İsa eğilmiş, parmağıyla toprağa yazı yazıyordu. Durmadan aynı soruyu sormaları üzerine “İçinizde kim günahsızsa, ilk taşı o atsın!” dedi.
Kutsal Kitap, Yuhanna 8:7
(Zinada Yakalanan Kadın)
Rica
“Benim artık yaşlı bir adam olduğumun farkında mısın? Defterlerimi kapattım, hesaplarımı gördüm, yavaş yavaş yeryüzünden topuklamanın zamanı geldi,” dedi.
“Gel birlikte topuklayalım. Ben de çürümekten usandım,” dedim.
“Yapma, sen hâlâ gençsin,” dedi.
“Sen? Daha yarım asır geçirdin bu batasıca dünyada.”
Güldü. “Daha fazla.”
Gökyüzünü kucaklayan geniş pencerenin önündeki koltuğa oturdu. Arkada İstanbul’un bulutları, duman duman. Gülüşü uçtu, duman dağılır gibi. Sesi acılaştı.
“Benden bir şey bekleme.. sana verecek bir şeyim yok,” dedi.
Başını gökyüzüne çevirdi. Pencere profiliyle doldu.
Ne kadar harika bir burnun var Ali.. dedim içimden. Yıllar önce de ilk burnun dikkatimi çekmişti. Seni ilk gördüğümde burnundan, gözlerinden, gülüşünden etkilenmiştim. Burnun mağrurdu, karakterliydi. Gözlerin siyahtı, bir erkek için fazla güzeldi. Gülüşün sıcacıktı. Ve ellerin.. ah o şefkatli ellerin.
Bitkindim. Beremi çıkardım. Ali’nin soluk, yıpranmış kanepesine, omzumun üstüne uzandım. Sakat gibiydim. Sanki bir kolum yok.
“Beni bir gece misafir et yeter,” dedim duyulur duyulmaz bir sesle. “Bu kadarını da yapamaz mısın?”
Ali dönüp bana, usulca başlayan ağlayışıma, yeşil mürekkeple lekelenmiş parmaklarımdan yere sarkan siyah bereme, saçsız, tamamen saçsız başıma baktı, dehşet içinde.
Dondu kaldı.
Kurdun saati
İçeri girmeden önce Ali’nin kapısında dikilmiş, gözlerine bakmıştım. O güzelim, o simsiyah gözlerine. Korkudan içimin titrediğini göstermemek için kaskatı kesilmiştim. Hâlâ genç bakıyor oluşu beni ümitlendirmiş olsa da, öyle korkuyordum ki olacaklardan, sırtımdan akan ter belime inmişti. Avuçlarım bile ıslaktı. Hem çok korkuyor, hem de bu kadar çok korkuyor olmama şaşıyordum.
Oysa sabah uyandığımda içimde korku yoktu. Zerresi bile yoktu. Aksine delimsirek bir neşe vardı. Tanya gelmeden, gelip de anahtarıyla usulca kapıyı açmadan, montunu askıya asıp, bizi uyandırmamak için ayaklarının ucuna basarak mutfağa gidip, kendine bir Türk kahvesi yapmadan yataktan kalkmıştım. Ben kalktığımda Tanya bunları çoktan yapmış, ortalığı toparlayıp kahvaltıyı hazırlamış olurdu.
Ev buz gibiydi. Sanki içerde rüzgâr esiyordu. Geçen yüzyılın başında yapılmış kibirli palasımızın tembel kapıcısı daha kalkmamış, kaloriferi yakmamıştı. İncecik ipek sabahlığımın üstüne Osman’ın sweatshirt’ünü giydim. Polardı, sıcak tutuyordu. Salona gittim. Yüksek tavanlı, uçsuz bucaksız salonumuzun İstanbul’a tepeden bakan genişötesi penceresi, görüntüsü kaybolmuş bir televizyon ekranına benziyordu. Mattı, kül rengiydi. İstanbul kül rengi bir pus altında, kıpırdamadan uyuyordu. Boğaz’dan gemiler bile geçmiyordu.
