Sevdiğimiz her şeyi göğsümüze bastırırken kırıyoruz. Vatanı seviyoruz ve sevgiyle bastırırken göğsümüze vatanı, onu parçalara ayırıyoruz; vatanseverler yapıyoruz parçalardan, hainler yapıyoruz, düşmanlar yapıyoruz, kuşkular ve korkular yapıyoruz, sevgimizle bir kezzaba dönüp delik deşik ediyoruz sevdiğimiz şeyi.
Göğsümüze bastırırken kırdığımız vatan sevgisinden hayatla aramıza duvarlar örüyoruz, özgür olamıyoruz, rahat olamıyoruz, düşüncelerimizi söyleyemiyoruz, kendi ülkemizde ferah fuhur dolaşamıyoruz, hayatın içine giremiyoruz bir türlü.
Kadınları seviyoruz ve sevgiyle parçalıyoruz onları, evlere kapatıyor, yasaklarla kuşatıyor, sokaklarda gezmelerine izin vermiyor, dövüyor, bıçaklıyor, öldürüyoruz; ne kendimiz yaşayabiliyor, ne kadınları yaşatıyoruz; kadınlara duyduğumuz parçalanmış sevgiler hayatın bize sunmaya hazır beklediği her türlü mutlulukla, zevkle, keyifle aramızda büyük bir duvar gibi yükseliyor.
Ve Kırar Göğsüne Bastırırken
Diyorlar ki, Yenilmişiz…
Diyorlar ki, yenilmişiz.
Diyorlar ki, ölümü savunanlar, ölümü avuçlarında taşıyanlar, ölümü zehirli tohumlar gibi hayatımıza saçanlar kazanmış.
Reggiani, ‘Kurtlar şehre indi’ diyor şarkısında.
Biz, hayatı savunanlarız.
Biz, hayatı ölmeyi bilerek savunanlardanız.
Bahardır bizim müttefikimiz.
Ölümden korktuğumuzdan değil yaşadığımız, biz savaşmayı sevdiğimizden yaşarız.
Yaşamaktır savaşımız.
Bir nakış işler gibi, her ilmiğine kendimizden bir şey katarak yaşarız.
Diyorlar ki, yenilmişiz.
Diyorlar ki, sahipsiz ölülerimizin kanlıları zafer yürüyüşleriyle geliyorlarmış.
Diyorlar ki, dağılmış ordularımız.
Diyorlar ki, her cephede bir hüzün, her cephede bir yenilgi varmış.
Diyorum ki, yenilmedik.
Toy kısraklar gibi oynak bahar sabahları hayatımıza koşarken ne yenilmesi, bu çıldırmış erguvanlar her yana dağılırken kim yenebilir bizi.
Şu gülümsemeleriniz.
Dilinizin ucuna geliveren şiirler.
Mırıldandığınız şarkılar.
Kır kahveleri, kıpır kıpır bir şeyler içinizde, taze ot kokuyor her yan, birisi size sizi sevdiğini söylemeye hazırlanıyor.
Kahkahalardan atlarımız, yapraklardan cephanemiz, neşeden ordularımızla yürürüz cepheye.
Ölümü taşıyanlara karşı hayatı biz yaşayarak savunuruz.
Onlar kalın parmaklarında ölümü taşıyorlar, sırtlarında öldürdüklerinin hayaletleri, her gülümsemeyi ezmek istiyorlar, aşağılıyorlar aşklarınızı, zekice her nükteden nefret ediyorlar, hayat en büyük düşmanları.
Onlar öldürdükleriyle ölen ölüler.
Biz, hayatı savunanlarız.
Yaşayanlarız biz.
Işıklı sabahlar, çiçekli ağaçlar, tebessümler, kekik kokulan, deniz kıyıları, dudağımızın kenarında taşıdığımız öpüşmeler, imalı şakalar, alnımızda hissettiğimiz ince rüzgâr, ihtiyar kayıkçının selamı, çırılçıplak yüzen Çingene çocukları, bahar akşamlan bizim müttefiklerimiz.
Kalabalığız.
Güleriz biz, sevişiriz, çocukların başlarını okşarız, en oymalı ıslıklan biz çalar, en demli çayları biz içeriz.
Kaç pusudan geçtik, kaç çatışmadan çıktık.
Ne aşktan selamımızı kestik, ne sevişmelerden vazgeçtik.
Diyorlar ki, yenilmişiz.
Diyorum ki, yenilmedik.
Yaşamaktır zaferimiz.
Biz hayatın cesur yolcularıyız, bir yere varmak için değil yolculuğumuz, biz yolculuğu sevdiğimizden yoldayız.
Hayatın ölüleri onlar.
Hayatı öldürdüklerini sandıklarından sevinçle bağırıyorlar.
Hayatın yaşadığını göstermeliyiz onlara.
O buyurgan bakışlarının nasıl donuklaştığım, zafer yürüyüşlerinin nasıl dağıldığını, cinayetleriyle övünen seslerinin nasıl titrediğini seyredin sonra.
