Senin olanı sana getirdim.
İngiltere’de yaşayan, İngiliz bir anne ve Türk bir babanın çocuğu Karen Kimya’nın yolu bir iş seyahati sebebiyle Konya’ya düşer. Hem işinde hem de özel hayatında çözmesi gereken dünyevi sorunlarıyla boğuşan Karen, Konya’da uhrevi gizemlerin de ortasında bulur kendini. Bir ırmak gibi akan doğrusal zamandan tüm zamanların iç içe geçtiği bir okyanusa yuvarlanan Karen’in elinden büyük bir derviş tutar. Bu derviş Şems-i Tebrizi’dir.
“Taşta kan vardı. İnsanların yüreklerinde nefret, dolunayda derin bir sükûnet…”
Bab-ı Esrar’da Ahmet Ümit’ten beklenen alışılagelmiş polisiye yazım etkisini yitirmiyorsa da bilinçli bir kararla bir adım geriye çekiliyor ve roman sırlarla dolu mistik bir dünyaya açılıyor. Din ile aşk, inanç ile sevda arasındaki ilişkiyi bambaşka bir açıdan gözlerimizin önüne seren Bab-ı Esrar Ahmet Ümit eserlerinin içinde farklı bir noktada duran parlak, derin bir roman.
Çoğu zaman mesele, Tanrı’nın ne olduğu değil, bizim onda ne gördüğümüzdür. Sevgi dolu olanlar merhameti görür, zalim olanlar şiddeti. Zeki olanlar aklı görür, aptal olanlar kör inancı, âlimler bilimi görür, cahiller mucizeyi.
Bab-ı Esrar
Kayıp babasıyla doğacak çocuğu arasında kalmış bir kadın… Hayatın anlamını arayan bir insan: Karen Kimya… Kapıları sırlara açılan bir kent… Sırların mucizelere dönüştüğü geceler. Mucizelerin hakikat sayıldığı zamanlar… Yedi yüz yıl öncesinden gelen bir fısıltı… Aşkı sadece aşkla tartanların ıtırlı soluğu… Ölümün yok edemediği bir sevda… Yıllara direnen bir sevgi; Şems-i Tebrizi ve Mevlâna Celaleddin-i Rumi… Günümüzden yedi yüz küsur yıl öncesine uzanan gerilim dolu, heyecan yüklü, mistik bir serüven…
“Taşta kan vardı, gökyüzünde dolunay, bahçede toprak kokusu. Ürkütücü bir serinlik içinde yüzüyordu ağaçlar. Kış güllerinin katmerlenme vaktiydi, nergislerin tazelenme demi. Yedi kişi girmişti bahçeye… Yedi öfkeli yürek, nefretin ele geçirdiği yedi akıl, yedi keskin bıçak. Yedi lanetli adam bahçenin sessizliğini yedi parçaya bölerek yürüdü kurbanlarının bulunduğu tahta kapıya…
Taşta kan vardı. Bahçede ürkütücü bir serinlik. Cinayetin tek tanığı dolunaydı. Hiç şaşırmadan, ürpermeden, korkmadan bakıyordu uzun boylu kavak ağaçlarının ölü yapraklarının arasından. Yedi kişiden en genç olanı vurmuştu kapıya. En yaşlı olanı çağırmıştı içeridekini. Yedi kişinin yedisi birden saplamıştı bıçaklarını içeriden çıkana.
Taşta kan vardı. İnsanların yüreklerinde nefret, dolunayda derin bir sükûnet…
Taşta kan vardı, gökyüzünde dolunay, bahçede toprak kokusu. Ürkütücü bir serinlik içinde yüzüyordu ağaçlar. Kış güllerinin katmerlenme vaktiydi, nergislerin tazelenme demi. Yedi kişi girmişti bahçeye… Yedi öfkeli yürek, nefretin ele geçirdiği yedi akıl, yedi keskin bıçak. Yedi lanetli adam bahçenin sessizliğini yedi parçaya bölerek yürüdü kurbanlarının bulunduğu tahta kapıya…
Taşta kan vardı. Bahçede ürkütücü bir serinlik. Cinayetin tek tanığı dolunaydı. Hiç şaşırmadan, ürpermeden, korkmadan bakıyordu uzun boylu kavak ağaçlarının ölü yapraklarının arasından. Yedi kişiden en genç olanı vurmuştu kapıya. En yaşlı olanı çağırmıştı içeridekini. Yedi kişinin yedisi birden saplamıştı bıçaklarını içeriden çıkana.
