Olasılıksız, Adam Fawer tarafından yazılmış ve 2005 yılında yayımlanmış bilimkurgu romanıdır. En iyi roman kategorisinin de aralarında olduğu çok sayıda ödül kazanmıştır. Kitap, David Caine’in bir takım deneysel tedaviler sonucunda kazandığı gelişmiş olasılıkları hesaplama yeteneği sayesinde, tahminlerinin geleceği görmek haline geldiğini anlamasıyla başından geçenleri konu almaktadır. Özet olarak kitabın kahramanı, Pierre-Simon Laplace’in yarattığı bir teori olan Laplace’ın şeytanı haline dönüşmüştür.

Bir sabah, yıllardır görmediğiniz bir arkadaşınızı düşünerek uyandınız. Bir saat sonra, onunla sokakta karşılaştınız. Sizce bu sadece bir tesadüf mü, yoksa çok daha farklı bir anlamı olabilir mi?

Siz hiç Loto’da büyük ikramiyeyi kazanmadınız. Ama birileri kazanıyor. Hem de sürekli! Onlar sizden daha mı şanslılar?

Şans nedir gerçekten? İçinizde bütün parayı kırmızıya yatırmanız gerektiğini söyleyen bir his var. Bu his bir öngörü müdür? Yoksa daha fazlası mı?

Yolda gidiyorsunuz. Kafanızı çevirip yandaki küçük parkta baktınız ve bir anda bu anı daha önce de yaşamış olduğunuzu hissettiniz. Evet, Deja Vu. Sizce nedir Deja Vu; Geçmiş mi, rüya mı yoksa geleceği mi görüyorsunuz?

Eğer siz de kontrolün kimde olduğunu merak ediyorsanız, ‘Olasılıksız’ tam size göre bir roman…

Olasılıksız

Gelin, olasılıktan söz edelim. İlk önce, olasılık dediğimizde en sık akla gelen çekilişlerden, piyangolardan söz edelim.

Amerika’daki en büyük piyangoyu, Powerball’u kazanabilme olasılığı 120.000.000’da 1’dir.

Powerball’un ilk oynanmaya başlandığı 1997’den beri elliden fazla insan bu olasılığı alt üst ederek büyük ikramiyeyi kazanmıştır. Onlar, bu gezegendeki en şanslı, en zengin insanlar arasındadır.

Onlardan nefret ederim. Ama konumuz bu değil.

Şimdi de düşük-olasılıklı bir olaydan söz edelim. Dünyaya dev bir gök taşı çarpacak ve uygarlık yok olacak. Jeofizikçilere göre, her yıl bunun olma olasılığı milyonda bir.

İnsanoğlunun atalarını da hesaba katarsak, yedi milyon yılı aşkın bir süredir bu gezegende varlığımızı sürdürdüğümüze göre, bir gök taşının bugüne kadar bizi yok etmiş olma olasılığı yüzde yedi yüz. Yani anlayacağınız, bir kere değil, yedi kere ölmüş olmalıydık şimdiye.

Ama çoğunuzun bildiği gibi, insanoğlunun yazılı tarihinden bu yana yok olmadık.

Ne demeye çalışıyorum sizce? Bir gök taşı bizi yok edecek demeye çalışmıyorum. Düşük olasılıklı olaylar hakkında bir yorumda bulunmaya çalışıyorum, kıssadan hisse şudur, ‘Her an her şey olabilir!’

David T. Caine’in istatistik dersinden alıntı.

Tıbbi Gerçek

Beyindeki sinir hücreleri fazla hareketlendiğinde, kontrolsüz, gelişigüzel gibi görünen sinyaller verirler. Bu sinyallerin sonucunda garip duygular hissedilebilir, farklı hareketlerde bulunulabilir, hatta psişik anomaliler olabilir. Bu gibi olaylara genelde nöbet denir.

Yetişkinlerin yüzde ikisi, ölmeden önce hayatlarında en az bir kere nöbet geçirirler. Genelde, bu tek nöbetten sonra başka bir nöbet geçirmezler zaten. Ancak, bazı insanlar bir ömür boyu sürekli nöbet geçirip yaşamaya devam ederler. Bu rahatsızlık tarih boyunca bir sürü farklı isimle anılmıştır, akıl hastalığı, dile getirilemez bir acı, iblisin işkencesi, hatta Tanrı’nın gazabı. Günümüzde biz buna epilepsi diyoruz.