Gene Kurdun Saati’nde uyanmıştım. Başıma gelenlerden çok daha önce başlamıştım bu saatte uyanmaya. Babam öldüğünden beri, bebekler doğarken yaşlıların öldüğü, geceyle gündüz arasındaki o garip saatte uyanıyordum. Bir süre öylece, gözlerim tavana dikili yatıp tekrar uyumaya çalışıyordum, sonunda uyuyordum.
Ama yetmiş küsur saattir öyle olmuyordu. Yetmiş küsur saattir gözüme uyku girmiyordu. Ara sıra başım göğsüme düşüyordu. Biraz içim geçiyordu. Uykuya benzemeyen huzursuz bir şeyin içinde bir süre kendimi kaybediyordum. Başım ağrıyordu, çatlıyordu ağrıdan. Başımı durduramıyordum.
Sabaha karşı biraz dalmıştım. Bir-iki saat boyunca çok derin uyumuştum. Çok zinde uyanmıştım. Başımın ağrısı geçmişti. İnanamamıştım. Sanki hayatımda bir şey olmamıştı. Hayatım sanki pürüzsüzdü, tertemizdi.
Ben kendimi aşkın içinde kaybedemezdim. Ben kendimi hayatın içinde kaybederdim. Âşık “gibi” bir şey olurdum, (bir şey işte.. âşığa benzeyen, aslında değil). Ama sefaletim “gibi” değildi, gerçekti. Osman’ın o çocuksu yüzünün ardında çelik gibi bir bencillik, ağlatıcı bir zayıflık olduğunu çabuk görmüştüm. Ama inkâr etmiştim.
Sevilmek istemiştim. Ömrüm sevilmek isteyerek geçmişti. Sevilmek için güzelliğimden başka verebileceğim hiçbir şeyim yoktu. Ama güzelliğimi herkes istemiyordu. İsteyenler de çabuk bıkıyorlardı. Osman yıllardır beni çok sevdiğini söylüyordu. Buna bazen inanıyordum, bazen inanmıyordum. Beni bazen gerçekten seviyor, bazen sevmiyordu. Ben de onu bazen seviyor, bazen sevmiyordum. (Aşkımızın ipini çektiğim geceden beri hiç sevmiyordum.)
Sevginin kesintisiz bir şey olduğuna inanmıyordum.
Sevgi doğuyordu. Sonra bir gün ölüyordu.
Ölünce hiç doğmamış gibi oluyordu.
Osman’ın gözlerinin altı kararmış, alnı kırışmıştı. Olduğundan daha yaşlı görünüyordu. Başını göğsüme yatırıp, parmaklarımı arasından geçirmeyi sevdiğim, hâlâ gür saçları karmakarışıktı. O mahut geceden beri sinirliydi, iyi uyuyamıyordu. Geceleri olur olmaz saatlerde uyanıp bana sımsıkı, boğacak kadar sıkı sarılıyordu. Dehşetle uyanıyordum. Başucu lambasını yakıyordum.
“N’apıyorsun, boğacak mısın beni?” diyordum.
Evet desin diye bekliyordum. Artık bir şey desin, ne olacaksa olsun. Korkunç bakıyordu. Ama cevap vermiyordu. Kalkıp salona gidiyor, sigara içiyor, bazen balkona çıkıyor, geri geliyordu. Yatağa döndüğünde her yanı buz kesmiş oluyordu. Bu kez yumuşacık sarılıp “Isıt beni, n’olur.. ısıt-ısıt-ısıt!” diyordu. Dişleri takırdıyordu üşümekten. Nefesi buz kokuyordu.
