Narlı Bahçe’yi arıyordum. Hangi coğrafyaya ait olduğunu bilebilsem yollara düşmeye hazırdım. Ama bir türlü hatırlayamıyordum: Batıda mıydı Narlı Bahçe, doğuda mı? Uzun yolların ucunda mıydı, burnumun dibinde mi? İçimde miydi, dışımda mı? Var mıydı, yok muydu? Kuzeye ve güneye giden yolları büyük denizler kesiyor, rüyalarımda sürekli yer değiştiren Narlı Bahçe’nin yolu da bir görünüp bir kayboluyordu.

“Ömür Diyorlar Buna”, okurlarımızın yakından tanıdığı ve büyük bir ilgiyle okuduğu Ayfer Tunç’un yeni kitabı. Öyküleşmiş Söyleşiler, ya da Söyleşilmiş Öyküler gibi bir alt başlıkla da okunabilecek bu kitap, yaşanmış, tanık olunmuş insan hikâyelerini anlatıyor. Şapkacı Arlet’ten Aylin Işık’a, Fatma Bayraşevski’den Doktor Manuk’a uzanan bu yazılar, ömürlerimizin birer sanat yapıtı, eşsiz, başlı başına dokunaklı bir hikâye olduğunu gösteriyor.


Bitmez tükenmez bu dert, ömür diyorlar buna
Bu gece mehtab gibi aşkım da bitse suda
Gönlüm uyusun sesinde, gel dokunma şuna
Bu gece mehtab gibi aşkım da bitse suda

Beste: Selahattin İçli
Güfte: Selim Aru
Makam: Kürdilihicazkâr

YEDİ KADIN

Biliyor musun ki
İyi Yaşanmış Hayat
Bir Hazinedir

Rusya’da yaşanan “prova revülasyon”un çalkantısı henüz durulmamışken; Baltık’la Karadeniz arasındaki uçsuz bucaksız topraklar karla kaplıyken; Ren geyikleri ve mavi gözlü Sibirya kurtları kürk paltolu, kalpaklı beylerin kızaklarını çekerken; basit köy meyhanelerinde, Çehov’un öykülerinden çıkıp gelen kavruk ve çelimsiz köylüler ardı ardına votka kadehlerini boşaltırlarken; Polonya’nın kocaman çiftlik evlerinde, boruları odadan odaya dolaşan, üstü işlemeli, dev çini sobalar çıtırdarken; zengin salonlarda üniformalı hizmetliler her sabah parlatılan semaverleri akşam çayı için gümüş tepsilerde getirirlerken; aristokrat ailelerin güzel ve iyi eğitilmiş kızları kabarık etekleriyle piyano eşliğinde polka çalışırlarken; 1905 yılında, yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan Litvanya Türklerinden Bayraşevski ailesinin büyük ve görkemli çiftlik evinde, altıncı çocuk yedi aylık doğdu.

Minsk, Petrograd, Moskova, Kiev, Varşova heyecanlıydı. Devrim provasının yankısı hafiflemişse de, içten içe sürmekteydi.

Yedi aylık doğan altıncı çocuk bir kızdı. Adını Fatma koydular. Uzun olacağını sanmadığı ömrünün hayli ileri bir aşamasında “Herkesin bir masalı vardır, doğunca başlar, sürer, sürer..” diye özetlemişti hayat denen uzun yolu.

Onun masalı çok uzun sürdü.

Litvanya Krallığı’nın payitahtı Minsk yakınlarındaki Volkovisk’te noterlik yapan baba Bayraşevski varlıklı bir adamdı. Aydındı, çocuklarına düşkündü, onları çok severdi, mutlu olsunlar isterdi. Fatma beş kardeşiyle çok mutlu bir çocukluk yaşadı.

Uzun ömrünün her dönemecinde korkuya kapılmış olan Fatma, uzun masalının sonuna yaklaşırken arkasına baktığında, boşuna korkmuş olduğunu gördü. Mutlu yaşamıştı.