Bazen doktorlar epileptik nöbetlerin nedenlerini bulabilirler. Genelde bunların nedeni beyindeki mikroskobik yaralar veya tümörlerdir, ya da genetik nedenleri vardır. Ancak, dünyadaki epilepsi hastalarının yüzde yetmiş beşine -Amerika’da 1.9 milyon kişide epilepsi vardır mesela- durumlarının idiopatik olduğu söylenir.

İdiopati sözcüğünün kökeni eski Yunancadır. İdio ‘garip, ‘e özgü, ayrı, farklı’ anlamına gelir, path ise ‘duygu’ veya ‘acı’ demektir. Yani İdiopatik ‘garip bir acı’ anlamına gelir, bunun çağdaş tıptaki geniş tanımı ‘nedeni bilinmeyen bir hastalıkla ilgili veya bunun bir sonucu olarak ortaya çıkan’dır.

Yani başka bir deyişle, son birkaç yüzyıldır tıp çok ilerlediyse de, doktorlar hâlâ neden insanların epileptik nöbetler geçirdiklerini bilemiyorlar.

Bu konuda tek bir fikirleri dahi yok.

1. BÖLÜM

KOŞULLARIN KURBANLARI

Atlara, maçlara, kumarhanelere para yatıran veya bir boruda kaç yağmur damlası olduğu üzerine iddiaya giren bir kumarbaz, pek de lehinde olmayan bir olasılığa para yatırmıştır. Poker oynayan profesyonel bir kumarbaz ise, lehinde olan olasılıklara para yatırır. Biri romantik bir hayalperesttir, diğeri ise gerçekçidir.

Anthony Holden, profesyonel poker oyuncusu

İnsanın şans faktörünü ve bunun sonuçlarını anlayabilmesinin yolu kumarı anlayabilmesinden geçer.

Olasılık kalkülüsünün doğuşu kumara bağlıdır. İnsanın kumarı anlamaya çalışması gerekir, ama bunu felsefi bir şekilde algılamalı, yüzeyselliğinden arındırarak kavramalıdır.

Louis Bachelier, matematikçi

1

“Bu yirmi sana Caine. Var mısın, yok musun?”

David Caine kendisine söyleneni duyuyor, ama cevap veremiyordu, daha doğrusu koku cevap vermesine izin vermiyordu. Bu kokuyu daha önce hiç almamıştı. Sanki, çürümüş et ve yumurta, idrarla karışmıştı.

İnternette okuduklarına bakılırsa bazıları kokulara dayanamayıp kendilerini öldürüyorlarmış. İlk başta bunun abartılı olduğunu düşünmüştü, ama şimdi… Bunu neden yapmış olabileceklerini anlıyor gibiydi.

Aslında bu kokuyu sinir hücrelerindeki sinyaller bir şekilde karıştığından hissettiğinin farkındaydı.

Bunu bilmesi hiçbir şeyi değiştirmiyordu. David’in beyni bu kokuyu gerçekten algılıyordu. Hatta masanın etrafını sarmış olan sigara dumanından bile daha ağırdı koku. Walter’ın gece yarısı yediği yağlı McDonald’s hamburgerinden bile daha gerçekti bu koku. Tüm odayı saran çaresizlik ve ter kokusundan daha baskındı.

Koku o kadar kötüydü ki gözleri sulanmaya başladı, ama koku ne kadar kötü olursa olsun, habercisi olduğu şeyden daha kötü değildi. Caine bundan daha fazla nefret ediyordu. Kokuya bakılırsa vakit yaklaşıyordu, insanın midesini bulandıran, zihnini karıncalandıran kokunun ağırlığına bakılırsa bu nöbet hiç de hafif olmayacaktı. Daha da kötüsü, her şey çok hızlı gelişiyordu. Tam zamanını bulmuştu, daha kötü bir zamanlama olamazdı.

Caine bir an için gözlerini kapayıp iyice sıktı. Çaresizce, kaderine engel olmaya çalışıyordu. Gözlerini açıp Walter’ın önünde duran buruşturulmuş kırmızı-sarı patates kutusuna baktı. Birden kutu gözünün önünde gitti geldi. Caine başını çevirdi, kusacağından korkmuştu.

“David iyi misin?”

Caine kadının sıcak elini hissetti omzunda. Rahibe Mary Straight, eskiden gerçekten bir rahibeydi.

Takma dişlerini David doğmadan önce yaptırmış olan kadın, onun değil annesi, anneannesi yaşındaydı.