Mutfağın kapısında dikilirken gözüm pijamalarına ilişti. Kenarlarına lacivert biye geçirilmiş, uçuk mavi, ipek pijamasının düğmeleri açıktı. Altı kasıklarına kadar inmişti, işemek üzereymiş gibi görünüyordu. Osman’ın pijamalarından nefret ediyordum. Ona kaç kere, “Senden başka yatarken pijama giyen kalmadı, farkında mısın? Millet fanilayla yatıyor artık,” demiştim. Her defasında, milletin neyle yattığını nerden bildiğimi sormasını beklemiştim. Sormamıştı. (Sorsaydı onu kuşkulandırmak, huzursuz etmek için manidar bir havayla gülüp geçecektim. Televizyonda görüyorum, dizilerdeki adamlar hep fanilayla yatıyor demeyecektim.)
Ekmekleri yumurtaya bulayıp tavaya koyuşumu izlerken, beyazlarını yolduğu göğüs kıllarıyla oynuyordu gene. Geçen yaz “Yolmakla bitiremezsin, boşuna uğraşma,” demiştim. Hava çok sıcaktı geçen yaz. Klima doğru düzgün soğutmuyordu. Burgazada’daki ev çoktandır Teoman’ın olduğu için yazı İstanbul’da geçiriyorduk. Osman kanepeye uzanmış, Pekin olimpiyatlarının açılışını izliyordu. Üstünde bir tek boxer’ı vardı. Reklam girdikçe göğsüne bakıyor, beyaz kılları yolup atıyordu. “Haklısın,” demişti sonunda. “Kopardıkça artıyor mu, n’oluyor bu sıçtığımın beyazları!”
Nar gibi kızarmış yumurtalı ekmekleri tabağa aldım. Şarkıya devam ettim.
Bir kış günüydü başladı, bu hazin macerası ömrümüzün.. ömrümüzün..
(Bizatihi bir hazin macera olan ömrümüz!)
Plastik kutudan tam yağlı beyazpeyniri çıkardım. Porçini mantarlı kaşarı ince uzun dilimledim. Tulum ve rokfor peynirlerinin sert plastiğini mutfak makasıyla kestim. Yağlı kâğıtlara sarılmış sucukları, fıstıklı karabiberli salamları, sebzeli jambonu, füme dili çıkardım. Mutfak darmadağındı. Bu sıcak, buharlı, penceresiz mekânda hiçbir şeyin yerini doğru dürüst bilmediğimden, boş zamanlarımda, (paramız olduğunda tabii), dükkân dükkân dolaşarak aldığım pahalı tabakları bulmak için bütün dolapları açmam gerekiyordu. Açtığım kapakları kapatmıyordum. Çektiğim çekmeceleri itmiyor, kavanozları yerine kaldırmıyordum. Sağa sola yağ sıçrıyordu, silmiyordum. Osman halime giderek daha çok hayret ederken petekli balı, Bodrum mandalinası, frambuaz ve taze ceviz reçellerini, çikolatalı fındık ezmesini, buz gibi suda yıkadığım fesleğen dallarını, Çengelköy bademlerini ve çeri domatesleri, İtalyan malı zeytin ezmesini ve halis tereyağı, kaymak, pekmez ve tahini tabaklara koydum. Bardakların en büyüklerinden ikisini sıktığım portakal suyuyla doldurdum. Mutfaktaki küçük masa doldu taştı.
Osman “Misafir mi var?” diye sordu şaşkın şaşkın.
dolup taşacakmış, saatlerce neşe içinde yiyip içecekmişiz gibi kahvaltı hazırlıyordum.
Osman’ın şaşkınlığı kızgınlığa dönüştü.
“N’apıyorsun sen ya? Madem kimse gelmeyecek, niye her şeyi çıkarıp ziyan ediyorsun?” diye bağırdı.
Hem güldüm, hem şaşırdım. Osman zarar, ziyan, israf nedir, bilmezdi çünkü. Ayrıca Osman bağırmazdı da, yüksek sesle bile konuşmazdı.