Ne güzel geçmişti çocukluğu Volkovisk’in hemen dışındaki çiftliklerinde. Bahçede kocaman ağaçlar, salıncaklar, geniş arazilerinin içinde küçük doğal havuzlar, bahçede çeşit çeşit hayvanlar.. Litvanya Türkleri Müslüman oldukları için domuz yemezlerdi. Bu yüzden kaz beslerlerdi çiftliklerinde. Fatma atlara tutulmadan önce kazların peşinden koşardı, çok küçüktü, düşe kalka yürüyordu, kazların gagaları gibi sarı saçları vardı, hep beyaz giydirirlerdi ona. Mutlu insanların yaşadığı kalabalık çiftlikte, hemen her gün bir kaz kesilir, ciğerinden ezme yapılır, yemeklerde kullanılan hafif ve lezzetli yağı kavanozlarda saklanırdı. Tavuklar, ördekler, kediler, köpekler, inekler bu büyük çiftliği doğanın bir parçası kılıyordu.

Baba Bayraşevski ve oğulları atlara meraklıydılar. Çiftliklerinin hatırı sayılır büyüklükteki harasında yetiştirdikleri, bazılarının ünü Minsk’e kadar ulaşan atlarının güzelliğiyle övünürlerdi.

Fatma kazların peşinden koşarak oynamaktan vazgeçecek kadar büyüdüğünde, büyük ağabeyine her gün yalvarırdı:

“Ağabeyciğim, ne olur ben de ata bineyim.”

“Daha çok küçüksün Fatma, biraz büyü.”

“Ne kadar daha büyüyeceğim?”

“Boyun burama gelinceye kadar büyüyeceksin.”

Belini gösterirdi, uzun bacaklarına dizlerine kadar gelen deri çizmeler giymiş olan yakışıklı ağabeyi, sonra bir koluyla Fatma’yı kavradığı gibi atının terkisine alır ve Volkovisk’in kırlarında dörtnala sürerdi. Taze bir rüzgâr geçerdi Fatma’nın yüzünden. İçindeki coşkunun mutluluk olduğunu bilemeyecek kadar küçüktü.

Fatma büyüdü, uzun boylu güzel bir kız çocuğu oldu, boyu ağabeyinin belini bile geçti.

“Büyüdüm artık ağabeyciğim,” dedi bir gün.

“Bakayım?”

Yan yana durdular, yakışıklı ağabey baktı, Fatma gerçekten büyümüştü, üstelik güçlü görünüyordu. Haradan bir at getirdi. Fazla yaklaştırmazlardı Fatma’yı haraya küçükken. O evin en küçüğüydü, üstelik yedi aylık doğanıydı, ona bir şey olacak diye korkardı herkes. Ağabey kızıl renkli, ağzından buharlar çıkan atın sağrısını okşayarak,

“Bu senin atın olsun,” dedi. “Her akşam ona git, okşa, konuş, şeker ver. Onu sev, at senin arkadaşın, dostun olsun.”

Fatma atını çok sevdi. Atını sevdiği kadar bütün hayvanları çok sevdi. Hep bir hayvan besledi uzun ömrünün çeşitli dönemlerinde. İnsanları da çok sevdi, hep insanların içinde olmak istedi, oldu.

Volkovisk o sıralarda bir Polonya şehriydi, sonraları Litvanya şehri oldu, Rusların egemenliği altındaydı. Bu yüzden Rusça konuşmak çok doğaldı, zaten okullarda, çarşıda, pazarda Lehçe de, Rusça da konuşuluyordu. Bayraşevski ailesi evde Lehçe konuşuyordu. Fatma anne babasıyla, çiftliğin çalışanlarıyla, ağabeyleriyle, ablalarıyla Lehçe; şehirde kimi zaman Rusça, kimi zaman Lehçe konuşup anlaşıyor, çok dilli bir hayatın içine doğru gittiğini henüz bilmiyordu.