O masadaki tek kadındı. Hatta, Nikolaev’in oyuncuların her an önünde içki olsun da kalkmaları için bir neden olmasın diye tuttuğu iki ayağı bir çukurda Romen garson dışında, tüm kulüpteki tek kadındı rahibe. Herkes ona Rahibe diye hitap ediyordu, ama o bu mahzende ya da Rusların deyimiyle podvaal’da yaşayan erkeklerin daha çok manevi annesi gibiydi.

Aslında, podvaal’da yaşamıyordu bu insanlar, ama masaların etrafına üşüşmüş yirmi kadar adama sorulsa, Caine onların çoğunun East Village’deki bu kalabalık, penceresiz bodrumda kendilerini evlerinde hissettiklerini söyleyeceklerine iddiaya girebilirdi. Kumarbazlar. Bağımlılar. Bazılarının finans dünyasının nabzını tutan Wall Street’te veya şehir merkezindeki önemli binalarda ofisleri vardı, hatta kartvizitleri kabartmalı gümüşi yazılarla süslüydü, ama herkes bunun hiçbir anlamı olmadığını biliyordu.

Hayattaki en önemli şey, hatta tek önemli şey, dağıtılan kartlar ve oyunda olup olmamaktı.

Her gece D Bulvarı’ndaki Chernobyl Rus lokantasının kalabalık mahzenine gelirlerdi. Bar kirliydi, ama Vitaly Nikolaev’in oyunları temizdi, işe hile karıştırmazdı. Pudralanmışçasına beyaz tenini ve ince, kız gibi kollarını ilk gördüğünde, Caine Vitaly’nin Rus mafyasının bir üyesi olduğuna ihtimal vermemişti.

Ama, Vitaly Nikolaev, aslında yaşlı ve zararsız bir adam olan Melvin Schuster’ı kulüpte oynarken hile yaptığı için ölümüne dövdüğü gece, Caine işin doğrusunu gayet iyi anladı. Caine daha ne olup bittiğini anlayamadan Nikolaev hafif sarkık yüzlü ihtiyarın yüzünü gözünü dağıtmış, adamı kan revan içinde bırakmıştı. O zamandan sonra da podvaal’da kimse hile yapmaya cesaret edemedi.

Caine yine de burasını evi gibi görüyordu. Batı yakasındaki küçük stüdyo daire uyuduğu, yıkandığı ve arada bir tıraş olduğu bir yerdi onun için. Bazen de kız atardı daireye, ama uzun zamandır bunu da yapmamıştı. Caine’in bu aralar görüştüğü tek kadının Rahibe Mary olduğu düşünülürse, buna şaşmamak gerekirdi.

Rahibe, “David iyi misin?” diye sorduğunda Caine birden kendine gelir gibi oldu. Gözlerini kırpıştırdı ve Rahibe’ye dönüp, başını sallayarak iyiyim dercesine bir işaret yaptı. Ama başını sallaması iyi bir fikir değildi, çünkü yine midesi bulanmaya başladı.

“İyiyim Rahibe. Sağ ol.”

“Emin misin iyi olduğuna? Sanki bir anda betin benzin attı, suratın yemyeşil oldu.”

“Yeşil dolarlar kazanmaya çalışınca oldu herhalde,” dedi Caine bu espriye kendi bile gülmekte zorluk çekerek.

“Hal hatır sorma faslını geçelim mi? Yoksa siz ikiniz baş başa bir odaya çekilip birbirinizi daha yakından tanımak mı istiyorsunuz?” diyerek sırıttı dişleri sararmış Walter. O kadar yakınına sokuldu ki, Caine bir anda adamın ağzının soğan koktuğunu hissetti. “Yirmi artırdık. Var mısın? Yok musun?”

Caine eline baktı, sonra da masadaki diğer kartlara baktı, birbirine karışmış saçlarının hizasında kollarını kaldırdı gerinerek. Yutkunarak kusmamaya ve kokuyu unutmaya çalıştı. Ne yapacağına karar vermek istiyordu.

“Kafandan olasılıkları hesaplamayı kes de ne yapacaksan yap,” dedi Walter şeytantırnağını ısırarak.

Caine’in her elde olasılıkları aklından hesapladığını gayet iyi biliyorlardı Caine’in bir veri olarak denklemine ekleyemediği tek şey oyun arkadaşlarının blöf yapma olasılıklarıydı, ama onu bile hesaba katmaya çalışıyordu. Caine. Walter’ın kendisini biraz zorladığını hissetti ve yaşlı adama bıkkın gözlerle bakıp, masaya doğru döndü.

