kızın.

Büyümüştü. Askere giderken, hızla büyüdüğü için kısalarak dizleri üstüne çıkan entarileri altında, göğüsleri yeni yeni biçimlenmeye başlayan bir kız olarak bırakmıştı Binnaz’ı. Şimdi on beşi ile on altısı arasında olmalıydı.

— Mürüvvet ablam nasıl?

Kendisini tanıyıp tanımadığını anlamak, kim olduğunu ansıtmak istermiş gibi, o askerdeyken kocaya giden ortanca kız kardeşini soruyordu şimdi.

Güç bela,

— İyi, diyebildi.

Baktıkça hep büyüdüğünü, güzelleştiğini düşünüyordu kızın. Kıza mutlaka büyüdüğünü, güzelleştiğini söylemek istiyor, fakat ataklaşmadan nasıl söyleyebileceğini bir türlü bulamıyordu bu düşündüklerini. Kızın küçükken, çocukluğunda da güzel olduğunu ansıdı. Sadece büyüdüğünü söylemeyi yeter buldu. Kızarıp bozarmadan, gülünç olmadan aklından geçeni söyleyebilmek için uğuldayan duygularının yatışmasını bekledi. Kendisine çok uzunmuş gibi gelen, iki üç saniyelik bir gecikmeden sonra ekledi:

— Büyümüşsün…

Bu kez kızardığını saklamaya çalışan Binnaz’dı. Gülüşü içli bir duyarlığa dönüştü yüzünde:

— Eee, az zaman mı?

Sustu. Susuşuyla, “Sen gideli iki yıl oldu” der gibiydi bu sözlerin gerisinden.

Evin avlu duvarı arkasından sinirli bir kadın sesi duyuldu:

— Kız Binnaz, kapının önünde kiminle lafa daldın yine?

Binnaz, karşılık vermeden çocuğu eve çekti. Sesini alçaltarak:

— Komşunun, dedi. Annesi çarşıya giderken bize bıraktı.

Kapıyı kapatırken ekledi:

— Mürüvvet Ablama selam söyle…

"

Acı Tütün (Tütün Zamanı 3) kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Acı Tütün (Tütün Zamanı 3) (1974)

Acı Tütün (Tütün Zamanı 3)

Roman
Yazar: Necati Cumalı  
İlk Basım: 1974
Yayınevi: Cumhuriyet Kitapları