Taşta kan vardı, insanların yüreklerinde nefret, dolunayda derin bir sükûnet. Bir bebek ağlıyordu uzaklarda bir yerlerde, bir bebek kıpırdanıyordu evlerden birinde. Genç bir kız uyuyordu uzaklarda, genç bir kızın bedeni ağır ağır çürüyordu toprağın altında. Yedi kişiden en genç olanı saplarken bıçağı adama, kıpırdandı mezarda çürümekte olan genç kızın körpe bedeni. Bir gülümseme yayıldı ölümün bile ör- seleyemediği yüzüne. Yedi kişiden en genç olanı, saplarken bıçağı, bir oh çıktı genç kızın boğazında düğümlenip kalmış son nefesinden.
Taşta kan vardı, yedi biçtik, yedi yara açmıştı. Yedi kızıl fıskiye. Yedi kez sarsılmıştı adam, yedi kez sarsılmıştı bıçağı saplayan yedi kişi. Ama yerin altındaki kızın körpe bedeni kıpırdamıyordu artık. Genç kızın bedeni gibi yerin üstü de sessizdi şimdi. Sanki dünyanın son vaktiymişçesine canlı cansız ne kadar mahlukat varsa susmuş, kıpırtısız kalmıştı. Taştaki kan kıpırtısızdı. Taştaki kanın içinde sönmekte olan dolunay kıpırtısızdı. Uzun boylu kavaklar, katmerlenen kış gülleri, tazelenen nergisler, toprak kokulu bahçe… Canlı cansız ne kadar mahlukat varsa hepsi susmuş, hepsi hapsolmuştu taştaki kanın içinde…
“…bozkırın içinden bir şehir çıkıvermişti karşıma”
Uçağın inişe geçmesine sadece yarım saat kalmıştı, ama bu bile gidermiyordu içimdeki huzursuzluğu. Çok iyi biliyordum kİ, indiğim yerde de bırakmayacaktı bu karamsarlık yakamı. Keşke bu işi hiç kabul etmeseydim. Kendini yeryüzünün en iyi yöneticisi sanan Simon’ın işgüzarlığı işte. Yok Türkçe biliyormuşum da, yok Türkleri tanıyormuşum da… Dava da herkese verilemeyecek kadar önemliymiş. Üç milyon poundluk bir poliçe söz konusuymuş. Keşke hiç tanımasaydım Türkleri, keşke bu kente daha önce hiç gelmeseydim. Sıkıntıyla ofladım ama oflamanın puflamanın hiçbir yararı yoktu, olan olmuştu; bu da ötekiler gibi sadece bir işti. Altı ay önce gittiğim Rio gezisinden ne farkı vardı ki? Üstelik Brezilyalılar hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Ama en azından bu ülkenin çok da yabancısı değildim. Evet, artık kendimi işime vermeliydim. Bakışlarımı, dizlerimin üstünde duran bilgisayarımın ekranındaki sayılara çevirdim. Sayılar, hadi artık başla dercesine bana bakıyordu. Başladım; poliçe tutarına baktım, Yakut Otel yangını için ödenecek tazminatı hesaplamaya çalıştım, ama ikinci işlemden sonra dikkatim dağıldı. Hayır olmuyordu, kafam karmakarışıklı, çalışamıyordum. Bilgisayarı kapattım. Çantama yerleştirdim. Çantayı koltuğun altına koymak için eğilirken birden hatırladım. Böyle iki büklüm eğilerek, bebeğe zarar mı veriyordum aca ba? Daha neler… iki aylık bile yok… Ona bebek bile denemez. Zaten Londra’ya döner dönmez kurtulacaktım ondan. Böyle düşünmeme rağmen ona zarar veririm kaygısıyla hızla doğruldum. Ansızın yanımdaki orta yaşlı kadının meraklı gözleriyle karşılaştım. Uçağa bindiğimizden beri, konuşmak için can atıyordu. Nereden geliyormuşum, nereye gidiyormuşum, kimmişim? Ama ben onunla sohbet edecek halde değildim. Gülümsemedim bile, başımı çevirip, pencereden dışarıya baktım.