Oyun basitti. Bir tür poker oynuyorlardı. Her oyuncuya iki kart dağıtılıyordu, sonra da ortaya aynı anda üç kart açılıyordu, ilk üç kartın adı ‘düşüş’tü. Sonra dördüncü bir kart açılırdı, ‘dönüş’, sonra da beşinci ve son kart, ‘nehir’. Yere yeni bir kart açıldığında bahis artırılabilirdi. Sonra da, oyuncular ellerindeki kartları açarlardı. En İyi beş kart kimdeyse, poker kuralları uyarınca o kazanırdı. Bu beş kart, elindeki iki ve yerden seçeceği üç karttan oluşurdu.

Oyunun en muhteşem yanı, akıllı bir oyuncunun masaya bakıp, o an için en iyi elin ne olabileceğini hesaplayabilmesiydi. Caine açılan kartlara baktığında üç kart görmüyordu, yüzlerce olasılık görüyordu.

Onu en çok ilgilendiren olasılık ise kendi kazanma olasılığının ne olduğuydu. Şimdiki eliyle bu yüksek bir olasılıktı. Elinde bir çift as vardı. Kupa ası ve karo ası. Açılan kartlar da sinek ası ve iki tane maçaydı. Maça altılısı ve valesi.

Caine aslında en sağlam kartları elinde tutuyordu. Yani masadaki en yüksek olasılık onun elindeydi, ama yine de birçok olasılık vardı.

Her bir olasılığı aklından hesaplayarak, gerçekleşme olasılıklarını kestirmeye çalıştı. Caine, aklında rakamlar uçuşurken, kokunun var olduğunu iddia eden beyin dalgalarını birkaç saniyeliğine bastırabildi.

Elinde iki maçası olan biri varsa toplamda dört maça ederdi. İki elinde, iki yerde. O kişinin elindekilerle renk yapabilmesi için ortaya bir maça daha açılması gerekirdi. Caine aklından bu olasılığı hesapladı, bu onun için bir çocuğun alfabeyi söylemesi kadar kolay bir şeydi.

Bir destede toplamda on üç maça vardır, eğer birinin elinde iki maça daha varsa, bu da görülmemiş dokuz maça var demekti. Birinin elinde iki maça varsa, bir sonraki iki karttan birinin maça olma olasılığı yüzde 36’ydı. Bu yüksek bir olasılıktı, ama birine iki maça verilmiş olma olasılığı yüzde 6’ydı zaten.

Caine son bir gayretle verileri birleştirdi. Birine iki maça verilmişti ve bir sonraki kart da bir maça olacaktı. Bunun olasılığı yüzde 2.1’di. Bu riski göze almaya hazırdı.

Bu hesabı bir kere daha yaptı, bu sefer de birinin elinde tek maça bulundurduğunu düşündü ve yine de elini maçayla renge tamamladı. Bunun da olasılığı yüzde 2’ydi. Birinin maçayla değil de sinekle renk yapma olasılığı daha da düşüktü, oyuncu başına yüzde 0.3. Bundan çekinecek değildi.

Bir yandan da oyuncuların elinde kent olabileceğini hesapladı. Yerde bir as bir de vale vardı ve başka bir papaz, kız veya onlu yoktu. Demek ki, kenti tamamlayabilecek on iki kart daha vardı destede. (Her bir türden papaz, dam veya onlar). Ama birinin elinde bunu yapmak için gerekli olan iki kartı tutuyor olmasının olasılığı da yüzde 3.6’ydı. Teorik olarak floş da yapılabilirdi, ama bu o kadar düşük bir olasılıktı ki bunu hesaplamadı bile.

Şu anda üç ası olduğundan, Caine’in bir asa, bir valeye ya da bir altılıya ihtiyacı vardı. Eğer bir as daha açılırsa, kare ası olacaktı. Eğer vale ya da bir altı açılırsa, elinde ful as olacaktı. Yedi kart çıkmamıştı (bir as, üç vale ve üç altılı) bu kartlardan herhangi birinin gelmesi olasılığı -Caine bir an için gözlerini kırpıştırdı- yüzde 28’di. Hiç de fena bir olasılık değildi.

Walter’a baktı ve yaşlı bunağın ifadesinden bir şeyler anlamaya çalıştı, ama adam sadece bıkkın bakıyordu. Caine aynaya baktığında kendi yüzünde de aynı ifadeyi görüyordu. Bıkkın ve asabi olan Caine, oyun oynamak, kâğıt oynamak istiyordu hep. Sonra birden yine midesi bulandı. Sıcak kusmuk ağzına kadar gelmişti bu sefer, yutkundu.