Volkovisk’te yaşayan çok Alman vardı, yakın komşularından biri çok çocuklu, varlıklı, kalabalık bir Alman aileydi. Fatma onların çocuklarıyla arkadaştı. Biraz kaba saba insanlardı, dilleri de öyleydi ama çocukluk arkadaşları kıymetlidir, Fatma onların kaba sabalıklarının farkına bile varmıyordu. Yalnız komşularının kaba sabalıklarının değil, onlarla gayet iyi Almanca konuşup anlaştığının da farkına varmıyordu.

Noter baba Bayraşevski aristokrat sayılmasa bile, saygıdeğer bir adamdı, aristokrat dostları vardı çocuklarının eğitimine çok önem verirdi. Aristokratlar çocuklarını halk okullarına göndermezler, temel eğitim için seçkin mürebbiyeler tutarlar, çocukları dokuz yaşına gelince de koleje gönderirlerdi. Baba Bayraşevski de dört kızını yetiştirsin, hepsi zarif birer hanımefendi olsun diye, kızlarına bir mürebbiye tutmuştu. Fatma, bir Rus albayın dul eşinden Fransızca öğrenmeye başlamadan önce, Lehçeyi, Rusçayı, Almancayı sular seller gibi konuşuyor, okumayı öğrendikçe bu dillerde okuduğu kitapların sayısı artıyordu. Zarif mürebbiyesiyle birlikte Fransızcaya başladı, öğrenmesi uzun sürmedi.

Dokuz yaşına geldiğinde koleje başladı. Kolejde Rusçası iyice güçlendi. Rus edebiyatını okuyabiliyor, gayet güzel yazıyordu. Polonyalılar Katoliktiler. Okullarında Latince temel dersti. Fatma ister istemez Latince de öğrendi. Koleji bitirmesine yakın bir gün konuşabildiği, okuyup yazabildiği dilleri saydığında kendi de şaşırdı: Lehçe, Rusça, Almanca, Fransızca, Latince.. Üstelik bunları öğrenmek için fazla çaba göstermesi de gerekmemişti.

Zarif mürebbiyesi dört kız kardeşe sadece Fransızcayı değil, güzel konuşmayı, zarif ve güzel olmayı, salon danslarını da öğretmişti. Fatma dans etmeyi çok seviyordu, daha çok küçükken, kavalyeleri sadece ağabeyleri iken, onların kollarında döndükçe bile dans etmenin hazzını tadıyor, hayatı daha da seviyordu. İyi dans etmesinin ödülünü, uzun yıllar sonra Cumhuriyet Ankara’sında alacağını da bilmiyordu henüz.

Fatma uzun ömründe neler göreceğini hiç bilmiyordu, biri anlatsa, hayatında akla hayale gelmez neler olacak dese, inanmazdı. Çünkü sakin ve sevimli şehri Volkovisk’te olağanüstü bir şey olmuyordu ki hiç? Hayat kendi ritüeli içinde, ağır bir ritimle akıp gidiyor, insanlar çoluk çocuğa karışıyor, yaşlanıp ölüyorlardı. Hepsi buydu.

Derken “prova revolüsyon” değil, düpedüz “revolüsyon” oldu. Ekim Devrimi, 1917. Çar öldürülmüştü. Korku içindeki aristokratlar, Lenin diye bir adamın adını duydular, öğrendiler. Ama Bayraşevski ailesi o coğrafyada yaşayanların kaderini değiştiren bu büyük tarihî olaydan pek etkilenmemişti. Noter baba işini gücünü henüz sürdürüyordu. Çini sobalar çıtırdayarak yanıyor, çiftliğin kazları akşam yemeklerini süslüyor, haftada birkaç gece yüksek tavanlı salonlarda danslar ediliyor, atı Fatma’yı görünce sevinçle kişniyor, semaverler her akşamüstü tıkırdıyor, kokulu çaylar incecik porselen fincanlara doluyordu.

