Dolunayın ışığında bir köy mezarlığı… Mezarlığın duvarına çarpan bir cip. Gecenin karanlığında uçuşan düşler. Issız köyün ortasında kocaman bir cem evi. Konuğunu yitirmiş bir mezar. Cem töreninde arınmayı bekleyen bir ölü. Bu olanların sessiz tanığı, bir araştırma görevlisi. Yıkılan idealleriyle, sürüp giden yaşamı arasında sıkışıp kalmış bir adam. Alevi inancına farklı bir bakış. Mistik bir gerilim romanı…

“Gözüne kestirdiği dal parçasını çekerken çalılığın arkasında bir karartı fark etti. Feneri oraya doğru tuttu. Yanılmamıştı, az ilerde yeşil renkli bir mezar taşı mahzun bir edayla onu süzüyordu. Bu defa korkmadı, hatta içinde, ‘Bu mezar neden mezarlığın dışında?’ diye merak bile uyandı. Bir-iki adım daha yaklaştı. Ama bu mezar bozulmuştu, iki yanında toprak birikintileri yığılıydı. 

Yeni bir ürperti dalgası sardı bedenini. Mezarın içini görmemesine karşın, upuzun yatan ölünün yer yer etleri dökülmüş yüzü geldi gözlerinin önüne. Öte yandan aklı hala mantıklı bir açıklamanın peşindeydi. Belki de bu mezar henüz ölmemiş biri için kazılmıştı. Neden olmasın? insanların ölmeden önce de mezarlarını hazırladıklarını biliyordu; iyi de, kazmakla hazırlamak arasında büyük fark vardı. Belki yeri alınır, hazırlıklar yapılırdı ama ölmeden mezar kazdırılır mıydı? Belki de bu mezarı aç kalmış vahşi bir hayvan açmıştı. Eğer öyleyse mezardaki ölüyü paramparça etmiş demekti. Doğrusu, böyle bir görüntüyle karşılaşmak istemezdi. Yine de merakı ağır bastı; cesaretini toplayıp el fenerini mezarın içine doğrulttu. Mezar gerçekten de boştu.”


Nasıl oldu da ayrımına varamadım, anlamıyorum. Dal gibi incecik bir kızdı. Nakışlı beresinden taşan sarı saçları omuzlarına düşer, kumral kirpiklerinin gölgelediği iri gözlerinden hüzünlü bir çekicilik yayılırdı yüzüne. Onu ilk kez okulumuzun ışıklı koridorlarından birinde görmüş ve hemen etkilenmiştim. Güzel olmasına çok güzeldi, ama beni ona çeken yalnızca güzelliği değildi. Onda yıllarca aradığım ve yıllarca arayacağım bir şey gizliydi. Önceden ayrımına varamamıştım işte. Ta ki metro istasyonunun üstündeki o kafede, o dingin ırmağa bakan kırık dökük masada karşılaşıncaya, gözlerindeki o tuhaf maviyi görünceye kadar.

Düşte mi yaşıyorduk, gerçekte mi? Bilmiyorum. Belki hem düş, hem gerçekti. Öyle hızla akıyordu ki günler, her şey birbirine karışıyordu. Ayrı ayrı ülkelerden gelmiştik buraya, ama topraklarımız komşuydu birbirine.

Ege’nin ılık suları, biz karşılaşmadan çok önce ıslatmıştı çıplak ayaklarımızı. Dolaştığımız bu yerler ne Selanik’in makadam döşeli dar yollarıydı, ne de İstanbul’un kömür kokulu sokakları. Uzaklarda bıraktığımız güneşin izlerini boşuna arıyorduk, bu yabancı binaların soğuk yüzlerinde.

Metro istasyonunun üstündeki o kafede, o kırık dökük tahta masanın başında onunla karşılaştığımda, hiç şaşırmadım, hiç çekinmedim, gözlerimden hiç çapkınlık parıltısı geçmedi. Oysa çok güzeldi, oysa yıllardır onu arıyordum. Öyle doğaldı ki bakışları, doğduğum küçük kenti, ıssız kış denizimi anımsadım. Sanki güneşli bir serinlikte inmişim kıyısına, ters çevrilmiş mavnalardan birine sırtımı dayamış, kaybolup gitmiştim mavisinde. “Bu nasıl bir renk?” diye sormayın. Tanımlayamam, istesem bile yapamam bunu.