Caine tuvalete gitmesi gerektiğini biliyordu ama bunu yapamazdı. Elinde asları tutarken oyundan kalkamazdı. Kalkmayacaktı. Gözlerinden kanlar fışkırsa bile, kartlar açılana kadar hiçbir yere gitmeyecekti. Caine, görmeyen gözlerle önündeki paraya uzandı ve ortaya dört fiş attı.

“Yirmi artırıyorum.”

“Görüyorum.” Rahibe de oyuna girmişti. Caine onun vale döper yaptığını umdu, çünkü kadın genelde kente gitmeye çalışırdı.

“Görüyorum.” Kahretsin, Stone da girmişti. Her zamanki gibi, hiç hareket etmeden duruyordu, adam bir heykel gibiydi. Zaten ona Stone -Taş- demelerinin bir nedeni de buydu. Bu takma isim ona çok uyuyordu. Stone kuralları gayet iyi bilen, olasılıkları çok iyi hesaplayan bir oyuncuydu. Eline güvenmezse oyunda kalmazdı.

Caine düşüşten önce, kente gidenlerin oyundan çekilmesini sağlamak için, daha fazla artırmadığına kızıyordu. Eğer, Caine ortaya daha fazla para atsaydı, oyunda kalmazlardı. Ama koku yüzünden doğru dürüst düşünemiyor, bok gibi oynuyordu. Potu düşük tutarak ötekileri oyunda kalmaya yemlediğine inandırmaya çalıştı kendini, ama bunun doğru olmadığını biliyordu. Sorun kokuydu. Koku, koku, koku.

Gözlerini kapadığında, kıpırdayan beyaz kurtçukların çürümüş bir et yığınının üzerinde gezindiğini görebiliyordu.

Walter fişlerine dokundu, el alışkanlığı ile çevirdi. Bir an için Caine Walter’ın potu artıracağını düşündü, ama Walter sadece oyuna girdi. Herkes dönüşü bekliyordu, nelerin gelebileceğini hesaplarken kendi kâğıtlarıyla kazanma olasılıklarını düşünüyorlardı.

Bir sonraki kart enfesti. Caine için Playboy’un orta sayfa güzelinden, ya da Büyük Kanyonu günbatımında görmekten bile hoştu, çünkü yere maça ası açılmıştı. Yerdeki iki as ve elinde iki asla birlikte Caine’in kare ası vardı. Bu el bir tek floşla yenilebilirdi, ama birinde floş olma olasılığı çok düşüktü. Bir sonraki kartın maça papaz, kız veya onlusu olması gerekiyordu ve oyuncunun elinde de diğer iki maçanın olması gerekiyordu. Olmayacak bir şeydi bu.

Ama… Caine hemen aklından hızlıca bir hesap yaparken, gözlerini kapar gibi oldu -üç masa kombinasyonunun (papaz-kız, papaz-onlu veya kız-onlu gelmesi) gelme olasılığı 442’te birdi. Bir oyuncunun bu kartlardan ikisini elinde tutuyor olması ve en son kartın da gereken maça olma olasılığı 19,448’de 1’di. Pek de olası değildi.

Para onundu. Artık, bu el bitmeden ne kadar para toplayabileceğine bakacaktı. Eğer ortaya çok yüklü bir para atarsa, herkes korkup kaçabilirdi. Ama, yavaş yavaş artırmaya kalkarsa da, oyunun sonu geldiğinde ortada bu ele layık miktarda para olmayabilirdi. Yeteri kadar artıracaktı, ortaya ne fazlasını, ne de daha azını koyacaktı.

“Yirmi.” Walter ortaya dört fiş attı ve geriye doğru yaslandı. Sanki uzun bir süre beklemeye hazırlanıyordu.

Caine fişlerine baktı ve bir çift yeşil fiş aldı. “Haydi şunu elli yapalım.”

“Yokum.” Rahibe bir eliyle kartlarını masaya attı, diğer eliyle de boynundaki haçı tuttu.

“Ben de yokum,” dedi Stone. Hareket etmedi bile, çünkü kartları zaten önünde duruyordu. İkisi de kent bulma ümidiyle oyuna girmişlerdi herhalde ve şimdi de bir başkasının renk tutturmuş olabileceğini düşünüyorlardı.