Hava açıktı; ufukta batmakta olan kıpkırmızı bir güneş, aşağıda incelmiş bir bulut kümesinin binlerce metre altında koyu kahverengi bir toprak parçası uzanıyordu. Ağaçsız, ırmaksız, dümdüz, kocaman bir toprak, tik kez otobüsle geçmiştim bu topraklardan. îlk kez babamla gelmiştim buralara. Yirmi beş yıl önce miydi, belki daha da fazla… O zamanlar Konya’ya uçak yoktu, Ankara’ya inmiştik. Sonra dört saatlik bir otobüs yolculuğu… Bir türlü bitmek bilmeyen bozkır. Ve uçsuz bucaksız bu kahverengi düzlüğün ortasında bir mucize; bembeyaz bir göl.
“Baba bu gölde balık var mı?” diye sormuştum.
Kara gözleriyle, bembeyaz göle baktıktan sonra yanıtlamıştı.
“Yok kızım, bu gölde hayat yok, ama hayat için çok gerekli bir şey var: Tuz…”
Dokuz yaşında mıydım o sıralar, belki daha küçük. Annem yoktu yanımızda, sadece babam ile ben. Sıkılmıştım saatlerce uzanan dümdüz ovadan.
“Ne zaman varacağız baba?”
Babam gülümsemiş, sağ eliyle gözlerimi kapatmıştı.
“İçinden on ikiye kadar say.” demişti. Saymıştım; babam ellerini gözlerimin önünden çektiğinde yol bitmiş, bozkırın içinden bir şehir çıkıvermişti karşıma… Müthişti. Babama hayran hayran bakarak mınldanmıştım:
“Sen büyücü müsün baba?”
Alnıma bir öpücük kondurmuştu.
“Sadece bu toprakların insanıyım, kızım.”
O zamanlar çok etkilemişti bu sözler beni, ama sonra… Babam bizi terk edip gittikten sonra… Babamı hatırlayınca içimdeki huzursuzluk iyice arttı. Zayıf, orta boylu bir adam dı. Kısa, kumral saçlar, dar alnında uyumlu iki çizgi gibi duran kaşlarının altında üzüm karası iri gözler, kemerli, sivri bir burun ve yüzünü çevreleyen bakıra çalan kırçıl sakallar… Ve ince uzun yüzünden hiç eksik olmayan o müzmin keder. Keder çoğu insana yakışmaz, ama babamın yüzüne tuhaf bir güzellik katardı. Annem bayılırdı bu kedere. “Kederin bu kadar yakıştığı başka bir adam görmedim,” diye söylenerek dudaklarından öperdi onu. Babam utanırdı galiba, aslında tam hatırlamıyordum. Ama onun ince, solgun yüzünü ve kara gözlerindeki kederi hiçbir zaman unutamadım. Üstelik unutmayı çok istememe rağmen… Çünkü babam hiçbir açıklama yapmadan, hem de başka bir erkekle çıkıp gitmişti yaşamımızdan… Hayır, onu hatırlamak istemiyordum. Babamla ilgili anıları kovmak için bakışlarımı pencereden aldım, yeniden önüme döndüm, ama yanımdaki kadının hâlâ beni izleyen meraklı gözlerini görünce canım sıkıldı. Bu defa pencereye dönmek yerine gözlerimi kapadım. Şimdi sadece jet motorlarının gürültüsünü duyuyordum. Bir de içimdeki şu endişe olmasa… Düşünmemeye çalıştım. Ne her an, her dakika karnımda büyümekte olan bebeği, ne babamı, ne de hiç istemediğim halde gitmek zorunda olduğum onun şehrini… Geçmişten, bugünden, gelecekten kopmak istedim. Uykunun o simsiyah, o en derin, en huzurlu bahçesinde bir süre kaybolmak istedim… Bedenimi, aklımı ve yüreğimi hiçliğin emrine vermek…
“Onun ismi Karen, Kimya değil”
O anda duydum sesi… Bir erkek sesi… Yumuşak, sıcak, sevecen. Önce ne dediğini anlayamadım, kulak kesildim. Bir mırıltıya benziyordu, içten bir serzeniş, sevgi yüklü bir sitem. Derken hiç kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık olarak işittim.