Tondan tona değişen, biteviye koyulaşan, açılan bir mavilik anlatılabilir mi? Belki resmi yapılabilir, onu da ben beceremem.

Yaşadıklarımı ve yaşayacaklarımı gözlerindeki o iki damla aydınlığa sığdıran kız, karşımda gülümsüyordu.

“Ansızın bir sıcaklık doğdu aramızda demeyeceğim”, bu zaten vardı. Yüzümüzdeki ışık, konuşmadan anlaşabilmenin mutluluğuydu. Donmuş nehirler boyunca yürüyor, kalın buz tabakalarının altından akan suların fısıltılarını dinliyorduk. Yün eldiveninin altından elinin sıcaklığını hissediyordum. Bakışlarındaki Akdeniz deli ediyordu beni. Hemen, “Aşk” demeyin buna sakın. Aşk tüm güzelliğine karşın insanı sınırlayan bir yan taşır. Bizim yüreklerimizde sınır yoktu. Aşk yaşamı belirleyen çizgilerden yalnızca bir tanesidir. Bizim soluduğumuz ise yaşamın kendisiydi.

Ya o da yanlış anlıyorsa? Ya bunu gözü kara bir aşk sanıyorsa? Onda ne aradığımı, ne bulduğumu bilmiyorsa? Anlatmalıydım. Bu onun hakkıydı. Yıllardır onun için yaşamış, bir ömrü ona adamıştım. Varsın sormasındı, varsın bilmiş olsundu, yine de anlatmalıydım. Ama nasıl? İnsanların hâlâ ortak bir dil yaratamadıkları bu zavallı, bu geri çağda nasıl anlatacaktım?

Dışarıda mavi bir aydınlık vardı. Karda gezinen ay ışığının gölgesi vuruyordu penceremize. Işıkları söndürülmüş odamızda yan yana uzanmıştık. O bana Ritsos’tan, ben ona Nâzım’dan, birbirimize şiirler okuyorduk. Başını göğsüme yaslamıştı. Saçlarından yayılan fulya kokusu bambaşka dünyalara çağırıyordu beni. Işıklar, balonlar, bayraklarla süslenmiş bir gençlik treniydi zaman; rengârenk akıyordu. Mutluyduk mutlu olmasına, ama eksik kalan bir şey vardı. Elle tutamıyor, gözle göremiyordum, bir ses, bir düşünce giriveriyordu aramıza. Bu mavi kar, bu ay ışığı, bu fulya kokusu, bu Ritsos, bu Nâzım bir şeyler gizliyordu. O, benim düşüncelerimden habersiz, şiir okumayı sürdürüyordu. Sözcüklere dikkat ettim: Ritsos bana sesleniyordu. Atina’nın kenar mahallesindeki salaş meyhanede yalnızlığı yudumlayan sarhoş, sevinci çalınmış kanlı gözlerini yüzüme dikerek, “Anlat” diyordu. “Anlat” diyordu mavi karlar; ay ışığı “Anlat” diyordu. Bunların hiçbirine şaşırmadım da, o da “Anlat” dedi bana; hem de su katılmamış bir İstanbul Türkçesi’yle. Mucizelere inanmam. Ama mucize değildi ki bu. “Peki” dedim hepsine ve başladım anlatmaya.

O şimdi karşımda oturuyor, odamıza arsızca süzülen ay ışığı yüzünü aydınlatıyordu.

“Che’yi bilirsin”, dedim. “Hepimizin yüreğinde bir Che vardır.”

Gözbebeklerinin büyüdüğünü fark ettim. Onun gözbebeklerinin içinde, masmavi bir gökyüzünün altında, şekerkamışı ve palmiyelerle kaplı bir dağın yamacında Che’yi gördüm. Arkadaşları çevresini sarmıştı, tüfeği dizlerinin üzerindeydi. Saçları yine gürdü, sakallan seyrekti ve yine çok yakışıklıydı. Neşeyle bir şeyler anlatıyordu. Sevinçle gülümsedim, gözlerindeki Che’ye.

“Biliyorum” dedi. Ve Che kayboldu gözlerinde. “Hepimizde vardır bu. Ayrımında olmasak bile taşırız onu.

Belki bizi biz yapan da biraz budur.”