“Seninle baş başa kaldık,” dedi Walter soğuk bir patates kızartmasını yerken. “Gel, daha da ilginç hale getirelim oyunu. Elli daha, ne dersin?” Sesi de cildi gibi yağlıydı sanki. Fişlerini ortadaki paraya ekledi.

Caine kokuyu unutmaya, oyuna odaklanmaya çalıştı. Walter ne yapıyordu böyle? Blöf yapıyor da olabilirdi, ama Caine’e hiç de öyle gelmiyordu, hele yerde iki as varken. Ayrıca, adam kendini beğenmiş bir tavırla gülümsüyordu, bu yüzden de Caine onun elinin iyi olabileceğini düşündü. Sonra birden, Caine anladı, Walter’ın elinde ya bir çift altılı, ya da bir çift vale vardı. Elinde ful vardı, en iyi ihtimalle üç valeye iki as, ama Caine’in kare asını yenmeye yetmezdi.

Caine’in midesi bu kadar bulanmasaydı gülümserdi. Bu el bitince, arkada tuvalette kusarken, elinde bir dolu para da olacaktı en azından. Sesinin normal çıkmasına özen gösterdi. Gerçi her sözü söylerken sanki ekşimiş süt tadı geliyordu ağzına.

“Elli daha.” Caine bir yüzlük attı ortaya. Mat siyah fişi gören Nikolaev acele etmeden masaya doğru gelip neler olup bittiğini anlamaya çalıştı. Walter da bir yüzlük attı ve iki yirmibeşlik aldı ortadan.

Krupiye son kartı açtı -maça papazı- Caine’in midesi bulandı.

Yerdeki maça as, papaz ve valeyle floşroyal olma olasılığı yüksekti. Bir eline baktı, bir de yere, bu sırada kokuyu bastırmaya çalışıyordu. Kolasından bir yudum içti midesini bastırmak için, ama bu bir işe yaramadı. Düşünsene kahrolası, düşün, düşün. Kokuyu unut, kartlara odaklan, sayılara.

İşte çözüm buydu. Sayılar ona yardım edecekti. Sayılar bu kararı vermesini kolaylaştıracaktı. Tüm olasılık hesaplarını aklından geçirdi, olasılıkları hesaplamaya verdi kendini. Elinde kare as tutuyordu.

Yani?

O koku, o iğrenç koku, her yeri sarmıştı.

Hayır, odaklan. Sayılara odaklan.

Yedi karttan oluşturulabilecek yaklaşık 134 milyon el vardı. Bu 134 milyon elden sadece 224,848’inde aynı karttan dört tane olabilirdi. Yani kare tutturma ihtimali yüzde 0.168’di, 595’de 1.

Peki floşroyal yapılma olasılığı neydi?

Beş kartla floş ihtimali olan 38.916 kart kombinasyonu vardı sadece. Bu da sadece yüzde 0.029’luk bir olasılık demekti. Yani, her 3,438 elde bir.

Ya iki elin aynı oyunda gelmesi olasılığı ne olabilirdi? Kaç kombinasyon ederdi? Aklının çarkları hızla dönmeye başladı, ama istediği gibi düşünemiyordu. Kaç kombinasyon vardı? Çok yoktu. Az vardı. Çok az. Önemsenmeyecek kadar az. Şu anda bunu hesaplayabilecek durumda değildi. 38,916 elin alt kümesi olacak ve dörtlü olasılığını da göz önünde bulunduracak bir hesap yapması gerekiyordu. Bu yaklaşık 5,000 el ederdi. 134 milyon olasılıktan 5000 tane yedi kart kombinasyonu, yani 26,757″de birdi bunun olma olasılığı.

Bu olamazdı. Kesinlikle olamazdı… Ama yine de olması mümkündü. Kokudan gebermek üzereydi.

Gözlerini kapadı ve tekrar açtığında her şeyin normale döneceğini umdu. Ama gözlerini açtığında her şeyi yamuk yumuk, lunaparktaki aynalardaki gibi görmeye başladı. Walter’ın yorgun siması yerden tavana kadar uzanıyordu. Gözlerinin altındaki torbalar ise birer frizbi büyüklüğündeydi. Koca bir televizyonu yutabilecek kadar büyük bir ağzı vardı.

“Evladım, iyi olduğuna emin misin?”

Ses sanki milyonlarca kilometre öteden geliyordu. Caine başını çevirdi ve oda gözlerinin önünde aniden yerinden oynayınca neredeyse sandalyesinden düşüyordu.