“Kimya… Kimya… Kimya Hanım…”
İrkilerek gözlerimi açtım. Önce yanımdaki kadına baktım, hayır, artık benimle ilgilenmiyordu; gözlerini yukarıdaki elektronik tabelaya dikmiş, yere ne zaman ineceğimizi öğrenmeye çalışıyordu. Merakla arkaya döndüm… Arkadaki iki koltuk boştu. Ön tarafa baktım… Genç bir kız ile erkek arkadaşı oturuyordu. Yok, etrafta bana “Kimya,” diye seslenecek kimse yoktu. Galiba rüya görmüştüm. Ama ne zaman uyumuştum ki? Gözlerimi kapadığımda dalıp gitmişim demek. Aynı sesi yeniden duyar gibi oldum. Hayır, bu kez sadece hatırlıyordum. “Kimya… Kimya Hanım!” Çok uzun zamandır kimse bana böyle seslenmemişti… Babam bizi terk edip gittiğinden beri. Sadece babam, “Kimya,” diye çağırırdı beni… Bir de Şah Nesim… Babamın arkadaşı, gönül dostu, onu bizden koparıp götüren adam. O da, “Kimya Hanım,” derdi bana. Uzun boylu, uzun yüzlü, uzun parmaklı bir adamdı. Açık kahverengi, nerdeyse san renkli gözleri vardı. Sarı renkli gözleri her zaman sevgiyle bakardı. Ya da ben öyle hatırlıyorum. Zaten belleğimde ona dair hiçbir kötü anı yok; babamı bizden koparıp götürmesi dışında. Annem çok öfkelendiği anlarda, “Sarı gözlü şeytan,” derdi ona. Ama zaman geçip yürek acısı durulunca daha az kötü konuşmaya başlamıştı. “Belki de onlar bizden şanslı,” derdi, “evet benciller, ama daha şanslılar, çünkü uğrunda çok sevdikleri insanlardan bile vazgeçebilecekleri bir amaçlan var.” Bu amacın ne olduğunu tam olarak kavrayamasam da din olduğunu bilirdim, bir tür inanç. Babamdan duyduklarım, bana verdiği mistik kitaplardan okuduklarım, birbirinden renkli masallar, misaller, çoğunu unuttuğum dualar… Evet bütün bunlar bir dinle ilgili olmalıydı. Gençlik çağına gelince, belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen babamı ve sarı gözlü şeyhini anlamaya çalıştım. Bir neden bulmak istedim. Beni deliler gibi seven babamın bir gün apansız çekip gitmesini gerektirecek haklı bir neden. Ama bulamadım. Annem onu bağışlamış olsa bile, ben işte bu yüzden babamı bağışlayamadım. Yine bu yüzden onun bana verdiği Kimya ismini hiç kullanmadım. Kimliğimde yazılı olsa da, babam gibi, bu ismi de unutmaya çalıştım. Zaten annem başından beri “Kimya” ismine sıcak bakmamıştı. Babamla mutlu günlerindeyken, Doğu kültürüne duyduğu hayranlık sürerken bile bir kez olsun bana “Kimya,” diye seslenmemişti. Onun için hep Karen’dım ben. Ama babamın beni “Kimya,” diye çağırmasına da aldırmazdı. Sadece bir defa Şah Nesim’i uyarmıştı. Babamın bizi terk etmesinden iki ay kadar önceydi. Sık sık yaptıkları gibi Şah Nesim ile babam odaya kapanmış, saatlerce dışarı çıkmamışlardı. Bir ara Şah Nesim kapıda görünmüş, “Kimya, Kimya Hanım,” diye seslenmişti. “Allah rızası için bir bardak su verir misin?”
Annem ile ben salondaydık. Adamın su istemesine değil de kocasıyla saatlerce kapalı bir odada kalmasına sinirlenen annem sonunda patlamıştı.
“Onun ismi Karen, Kimya değil.”
Ardından da kalkmış ağzına kadar su dolu sürahiyi kendi elleriyle götürmüştü odaya. En küçük bir alınganlık belirtisi göstermeyen Şah Nesim, sürahiyi kapının aralığından alırken, “Allah’ın inayeti üzerinize olsun,” demişti sadece.