Şimdi yaşamanın, hayatı yaşayarak savunmanın tam zamanı.
Gülmenin zamanı şimdi.
Kederleri, hüzünleri usulca koynunuza alıp saklayın.
Yenildiğimizi söyleyenlere kulak vermeyi bırakın.
Biz yenilmeyiz.
Biz ölür, asılır, hapse atılır, mahkemelerde yargılanır, işsiz kalır, işkence görür, kurşunlanır ama yenilmeyiz.
Hayatı savunanlarız biz.
Ölümden korktuğumuz için değil yaşadığımız, biz savaşmaktan hoşlandığımız için yaşarız.
Çilek reçeli kaynatmak da savaşımızın bir parçasıdır, bir türküye eşlik etmek de.
Baştan aşağı günah kesilmek de savaşımızın bir parçasıdır, bir yoksul için gözlerimizin dolması da.
Biz günah işlerken bile masum kalabilenlerdeniz.
Ölümle övünmedik çünkü biz, kimseyi öldürmedik, korkutmaya çalışmadık kimseyi, kadınların gözyaşlarında bizim bir payımız yok, cinayet emirlerinin altında bizim adımız yazmıyor, katilleri insanların peşinden biz göndermedik.
Toprağı insandan daha kutsal bulmadık biz.
Güçlüye tapınmadık.
Sevdiklerimizi zaaflarıyla sevdik, zayıflıklarıyla sevdik.
Ne ağlamaktan korktuk, ne gülmekten.
Hayatı nakış işler gibi her ilmeğine kendimizden bir şey katarak yaşadık; hayatı güzel bulmadık, hayatı güzel yapmaya uğraştık.
Diyorlar ki, yenilmişiz.
Diyorum ki, yenilmedik.
Gülmeyi, şakalaşmayı, sevişmeyi bilenleriz, âşıkların karşısında başını eğip berduşlarla derileşenleriz.
Erguvanlar bizim için açar, deniz bizim için deniz kokar, güneş bizi selamlamak için her sabah gecenin içinden çıkıp gelir, akşam yağmurlan bizim içindir.
Diyorlar ki, yenilmişiz.
Diyorlar ki, geliyorlarmış.
Diyorum ki, yenilmedik.
Felsefe, Cinayet, Askerlik ve Edebiyat
Geçen gün bir mürver ağacının altındaki boş avluda, felsefeyle cinayetin benzerliklerinden söz eden, hayatı hepimiz için bir gölgeler dansına çeviren bilinmezliğin esrarıyla dokunmuş o garip tül perdeyi alaycı bir filozoflukla yırtmaya çalışan, hüznünü dalgacılığa sarmış bir adama rastladım.
— Ben tabancayı severim, diyordu, bıçaktan pek hoşlanmam.
Ama gençliğinde, dünyanın en ünlü kabarelerinden birinde fedailik yaparken tabanca taşımaları yasakmış, o da Korsikalı bir arkadaşının armağan ettiği, iki yüzü de keskin bir sustalı taşırmış.
Bir gün bir müşteriyle çıkan kavgada tabancayla vurulmuş.
— Vücut, vurulduğu yeri dondurur, buz keser orası, ilk beş dakika acıyı hissetmezsin.
Aldığı yarayla yıkılırken, iki yanı keskin sustalısını çekip kendini vuran adamın karaciğerini parçalamış.
İşin tuhaf tarafı, bu vurma vurulma işlerine bulaşmasının nedeni.
Felsefe doktorasını tamamlamasına yetecek parayı kazanabilmek için fedailik yapıyormuş.
— Felsefeyle cinayet birbirine benzer, diyordu gülerek.
— Cinayette bir adamı parçalarsın, felsefede ise daha önce oluşmuş düşünceleri.
Marx’ınöğretilerine inanıyordu ama Hegel’i seviyordu. Bir de Schopenhauer’i .
— Hegel’le Schopenhauer aynı üniversitede felsefe doçentiydi. Ama Hegel çok popülerdi, dersleri tıklım tıklım dolardı. Schopenhauer de kendi ders saatini Hegel’in dersiyle aynı saate koydurdu. Ama onun dersine yalnızca dokuz kişi geldi.
Schopenhauer, Hegel için ‘birahane sahibi suratlı herif dermiş.
— Hakikaten de Hegel bir birahane sahibine benzerdi.
Hegel’inçok karmaşık ve zor bir dille yazmasına karşılık, Almanca’yı en iyi kullanan filozof olarak tanınan Nietzsche’nin öncüsü olan Schopenhauer güzel ve açık bir dille yazarmış kitaplarını.
Belki de bunda, o zamanlar ünlü bir yazar olan annesinin de rolü vardı.
Ama Schopenhauer , annesiyle hiçbir zaman geçinememiş, ‘bir evde iki dâhi olmaz’ diye kendisini kovan annesine, evi terk ederken “Seni ileride kimse okumayacak ama beni okuyacaklar!” diye bağırmıştı.