“Haydi bakalım, dikkat et koca oğlan.” Konuşan Stone’du, elini uzatıp Caine’i kolundan tutmuştu. İlk başta Caine neden Stone’un böyle bir şey yaptığını anlayamadı, ama sonra kırkbeş derecelik bir açıyla sola doğru devrilmek üzere olduğunu gördü. İki eliyle masayı tuttu ve düz oturdu.

“İyiyim,” dedi zar zor nefes alan Caine, “Bir an için başım döndü hepsi bu. Kusura bakmayın.” Sesi sanki uzun bir tünelin dibinden geliyormuş gibiydi.

“Bence biraz uzansan iyi olacak tatlım.”

“İlk önce lanet eli bitirsin de sonra,” diyen Walter Caine’e döndü. “Eğer istersen havlu at.”

“Az puşt değilsin Walter. Görmüyor musun adam hasta.”

“Puşt mu? Bir de Tanrı’nın hizmetkârısın sözde, öyle mi Rahibe. Ne yani…”

“Walter kapa çeneni!” Rahibe öyle bir ses tonuyla konuşmuştu ki, Walter onun otoritesini sorgulayamayıp hemen sustu. Rahibe, Caine’e doğru döndü. “Gidip biraz kanepeye uzanmak ister misin?” Caine göz ucuyla Rahibe’nin arkasında ayakta duran Vitaly Nikolaev’e baktı. Vitaly hiç de endişeli görünmüyordu, aksine kızgındı.

“Yok, yok. İyiyim,” dedi Caine tüm gücünü toplayıp sesinin düzgün çıkması için çabalayarak. “Şu eli bir bitirelim de.” Rahibe başka bir şey söyleyemeden, Caine bir siyah fiş attı ortaya. “Yüz,” dedi. Son kart da dağıtıldığına göre oyun yerdeki parayla kısıtlıydı. Yani ne kadar artırılabileceği yerdeki paraya bağlıydı.

Walter, Caine’e baktı, onun ne halt ettiğini kestirmeye çalışıyordu. Eğer Caine normalde elini belli eden bir takım hareketler yapıyorsa bile, şu anda hastalıktan dolayı hiçbir şeyi ele verebilecek durumda değildi. Walter, Caine’e baktığında bir tek şunu anlayabilirdi, Caine neredeyse ölmek üzereydi.

Bir saniye sonra Walter kendini toparladı ve omzunun üstünden Vitaly’e seslendi. “Vitaly yerdeki parayı saysana.” Nikolaev masaya doğru yaklaştı, ortadaki fişleri büyük bir ustalıkla hemencecik ayırdı ve saydı. 5 siyah, 8 yeşil ve 15 kırmızı fiş vardı, yani toplamda 775 dolar.

“Yüzünü görüyorum ve ortadaki kadar artırıyorum,” dedi Walter dirseğinin ucunda duran paralarına uzanıp on tane yüz dolarlık banknot alarak. “Yani, 875 dolar etti. Sıra sende.”

Walter, Caine’i kandırmaya çalışıyordu, elinde floşroyal tuttuğuna inandırmak istiyordu, ama Caine buna kanmayacaktı. Olasılık hesaplarına göre bu pek mümkün değildi. Walter parayı artırıp, onu korkutup ortadaki paraya konmaya çalışıyordu, ama Caine böyle bir şey yapmasına izin vermeyecekti.

Caine önündeki tek tük fişlere, sonra da altındaki kâğıda baktı. Caine borçlarını hep zamanında ve eksiksiz ödediği için ona 15,000 dolarlık bir kredi limiti verilmişti. Nikolaev bunu Caine’e verdiğinde, Caine elinde kesinlikle yenilmez kartlar olmadığı sürece bunu kullanmayacağına yemin etmişti. İşte o an gelmişti, kare astan daha iyi ne olabilirdi ki?

Nikolaev’e başıyla işaret etti, ama bunu yapmasına bile gerek yoktu. Nikolaev daha o başını eğmeden yanındaki güvenlik görevlisine işaret etmişti bile, dev adam da Caine’in önüne onbeş tane mor fiş koymuştu. Eğer 875 doları görürse birkaç saniyede her şey bitecekti, kaybederse de Nikolaev’e bir binlik borcu olacaktı sadece. Bu pek istediği bir şey değildi, ama birkaç haftada bu parayı toplardı.

Caine bu olasılığı da göz önünde bulundurduğuna inandırmaya çalıştı kendisini ama için için kendini kandırdığını biliyordu. Artık bu oyunu ortadaki parayla kabul edecek hali yoktu. Elinde kare as vardı.