Çocukluğumda babaanne demem gereken nefretlik Fikriyanım’ı hatırladım. Asla benimsemediğim, “babaannem” diyemediğim Fikriyanım, gerçekten babaannemdi, babamın özbeöz annesiydi. (Annemden nefret ettiği için benden de nefret eden korkunç büyükanne.) Yemeğimi bitirememişsem ve babam yanımızda değilse, kaşığın tersiyle parmaklarımın eklem yerlerine vurur, “Madem yemeyecektin niye ziyan ettin!” diye bağırırdı. Parmaklarıma vurmasın diye, gözyaşlarım aka aka yemeğimi bitirirdim. Bitirince beni sevecek sanırdım, yine sevmezdi. Yüzüme küçümseyerek bakardı. Kâküllerimi çekiştirirdi. “Söyle bakalım, sen de büyüyünce anan gibi orospu mu olacaksın?” derdi.
Gülüşündeki kötülükten anlardım ki, anam gibi orospu olayım istiyor.
Ama beni babaanne mahvetmedi. Beni ben mahvettim. Ya da beni hayat mahvetti. Ya da babam, annem, babaanne, Süleyman Amca, herkes. Beni kimin mahvettiğini bilmiyorum. Sadece mahvolduğumu biliyorum.
Osman öfkeyle bağırınca aklımdan bir an masanın örtüsünü çekip üstündeki her şeyi yere indirmek, mutfakta ne varsa kırıp dökmek geçti. Yapmadım. Bugün için bambaşka planlarım vardı. Planlarımı bozmaya niyetim yoktu. Osman’ı kuşkulandırmamalıydım, açık vermemeliydim.
“Hadi otur,” dedim kaygısızca. Sanki yetmiş küsur saattir gözüne uyku girmeyen ben değildim. “İçimden geldi kahvaltı hazırladım, ne var?”
Kahvaltının zenginliği gözünü okşamıştı, oturdu. Bardaklara çay, tabaklara ikişer dilim yumurtalı ekmek koydum. Birini ısırdım. Sıcacık, yumuşacıktı. Çok güzel olmuştu.
“Fikriyanım yumurtalı ekmeğe ekmek balığı derdi,” dedim ağzım dolu dolu. “Bunun neresi balığa benziyor Allah aşkına?” Cevap bekler gibi bakıyordum, gülüyordum. “Sana babaanne Fikriyanım’ın ne kadar korkunç bir kadın olduğunu anlatmış mıydım?”
“Hayır,” dedim.
Açtığım dolapta bir yığın baharat bulunca sevindim. Ekstra sızma zeytinyağına çöreotu, haşhaş tohumu, anason ekledim. İri, parlak, siyah zeytinlerin üstüne limon kabuğu rendeledim. Yeşil zeytinlere sarmısaklı zeytinyağı gezdirdim. Birer avuç ceviz ve bademi, buğulanmış bir siyah üzüm salkımını peynir tabağına yerleştirdim.
Sanki kahvaltıda iki kişi değilmişiz, sanki mutluluktan ölüyormuşuz, günlerden de pazarmış üstelik, ev misafirle Halimdeki delimsirek neşe sesime de yansımış olmalı ki çok gerildi.
“Senin neyin var?” dedi vereceğim cevaptan deli gibi korkarak.
“Bilmiyorum, ilaçlar iyi geldi galiba,” dedim.
İlaçların gerçekten işe yaradığını sandı, rahatladı.
Aşkımızın ipini çektiğim o ilk geceden, yetmiş küsur saat önce ruhumun katledildiği son geceden ve ikisinin arasındaki gecelerden haberi yokmuş gibi davranıyordu.
Oysa biliyordu.
Bildiğini biliyordum.
O ilk geceye ‘aşkımızın ipini çektiğim gece’ demek hoşuma gidiyordu. Mağdur gösteriyordu beni, romantik gösteriyordu. Mağdur ve romantik görünmek hoşuma gidiyordu. Bu benim tabiatımdı. Aynı zamanda silahımdı. Ama her defasında kendimi vuruyordum.
Aslında mesele o geceye ‘aşkımızın ipini çektiğim gece’ demek değil, aşkımıza ‘aşkımız’ demekti. Ben aşkın ne olduğunu biliyordum. Osman’la yaşadığımız şey aşk değildi. Aşka çok benzediği zamanlar olmuştu. Ama tümüyle aşk değildi. Başka bir şeydi. Benim boğucu derin umutsuzluğumdu. Kapandaki fare gibi çaresizliğimdi. Tuzağa düşmüşlüğümdü. Sevilmeyi ölesiye isteyişimdi.