Ama bir gün Almanların Birinci Dünya Savaşı’nı başlattığını duydular. Başlangıçta fazla endişelenmemişlerdi, kendilerine değmeden gelir geçer sanıyorlardı. Oysa, uzun masalın ilk dönemeciydi bu. Önce Alman komşularından koptular, şehrin huzuru kaçtı. Erkekler cepheye çağırıldılar. Bayraşevski ailesi için korkulu bir bekleyiş başladı. Fatma’nın ağabeyleri savaşa gitti. Taşlar yerinden oynamıştı. Aile dağılmaya yüz tutuyordu. Aile korkuyordu. Savaştan önce Fatma’nın üç ablası evlenmişti. İki abla Azeri Türkleriyle bir abla da bir Çeçen’le. Yüzyıllardır Baltık yakınlarındaki topraklarda yaşayan Bayraşevski ailesi, yani anne ve baba Bayraşevski ile Fatma, savaştan kaçtılar, Azerbaycan’a gittiler, kızlarının yanına.

Fatma’nın Azeri Türkçesiyle ilk karşılaşması burada oldu. Her ne kadar Türk kökenli olsalar da Türkçe bilmiyorlar ve konuşmuyorlardı ama ablalar Azeri kocalarının sayesinde konuşur, anlaşır olmuşlardı. Fatma’nın ilk dikkatini çeken iki kelime oldu. Azeriler “Allah aşkına” anlamında “men ölüm” diyorlardı, Fatma’nın Litvanya Türklerinden olan iki ablası da çarşıda pazarda “men ölüm” diyorlardı artık, tıpkı Azeriler gibi. Ama Fatma yurduna, şehrine döneceğine inanıyor ve bu dili öğrenmemekte ısrar ediyordu.

Ama bilmiyordu ki, ömrünün en uzun döneminde bu dil, Türkçe, ana dili olacak, ömrü boyunca en çok bu dille konuşacak..

İki ağabey de savaştan sağ salim dönmeyi başardı. Aile üyeleri doğdukları topraklara, evlerine döndüler, Volkovisk’e. Fatma yurdunu özlemişti, yurdunun yıldızlarını ve göğünü. En çok da atını özlemişti. Ama atı ölmüştü.

Atının ölümünün acısını unutturan şey, bir aşk oldu. Fatma bir toplulukta Kafkas kökenli bir Türk olan Cemalettin’le tanışmıştı. Cemalettin Prag Üniversitesi’nde harita mühendisliği okumuştu, yakışıklı, görgülü, kültürlü bir gençti. Babasının tam istediği gibi bir damattı. Evlendiler, iki oğulları oldu.

Hayat güzeldi, masalın ilk keskin dönemeci atlatılmıştı, önlerinde mutlu bir gelecek olduğuna inanıyorlardı. Baba Bayraşevski’nin ölümü bile bu inancı sarsmadı. Çünkü artık yaşlanmış olan babanın ölmesi doğaldı, üstelik onun da mutlu bir hayatı olmuştu.

Ancak masalın ikinci dönemecinin çok daha sert, uzun ve trajik olacağını henüz bilmiyorlardı. Almanlar yine saldırdı. Fatma’nın yaşadığı coğrafya bu defa Hitler’i tanıyor “Heil Hitler!” ünlemi giderek artan bir şiddette duyuluyordu. Cemalettin henüz tam anlamıyla başlamamış olan savaşın kan ve kin kokusunu çok çabuk duydu. Fatma’yı karşısına aldı.

“Bak Fatma,” dedi. “Yine savaş çıkacak, …

"

Ömür Diyorlar Buna kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Ömür Diyorlar Buna (2007)

Ömür Diyorlar Buna

Anı Anlatı Edebiyat
Yazar: Ayfer Tunç  
İlk Basım: 2007
Yayınevi: Can Yayınları