Sevindim böyle düşündüğüne, beni anlayacaktı. Anlatmayı sürdürdüm:

“On yıl önce bir bahar akşamıydı. Bir başkadır bizim oraların bahar akşamları. Yaz akşamları böyle değildir; yapış yapış bir sıcak bırakmaz yakanı. Bunalır, eriyip toprağa karışacağını sanırsın. Pamuk işçileri serin olsun diye, geceleri inerler tarlalara. Yine de sıcak, kanlanın çeker, kurumuş bir dala çevirir onları. Ben hiç pamuk tarlalarında çalışmadım biliyor musun? Neyse, bizim oraların bahar akşamları, bizim oraların yaz akşamlarına pek benzemez. Sesleri, kokuları ve renkleriyle başını döndürür insanın; durup dururken sevince boğar insanı. İşte böyle bir akşamdı. Benim gibi genç bir arkadaşımla kaçıyorduk. Kent arkamızda kalmış, bizim kaçışımıza aldırmadan homurdanıp duruyordu. Açık pembe, açık sarı zakkumların arasından geçiyorduk. Portakal bahçelerinin biri bitiyor, diğeri başlıyordu.

Büyük bir çatışma çıkmıştı kentte. Biz, insanlar, çiçekler, karıncalar, kuşlar, balıklar ve yıldızlar öldürülmesin diye sokaklara renk renk yazılar yazıyor, duvarlara afişler asıyorduk. Hepimiz gençtik; yaşlı olanlarımız da vardı aramızda, ama hepimiz gençtik. Onlar, insanları, çiçekleri, karıncaları, kuşları, balıkları ve yıldızları öldürmek için çıkmışlardı sokağa. Hepsi yaşlıydı; genç olanlar da vardı aralarında, ama hepsi yaşlıydı. Ve hepsi silahlıydı. Çeşit çeşit sustalılardan otomatik tabancalara kadar bir iyice kuşanmışlardı silahlarını. Bir köşe başında bekliyorlardı bizi. Bekledikleri yerde karşılaştık. Belki daha elverişli bir köşe başı ve daha uygun bir zaman bulunabilirdi, ama bu karşılaşma kaçınılmazdı. Çatışma uzun sürdü. Karanlık bir dönemin bitişinden karanlık bir dönemin başlangıcına kadar. Yenilmiştik. Yenileceğimiz belli değildi, ama çok da şaşırmadık. Şimdi kaçıyorduk işte. Yakalanmamak için, yeniden dövüşebilmek için kaçıyorduk. Belki de bastığımız bu ham toprak İstanbul’un karanlık, suskun sokaklarıydı. Bırakıp geride karımızı, çocuğumuzu, basılacak evimizi terk ediyorduk. Sıcacık, dost bir evin özlemi en çok böyle zamanlarda çöker insanın içine.

Önce ıhlamur kokusu çarptı yüzümüze, sonra deniz. Ihlamur ağaçlarının altında oturup seyretmeye başladık denizi. Bu ateşi kim yaktı? Bu ekmeği, bu zeytini, bu şarabı kim koydu yanımıza? Bilmiyorum. Bildiğim o ateşin başında oturduğumuz, o şarabı içtiğimizdi. İnsanların ve ülkelerin yazgısını konuşuyorduk. Politika genellikle kuru sözcüklerle konuşulur. Bizim sözcüklerimiz ise parmaklarımıza şavkı vuran o alevler gibi sıcacıktı.

Arkadaşım güzel konuşurdu, cesurdu, sevimliydi. Kızlar hep ona âşık olurdu. Bir insanın yaşamını belirlemesi için bunlar yeterli mi sence? O da benim gibi yeterince okumamış, düşünmemiş, yaşamamıştı.

İkimiz de olayların önünde sürüklenerek gelmiştik buraya. Bıçak bıçağa girdiğimiz bir arbedeydi yaşam.

Daha yaşlarımız on beşe değmeden tanışmıştık Siyasî Şube’nin küf kokulu bodrumlarıyla. Bir bir cenazelerini kaldırıyorduk arkadaşlarımızın taş duvarlı serin cami avlularından. Her şey kendimizi adamak içindi. Bu değerlerin dışındaki dünyayı silmiştik defterimizden. Ama kendimizi adadığımız insanlar, o küçümsediğimiz basit dünyayı yaşıyorlardı. Bunca dökülen kanın, bunca çekilen acının ardından, hiç yaşanmamış güzel günlerin geleceğine inanıyorduk. Her gün biraz daha sıkılıyordu yumruklarımız, yüz çizgilerimiz biraz daha derinleşiyordu. Yaşadığımız gün, arkadaşlarımızın uzatıldığı mezarlar kadar soğuktu.