Annem çıldırmış gibiydi, kendi evinde, kendi kocasının odasına bile sokmamıştı adam onu. Ama öfkesini içine atmış tı annem, en azından ben okula gidinceye kadar. Sonra Şah Nesim bir daha evimize gelemez olmuştu. Belki de bu yüzden babam evi terk etmişti. Bunu hiç konuşmamıştım annemle. Çünkü hiçbir önemi yoktu. Gerçek ortadaydı. Nedeni ne olursa olsun, babam, bir başka adam için bizi bırakıp gitmişti. Bir daha da kimsenin bana “Kimya,” diye seslendiğini duymamıştım; rüyalarımda bile. Ama şimdi bir an gözlerimi kapamışken… Yoksa rüya değil miydi? Babam ile Şah Nesim’de bu uçakta mıydı? Bunun saçma bir düşünce olduğunu bile bile koltuğumda doğrulup, uçağın içine bakmaktan kendimi alamadım. Davranışıma anlam veremeyen yanımdaki kadın da benimle birlikte etraftaki koltukları kuşkuyla süzmeye başladı. Tabii ne babam, ne de Şah Nesim vardı uçakta.
“iyi misiniz?” diye sordu kendini daha fazla tutamayan kadın. “Kötü bir şey yok ya?”
Zoraki gülümsedim.
‘İyiyim, iyiyim, hostese bakmıştım sadece.”
Sakin olmalıyım, diye düşündüm yerime otururken. Belli ki bir rüya görmüştüm. Londra’dan İstanbul’a, oradan da hiç dinlenmeden Konya uçağına binince böyle oluyordu işte. Gece de doğru dürüst uyuyamamıştım. Yanımda Nigel olmasına rağmen bu bunaltı dün akşam da bırakmamıştı yakamı. Oysa alt tarafı kısacık bir geziydi. Birkaç gün sürecek bir iş. Hafta sonu yine Londra’da olacaktım. Annemi, Nigel’ı hatırladım. Londra’yı düşününce içim aydınlandı, sıkıntım azalır gibi oldu. Belki de uçak inmeden birazcık daha kestirsem iyi olacaktı. Yeniden gözlerimi kaparken kulaklarımda çınlayan bir sesle irkildim. Gözlerimi açtım, hayır, bu çağrı sadece benim için değildi, hostes herkese sesleniyordu:
“Sayın yolcularımız, lütfen koltuklarınızı dik konuma getirip kemerlerinizi bağlayın, uçağımız inişe geçmek üzeredir.”
“… sarıklı mezar taşları”
Havaalanındaki insanlara bakıyordum. Yolcuları bekleyenler arasında, elinde adım yazılı bir karton, gülümseyen bir yüz, beni arayan bir çift göz yakalamaya çalışıyordum; yoktu. Karşılamaya kimse gelmemişti. Uçakta yanımdaki koltukta oturan meraklı kadın, onu almaya gelen iki kızma özlemle sarıldı; önümde oturan genç çift, yaşlı bir adamla kucaklaştı; bense elimde valizim, omuzumda bilgisayar çantamla ortalık yerde öylece kalakaldım. Ne yapacaktım şimdi? Böyle çaresizlik içinde sağa sola bakınmanın yaran yoktu, valizimi sürükleyerek çıkış kapısına yöneldim. Sevdiklerine kavuşmanın mutluluğunu yaşayan kalabalığın arasından sıyrılmak üzereydim ki, “Miss Karen… Miss Karen…” diyen cılız bir erkek sesi duydum. Döndüm, gri takım elbisesinin içinde orta boylu, şişmanca bir adam duruyordu. Nefes nefese kalmıştı, alnında pul pul ter damlaları vardı. Yetişmek için koşmuş olmalıydı. Ezilip büzülerek bozuk bir İngilizceyle sordu: “özür dilerim. Siz Bayan Karen mısınız?”
Adamın bu utangaç hali, telaşlı davranışı, bozuk aksanı beni iyice sinirlendirdi.
“Evet,” dedim, “evet, ben Karen Greenvvood…”
Artık rahat bir nefes alacağına yüzü iyice kıpkırmızı oldu, “özür dilerim, geç kaldım…” diye açıklamaya çalıştı giderek daha da kötüleşen İngilizcesiyle. “Aslında dilinizi bilen bir arkadaş karşılamaya gelecekti sizi ama…”
Bab-ı Esrar kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Bab-ı Esrar
Edebiyat
Roman
Yazar: Ahmet Ümit