Ama aslında asıl-asıl-asıl mesele, aşkımızın değil, hayatımızın ipini çekmeye karar vermiş olmamdı. Ben aşk olmayan aşkımızı çoktan boşvermiştim. O ilk gece ile son gece arasındaki geceler boyunca ilmeği boynumuza geçirmiştim. Şimdi ip elimdeydi. Çekersem ikimizin de ipini çekmiş olacaktım. Hayatımızın ipini çekmiş olacaktım.
Delirmemek için ilaç alıyordum. Delirmekten kastım, aklımın başımda olmayışı değildi. Aksine, aklım fazlasıyla başımda olduğu için delirmekten korkuyordum. İyice gerilmiş bir lastiğin kopması gibi ikiye bölünmekten, iki ayrı yöne şiddetle savrulmaktan, parçalarımın duvara çarpmasından korkuyordum.
Ölmek evlaydı. Ama insan ikiye bölünse bile ölmeyebiliyordu. Ağır yaralı olarak yaşamaya devam ediyor, işin kötüsü kendinde son darbeyi vuracak gücü bulamıyordu. Ölmek isteyip de ölememek korkunçtu. Daha önce de başıma gelmişti. Antidepresanlara aklımı başımdan uzaklaştırmak için ihtiyacım vardı.
Ama aşkımızın ipini çektiğim geceden beri, başımın orta yerinde, beynimin çekirdeği diyebileceğim bir yeri mütemadiyen oyan bir düşünceyi gerçekleştirmek için ilaçları bırakmıştım.
Düşünce koza içindeki kelebek gibi büyümüştü.
Bugün kanatlanacaktı. Kararlıydım.
Osman bu mükellef kahvaltıyı kafamın ilaçlı oluşuna yordu, rahatladı. Öyle rahatladı ki, hem çay hem kahve içti. Midesi ağrıyacak diye düşündüm. Ağrısın diye düşündüm sonra, ağrıdan gebersin. Ben günlerdir geberiyorum.
Kahvaltı boyunca havadan sudan konuştuk. Davet edildiğimiz abuk sabuk konseptli partilerden, kuru temizlemecinin yeni dükkânının lüzumsuz büyüklüğünden, bizim caddede açılan kafelerden, sevdiğimiz markaların kış indirimlerinden, Osman’ın müziğinden.
Ödenip biten borçlardan da söz ettik. Ama bu konuyu hemen kapattık. Tadımızın kaçmasını istemiyorduk. Kış tatilinden ve orospu çocuğu Teoman’dan söz etmedik. Benim yaşadıklarımdan, Teoman’ın bana yaşattıklarından hiç söz etmedik. Osman olan bitenden haberi yokmuş gibi davranıyordu ya, merak ediyordum, nasıl yaşayabiliyordu? Gece uykularının kötüleşmesi sayılmazsa, bu kadar sahtekârca yaşamak ona neden hiç dokunmuyordu?
Tanya geldi. Bu saatte kalkmış olmamıza alışık olmadığı için bizi kahvaltı masasında görünce şaşırdı. Günlük rutini altüst oldu. Ne yapacağını, işe nerden başlayacağını bilemedi. Osman bir an önce çıksın, gitsin istiyordum.
“Bugün evde misin?” dedim. Niye der gibi yüzüme baktı. “Tanya’nın çok işi var. Camları silecek, rahatsız olursun.. spora falan git istersen.”
Osman’ın bir işi yoktu. Hep var gibi yapmıştı. Ama yoktu. Hiçbir zaman olmamıştı. Ne iş yaptığını söylemesi gerektiğinde, sanki atom fizikçisiymiş de kuantumun sırrını keşfetmek üzereymiş gibi “Müzikle uğraşıyorum,” diyordu.