Söz, felsefeden, felsefeyle edebiyatın buluştuğu noktaya doğru dönerken Nietzsche kavşağında oyalandı biraz.
— Nietzsche modern felsefenin başlangıcıdır. Ondan öncekiler hep bir sistem kurmaya çalışmışken o sistem kurmayı reddedip açık bir felsefe geliştirdi. Bu, modern hayata daha çok uyuyordu.
Oradan, Ruslann felsefe merakına ve Rus edebiyatında felsefenin yerine doğru saptı konuşma.
Savaş ve Barış romanının önemli kahramanlarından biri olan Pierre Bezakov renkli frakı ve silindir şapkasıyla cepheyi dolaşıp, ‘sizin ne yaptığınızı merak ettim’ diyerek arkadaşlarını ziyaret ederken savaşı kendi varlığıyla anlamsız, hatta neredeyse gülünç bir hale sokuyordu.
Daha sonra karşılaştığı bir Fransız subayı, mükemmel Fransızca konuşan Pierre’in Rus olduğuna inanıyordu ama biraz konuştuktan sonra Pierre felsefeden söz etmeye başlayınca, Tolstoy’un alaycılığı Fransız subayın sesinden duyuluyordu.
— Sen gerçekten de Rusmuşsun .
Tolstoy, Napoleon’la Rus generali Kutuzov’un karşı karşıya geldiği savaşı cephe cephe bütün planlarıyla inceleyip romanına geçirmişti.
Bizim filozof katil ise iki generali keskin bir şekilde tarif ediyordu.
— Dâhi bir cüceyle kör bir şişkonun savaşı.Bir gözünü Türk-Rus savaşında kaybetmiş olan
Kutuzov, Napoleon gibi bir dâhi değildi ama Rusya’nın karlı ve soğuk iklimini bir silah gibi savaşa sokup, ‘toplan tabanca gibi kullanan’ ve çok güçlü bir ordusu olan Napoleon’u yenmişti.
Bugün bile dünyanın birçok akıl hastanesinde kendini Napoleon sanan delilerin bulunmasına yol açacak kadar insanlığı derinden etkilemiş olan Napoleon’un dehası Kutuzov’un basit ama sağlam mantığı karşısında yenilmişti.
Sanatın ve edebiyatın askerlerden, askerlikten ve savaşlardan nasıl etkilendiğinden konuştuk bir zaman.
Bizde askerliği, askerler de dahil , kimsenin ciddiye almamasına ve generallerin genellikle iç siyasetin bir parçası olarak görünmesine karşın askerliğin zekâya ve yaratıcılığa açılan entelektüel bir yanı vardı ki bu yan sanatçıların çok ilgisini çekiyordu.
Napoleon’untoplarını, Rommel’in tanklarını savaşa sokuş tarzları, Montgomery’nin Kuzey Afrika’da bütün lojistik destek anlayışını altüst eden planları, Patton’un askerlerine insanüstü bir enerji yükleyen askeri gücü, yaratıcılığın her alanıyla ilgilenen sanatın gözlerini savaşa ve generallere çevirmesine yol açıyordu.
Bu generaller, dünyanın en iyi generali olmak gibi bir ihtirasa sahiptiler ve bu ihtiras yaratıcılıkları ve zekalarıyla birleşince savaşın insanı ürperten o kanlı karmaşasının içinde bile gözalıcı bir ışıltıyla parlıyordu.
Tarihe geçen generaller de sanatçılar ve filozoflar gibi ölümle hayatın kesiştiği noktada duruyorlardı.
Sanatçılar hayatın ustası olurken generaller ölümün ve öldürmenin ustası oluyorlardı.
Modern Fransız edebiyatının en büyüklerinden biri olarak kabul edilen ve faşizmle lekelenmesine karşın kendisine her zaman edebi bir saygı gösterilen Celine ise ‘Bir insanı öldürmeden hayatı anlamak mümkün değildir…’ diyordu.
Felsefe, cinayet, askerlik ve edebiyat bir mürver ağacının altında, bıçaktan hoşlanmayan ama bıçağa pek benzeyen bir gülümsemesi olan bir adamın kelimelerinde bir araya geliyordu.
Ve o, bütün bu insan kalabalığı içinde, Hegel hakkında aşılması mümkün olmayan bir kitap yazdıktan sonra aniden felsefeyi terk eden bir Rus felsefeciye hayrandı.
O, Rus felsefecinin başarısından çok terk edişini sever gibiydi ve kendisi dünyadan uzak bir köyde tek başına yaşıyordu.
‘Felsefeyle cinayet birbirine benzer’ diyerek.
Ve Kırar Göğsüne Bastırırken kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Ve Kırar Göğsüne Bastırırken
Deneme
Yazar: Ahmet Altan
Yayınevi: Everest Yayınları