Hele Walter büyük oynayıp onu kaçırmaya çalıştıktan sonra böyle bir şey yapacak hali yoktu. Yok yok, kesinlikle parayı artıracaktı. Artırmak zorundaydı.

Caine elindeki dört mor fişi ortaya koydu yavaşça. Sonra da yerden beş tane siyah fiş aldı. “3,500 dolar oldu. Sıra sende.”

Rahibe Mary bir anda kendini tutamayıp şaşkınlıkla derin bir nefes aldı. Stone bile etkilenmişti bu oyundan. Caine adamın hafifçe kaşlarını kaldırdığını görebiliyordu. Sanki odada soluyacak hava kalmamıştı. Caine biran için gözleri yaşlanmış olan Walter’la göz göze geldiğinde sanki koku bile azalır gibi oldu.

“Sıra sende. Ortaya 2,625 dolar daha atacaksın. Var mısın, yok musun?”

Walter sadece pis pis sırıttı. “Yarın, bu gece olanları hatırlayıp dövünecek, kafanı duvarlara vuracaksın.” Nikolaev’e başıyla işaret edince onun da önüne 10 mor fiş konuldu. Walter tüm bunları ortaya sürdü, sonra da önünde kalan 5 siyah fişi de teker teker ortaya attı.

“Bahis arttı, sıra sende,” dedi Walter. “Görüyor musun?”

Caine’in birden midesi bulandı. Elinde artıracak para kalmamıştı, hepsi buydu. 7,875 dolar koymuştu ortaya. Eğer kaybederse Nikolaev’e 11,000 dolar borcu olacaktı, bu da banka hesabındaki paradan 10,600 dolar daha fazlaydı. Bu ciddi bir borçtu, hem de böyle borçları çok ciddiye alan bir adama borçlu olacaktı. En azından Caine kumar sorunu olup olmadığı konusunu açıklığa kavuşturmuştu.

Kumar Bağımlıları Derneği’ndeki danışmanı şu anda Caine’in bu gerçeği kabullendiğini görse gözleri yaşarırdı.

Ama önemli olan bu değildi. Eğer elindeki kare asın hakkını vermeden yerdeki 15,750 doları almak için bir çaba harcamazsa, o zaman gerçekten bileklerini kesmesi gerekirdi.

“Varım,” dedi hafifçe iç geçirdikten sonra. Sanki mide sektesi geçiriyor, spazmlar hissediyordu.

Ortaya 8 tane mor fiş attı ve sonra Walter’a seslendi, “Görelim bakalım neyin var.”

Caine tüm masadakilerin öne doğru eğildiklerini hissetti. Herkes Walter’ın elinde gerçekten maça onlusunu ve kızını tutup tutmadığını merak ediyordu. Walter’ın eli çok mu iyiydi? Yoksa blöf mü yapıyordu?

Walter kartlarını teker teker açtı. Caine ilk olarak kızı gördü ve gördüğü anda da Walter’ın elinde floşroyal olduğunu anladı. Ama yine de yaşlı adam onluyu açarken onu dikkatle izlemekten alıkoyamadı kendini. Floşroyal işte buydu… Caine’in elindeki kartları yenebilecek tek el. Her şeyini kaybetmişti.

Sanki gerçek değildi bu olanlar. Olasılık o kadar düşüktü ki, sanki bu ‘olasılıksız’dı.

Caine bir şey demeye çalıştı ama ağzını açamadı. Ağzını araladıysa da ses çıkartamıyordu. Daha bir ses çıkartmaya çalıştığı anda bile koku birden her tarafı kapladı; birden dev bir dalganın içinde yutulmuş gibiydi.

Derisine sindiğini, damarlarından aktığını, burnundan, ağzından, gözlerinden içeriye girmeye çatıştığını hissetti. Daha önce hiç bu kadar kötü olmamıştı. Bu ölümün kokuşuydu.

Caine yere düşerken dünya karardı. Şuurunu kaybetmeden bir salise önce Caine hiç beklemediği bir şey hissetti. Rahatlamıştı.


Merhaba bu sayfayı daha önce ziyaret ettiğin için bu kitabı okumuş olabileceğini düşündük. Dilerseniz yeni kitaplara göz atabilir ya da rastgele bir kitap seçebilirsin. Aşağıdaki kutucuğu kullanarak hızlı bir arama da yapabilirsin.


"

Olasılıksız kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Olasılıksız