Gerçekten de uğraşıyordu, umutsuzca. İlk tanıştığımızda harika piyano, harika gitar, harika davul çaldığını sanmıştım. Evine gittiğim ilk gece. Salonda, duvarın tam ortasına dayalı duran, parlak siyah, tuşlarının uçları dokunmaktan yıpranmış, eşyanın eskimişliğine, durmuş oturmuşluğuna bakınca anneannesinden filan kalma olduğunu yakıştırdığım, ama ağlamaklı bir gecenin sonunda, aslında babasının evi zengin, çağdaş göstersin diye, iflas eden bir antikacıdan yok pahasına aldığını öğrendiğim Henry Schwander’de bana kendi bestelerini çalmıştı. O sırada ona âşık olduğum için olağanüstü besteler yaptığını, onları da olağanüstü çaldığını sanıyordum. Gün’ün ölüm acısı içimizdeydi daha. Bunun da etkisi vardı. Belki de sırf bu yüzdendi. Bilmiyorum.
Osman’ın müziğinin vasatın altında olduğunu sonra anladım. Hayranlığım geçince. Aşkım bitince. Gerçekten iyi çalanları dinleyince.
Müzikle uğraşıyordu ama gerçekten müzisyen değildi. Babası merhum profesör taşyürek Necmi Bey gibi jeoloji okumuştu. Bir süre jeolog olarak çalışmaya çalışmış, ama becerememişti. “Neden?” diye sorduğumda, bu mesleğin ona göre olmadığını söylemişti. Ona göre olmayışının bir nedeni yoktu. Herhangi bir iş yapmak ona göre değildi. Aslında bir iş yapmak bana göre de değildi. Ama bana göre olsun, elimden bir iş gelsin istemiştim. Bunun için uğraşmıştım. Ama becerememiştim.
Uzun süre, kocamın hak ettiği başarıyı bir türlü yakalayamayan harika bir müzisyen olduğuna inandım. Sonra anladım ki, Osman’ın yeteneği yoktu. Epeyce bilgisi vardı, ama yeteneği yoktu. Müzik yapmak için gruplara girip çıkıyordu. Girdiği her grubun yedek üyesi, zor durumda gözden çıkarılanıydı. Gruplara eğlence ve bilgi katan dolgu maddesiydi. Ama yetenek olmayınca eğlence ve bilgi pek işe yaramıyordu. Bir işe yaramayan bilgisi artık ciddiye alınmaz hale gelince, eğlencesine doyulunca Osman gruptan uzaklaştırılıyordu. O da arkalarından konuşuyordu. Kovulduğu grup hakkında ileri geri konuşuyordu. Ama söylediği kışkırtıcı sözler dalga dalga yayılıyor, birileri tarafından Osman çok haklı bulunuyor, bu da onu yeni müzisyenlere, yeni gruplara taşıyordu.
Gene de hiçbir yerde dikiş tutturamıyordu. Uzun süre barınamıyordu.
Bu yüzden yıllardır bir şeyleri satarak yaşıyordu. Başarabilirse beste satarak, babasından kalan daireleri satarak, borca girip aldığı arabaları satarak, hatta beni satarak.
Camların silineceğini duyunca “Aman aman! Hemen çıkıyorum,” dedi.
Bütün erkekler gibi o da nefret ediyordu evin altüst olmasından. Tanya ne zaman büyük temizliğe girişecek olsa evden kaçıyordu. Kendi gibi boş gezenin boş kalfası arkadaşlarıyla veya takıldığı müzisyen gençlerle buluşuyor, dalga geçiyor, eğleniyor, zilzurna sarhoş olup eve dönüyordu.
“Zaten benim dükkâna bakmam lazım bugün,” dedi. “Parke döşenecek.. sonra da benim çocuklarla buluşacağız.”
Duş yaptı, giyindi.
Yeşil Peri Gecesi kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Yeşil Peri Gecesi (2010)
Roman
Yazar: Ayfer Tunç
İlk Basım: 2010
Yayınevi: Can Yayınları