Ya gelecek?

Gece basıp gitmek için son hazırlıklarını yapıyordu. Yıldızlar tek tek yitiyordu gökyüzünde. İkimiz de denize bakıyorduk. Gözlerimizde uykunun kırıntısı yoktu. Ağzımızda bir acılık vardı. Şaraptan değil, şarabın uyandırdığı kederden. Güneş henüz doğmamıştı, ama haberci ışıklar doğumu müjdeliyordu çoktan. Ha bire açılıyordu denizin rengi. Bu rengi tanıyordum ben. Ninem köyde her sabah ezandan önce kalkar, koyunları çobana vermeden sütlerini sağardı. Bakır bakraçta buğusu tüten süte gecenin karanlığı vurur, süt maviye dönüşür, gece açıldıkça sütün rengi de beyazlaşırdı. Deniz de öyleydi işte; durmadan değişecekti, kendi rengini buluncaya kadar.

Hava soğumuş, ateşin uçarı alevleri dinmiş, için için yanan közler ince bir kül tabakasıyla örtülmüştü.

Suskunluğu arkadaşım bozdu:

‘Şu anda ne isterdim biliyor musun?’

Merakla yüzüne baktım. Gözleri hâlâ usulca kımıldanan denizdeydi.

‘İdeallerimizin gerçekleşmiş halini görebilmek. Nasıl ilginç olurdu, kim bilir?’

Birden gülmeye başladı:

‘Amma da saçmaladım değil mi?’

Saçmalamadığını biliyordum, kendisi de biliyordu. Yeniden dalgınlaştı:

‘Fakat öyle bir şey var ki, senin de basma geliyor mu bilmem? Bazen kendimi, kavgaya çok uzak, yabancı birisiymişim gibi hissediyorum. Sanki iki yaşamım varmış gibi. Bir yanda ailem, okul. Öte yanda boykotlar, mitingler, sokak çatışmaları…’

Sustu. Ben yine bir şey söylemedim. Öyle içten konuşuyordu ki. Onu birtakım ahlakî savlarla çürütmeye kalkmak ukalalık olurdu. Üstelik bu duygulara zaman zaman benim de kapıldığım olmuyor değildi.

Gökyüzü aydınlanmaya başlamıştı. Biraz daha açıldı denizin rengi.

‘Ne kadar güzel bir renk değil mi? Sen hiç gözleri bu renk olan bir kızla karşılaştın mı?’

Yanıtımı beklemeden bana döndü. Yüzü dalgınlıktan sıyrılmış, tutkuyla bakıyordu.

‘Bak, aklıma ne geldi. Gel bundan sonra, gözleri bu renk olan kızı arayalım seninle. Önce kim bulursa diğerine haber verecek ama; söz mü?’

Öyle inanıyordu ki söylediklerine, onu kıramadım.

‘Söz’ dedim.

Güneş iyice yükselip, deniz o büyülü maviliğini yitirince kalktık kıyıdan. Kısa bir süre sonra da ayrıldık arkadaşımla. Bir daha da haber alamadım ondan.”

Anlatacaklarım bitmişti. Mavi gözlü kız, sanki ilk kez görüyormuş gibi ilgiyle bakıyordu yüzüme.

“Arkadaşıma söz vermiştim ama, gerçekte o kızı arayacağımı hiç düşünmüyordum. Seninle karşılaştığımda, anladım ki, ben hep o kızı aramışım.”

“Peki, onu bulduğuna inanıyor musun?” diye sordu. Yüzü karanlıkta kalıyor, yalnızca dudaklarını görebiliyordum.

“Buldum” dedim. “Artık eminim, onu buldum.”

Usulca ayağa kalktı. Ben de kalktım. Sarıldık. Uzanıp alnımdan öptü, ben de onu gözlerinden öptüm.

“Ben gidiyorum” dedi. “Bundan sonra bana ihtiyacın yok.”

“Kal” demedim, gitmesine engel olmadım. Mantosunu giydi, beresini taktı, botlarını bağladı.

“Hoşça kal” dedi ve gitti.

Üzülmedim desem yalan olur, ama peşinden gitmedim. Pencereden bile bakmadım. Çünkü onu artık yitirmemek üzere bulmuştum.

"

Çıplak Ayaklıydı Gece kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Çıplak Ayaklıydı Gece

Çıplak Ayaklıydı Gece

Roman
Yazar: Ahmet Ümit